SELAMUN ALEYKÜM

İnşaallah istifadeye medar olur!!!!!!

30 Temmuz 2010 Cuma

YARATILIŞ HAKİKATİ KARŞISINDA EVRİM TEORİSİ


İnsanoğlu Dünya'ya gönderildiği günden beri nesiller boyunca, çoğalarak beş milyara erişmesine rağmen, geçen zaman içinde daima akılları meşgul eden, küçük büyük herkesin sorduğu bir soru ile karşı karşıya kalmıştır.
"Nasıl Dünya'ya geldik? İnananların tabiriyle nasıl Yaratıldık? Veya inanmayanların deyimiyle nasıl oluşup evrimleştik?"
Bugüne kadar herkesin tefekkür seviyesine ve merak derecesine bağlı olarak değişik derecelerde alâkasını celbeden bu soruya cevap olarak zikredilen bütün görüş ve teoriler "Yaratılış Mucizesi"nin karşısında iflas etmiş ve iflas etmeye mahkûmdurlar.
Yaratılış hakikaten bir mucizedir; yani bizim normal olarak bilebildiğimiz ve "tabiat kanunları" olarak isimlendirdiğimiz; Allah'ın (c.c) ayrı birer sanatı olan fizik dünyasının esasları ile, canlılık ve hayat dediğimiz mucizevî hadisenin nasıl başladığını izah etmemiz mümkün değildir. Zaten bütün arıza da buradan doğmaktadır. Elindeki küçük bir kova ile okyanusun suyunu, doldurup boşaltarak ölçmeye çalışan kısır akıllı adam gibi; vahyin bildirdiği mucizeyi reddederek herşeyi elindeki çok kısa fizik ve kimya cetveliyle ölçmeye kalkan, sözde ilim adamları da bu husustaki bütün gayretlerinde yaya kalmaya mahkûmdurlar. Yaratılışa iman edenlerin böyle bir sıkıntısı yoktur; zira bu yol gayet geniş, rahat ve selametlidir. Bu husustaki bütün düsturlar, içine tek bir yabancı parmağın karışamadığı ilâhi Kelâm'da safha safha izah edilmiş, birer işaret taşı hükmündeki yaratılışa ait ayetleriyle akla kapı açılmış ve perdeler arkasından bazı izler gösterilmiş, fakat bütün ayrıntılarıyla da tasvir edilmemiş ve edilmesine de gerek yoktur.
Çünkü Kur'an-ı Kerim bir biyoloji, fizik, kimya veya astronomi kitabı olmadığı gibi, bir ekonomi, sosyoloji veya tarih kitabı da değildir; fakat hepsine ait ilâhi hakikatler insanlığa lüzumu kadar meyve verecek çekirdekler şeklinde insanoğlunun incelemesine sunulmuştur. Bugün doruk seviyedeki ilim dalları içinde Kur'an'ın hakikatlerine zıt bir gerçeğe rastlayamayız. Aynı şekilde Yaratılış mevzu'unda da Kur'an'da bahsedilen hakikatler dışında birşey bilmiyoruz ve bilmemiz de mümkün değil; zira burası artık fizik ilimlerinin ötesine geçen mucize denilen harikuladelikler sahasıdır. Allah (c.c) buraya sınır çekmiş ve ne yaparsak yapalım, öteye geçemeyeceğimizi ve bu hususta ileri sürülen sözde teorilerin de birer safsatadan öte gidemeyeceğini şu tehditkâr âyetle ifade ederek, bu hususta ileri geri konuşan imanlıları da ikaz etmiştir:
"Ben onları ne göklerin, yerin, yaratılmasında ve ne de kendilerinin yaratılmasında hazır bulundurmadım; yoldan saptırıcıları (kendime) yardımcı tutmuş da değilim" (Kehf, 51)
İnkârcılar Yaratıcıyı kabul etmemek için kırk dereden su getirerek, binbir teori uydurarak, tesadüfen ve tabiat kanunlarıyla ilk canlının ortaya çıktığını; diğerlerinin de bu ilk basit canlıdan mutasyon, adaptasyon ve seleksiyon gibi mekanizmalarla türediğini iddia ederler. Bunun için ilim kılıfı giydirilmiş cüzî haki katları kendi inkarcılıkları hesabına çarpıtarak, ilim adına piyasaya sürmüşlerdir.
İlk atmosferdeki metan, hidrojen, su buharı, karbondioksit, sıcaklık ve ultraviyole ışınları gibi sebeplerle, basit elementlerden kompleks organik bileşiklerin tesadüfen meydana geldiğini; bu bileşiklerin de tesadüfen proteinler, hücre organelleri ve hücre şeklinde organize olup kendi kendine DNA programını kurup üremeye başladığını, bir hücreden insana kadar bütün hayvan ve bitki nevilerini netice veren şaşmaz ve mükemmel bir programın işlemesini, şuursuz, akılsız, ilim ve kudretten yoksun evrim denilen teoriye bağlayanlar; maalesef çok büyük bir sıkıntı ve zorluk içinde beyhude uğraşmaktadırlar. Böylece bir tek Yaratıcıyı kabul etmemek için, atomlara, fiziki ve kimyevi sebeblerin meydana getirdiği reaksiyonlara, yaratıcılık, ilim ve kudret sıfatları vermek gibi bir akılsızlığa düşmektedirler.
Yaratılış hakikatindeki kolaylık ve rahatlığı göremiyen, evrim safsatasını da mutlak ve doğru bir kanunmuş gibi ilim adına yutturmaya kalkanlar, buyursunlar 20. yüzyılın bütün fen ve teknolojik imkânlarını kullanarak reaksiyonları hızlandırsınlar, maddelerin tesadüfen karışması yerine kendileri en hassas ölçülerle bileşikleri toplasınlar, en modern laboratuvarlarda, elektron mikroskoblarıyla yıllarca uğraşsınlar; bir tek bölünerek üreyebilen "canlı" dediğimiz hücreyi yapamayacaklardır. Bugünkü imkânlarla bir tek hücre inşa edemeyenler nasıl olup da, dünyanın ilk yaratıldığındaki şuursuz sebebler ve atomların ilk canlıyı tesadüfen meydana getirebileceğine inanırlar..!
Bugün ilim adamları bir tek protein molekülünün bile tesadüfen meydana gelemeyeceği hususunda hemfikirdirler. Çeşitli kitaplardaki ihtimal hesapları incelendiğinde, görülen korkunç rakamlar her nasılsa evrimcilere hiç tesir etmemiş gibidir. Birçok tavizler ve kolaylıklara rağmen bir tek proteinin 10 üzeri altmış dörtte bir meydana gelme ihtimali; en basit bir canlıda bile 300-400 farklı protein zinciri bulunması gerektiği ve bu kadar proteinin de ittifak ederek bir hücreli canlıda buluşma ihtimalinin ise yaklaşık 10130000 (on'un sağına 130.000 tane sıfır konulacak) olduğu bilgisayarları çatlatırcasına hesaplanırken; çok daha mükemmel organizasyonlu canlıların plan ve programlarının DNA zinciri halinde kendi kendine şifreleneceğine inanmak herhalde ilim adamlığı değildir.
Hele yaratılışa inananları çağdışılık ve gayri ilmilikle suçlamak daha da abes bir davranıştır. Bütün ilimlerin Kudreti Sonsuz'u haykırdığı, neredeyse perdelerin aralanıp apaçık görülecek kadar bizlere yaklaştırıldığı zamanımızda, müsbet ilimleri kendi bozuk anlayışlarına göre tefsire tabi tutmak ilim adamlığı değildir.
Evet, mutasyon da, adaptasyon da, seleksiyon da içinde bazı hakikatların bulunduğu birer biyolojik vaka olarak bizim sadece ismini koyduğumuz, Allah'ın (c.c) birer kanunudur. Fakat bu prensibler hiçbir zaman Evolusyoncuların yorumladığı gibi "bir türden diğerini çıkaran" mekanizmalar değil; bilakis canlının en mükemmel şekilde yaşayarak neslini muhafaza edebilmesi ve ekolojik dengenin korunması için kendilerine verilmiş birer ihsandır.

Mutasyon denilen biyolojik hadiseler sadece hücre seviyesinde ve onların nukleus'(çekirdek)larındaki harika DNA programı üzerindeki değişikliklerdir ve katiyyen tesadüf kabul etmeyen reaksiyonlar neticesinde ortaya çıkar. Evrimciler büyük bir hırsla sarıldıkları "mutasyon"u çok ustaca bir göz boyamasıyla evrimin en birinci faktörü olarak gösterirler.
Halbuki vücuda ait hiç bir sistem, organ veya doku, bütünüyle tesadüfi bir program değişiklikliğine maruz kalmaz. Evrimcilerin mutasyon ismini verdiği DNA programındaki değişiklikler ancak milyonda bir hücrede meydana gelir ve bunların da %99.9'u zararlıdır.
Gerek dış çevrenin, gerekse vücudun kendi iç vasatının herhangi zararlı bir tesirle (kimyevi maddeler, zehirler, radyasyon v.s...) bozulması neticesinde bazı hücrelerin DNA programlarının zarar görmesiyle mutasyon denilen hadise olur. Hücrenin programı bozulunca ekseriyetle o hücre ölür, veya vücut için zararlı bir hale dönüşebilir. Fakat vücudun müdafa ve muafiyet sistemi bu zararlı hücreyi derhal yiyerek yok ederler, böylece vücudun dıştan gelen zararlı enfeksiyonlara karşı uyanık kalması temin edilir. Vücudumuzda hergün yüzlerce arızalı hücre meydana gelmektedir, fakat bunlar çok hassas bir şekilde kontrol altında tutulmakta ve vücudun ahenkli çalışması sürmektedir. Bazen muafiyet sistemindeki zayıflama neticesinde ise kanser dediğimiz hastalık ve tümörler meydana gelir, fakat hiçbir zaman faydalı bir organ veya doku meydana geldiği görülmemiştir. Hele bu program değişikliği üreme hücrelerinde meydana gelirse telafisi mümkün olmayan zararlar ortaya çıkar ki, henüz daha yumurta, embriyo veya yavru halindeyken böyle hilkat garibelerinin gelişmesi Allah (c.c) tarafından durdurularak türün sınırlarının muhafazası sağlanmıştır. Böylece canlılara verilen organların onlar için ne kadar büyük nimetler olduğu, nasıl bir programla korunduğu ve istediği takdirde küçük bir genin yerini değiştirerek ne gibi hilkat garibelerini halk edebileceğini bizlere ibret olarak göstermiştir.
Adaptasyon da Yüce Rabbi'miz tarafından her canlının DNA programı içine, türünün karakterlerini taşıyan genlerle yazılmış, neslin muhafazasını temin eden bir mekanizmadır. Böylece canlı değişen çevre şartlarına göre hemen ölerek neslini kaybetme durumuna girmez. Genetik programıyla kendisine verilmiş olan gücün sınırları içinde kalmak şartıyla o değişik çevreye dayanıklı hale gelir. Mesela bakterilere karşı kullanılan antibiotikler ve hamam böceklerine karşı kullanılan DDT gibi ilaçlar, ilk bulunduklarında bu canlılara karşı çok tesirli olmakla birlikte nesillerini tüketememiştir. Bu maddeler ilk kullanıldıklarında, zararlıları büyük miktarda öldürdüyse de genetik programının sınırları daha geniş olanlar, yani daha dayanıklı olanlar yaşamış ve bunlardan üreyen yeni nesillere ise aynı dozdaki maddeler tesir etmemiştir. Maddenin dozu artırılınca bu nesillerden de bir kısmı ölmüş, fakat yine dayanıklı olan bazıları yaşamış ve bunlar da nesillerine DNA programlarıyla bu dayanıklılık hususiyetini geçirmişlerdir. Bu şekilde devam ede ede bugün artık antibiyotikler ve böcek ilaçları bakterilere ve böceklere tesir etmez hale gelmiştir ve yenilerini bulmak için ilaç firmaları harıl harıl çalışmak zorundadırlar. Neticede ise bakteri yine bakteri, hamam böceği de yine hamam böceği olarak kalmış, sadece mukavemetleri artmıştır. Bu da bize adaptasyonun aslında neslin muhafazası için genetik programa konulan bir güç olduğunu gösterir. Eski devirlerde nesilleri tükenen Dinazor ve Mamut gibi hayvanların bulunduğu çevre ise o kadar süratli ve telafisi mümkün olmayacak şekilde değiştirilmiş olabilir ki, tür sınırları içinde kalarak o şartlara uyum gösterme kâbil olmadığından ve kısa sürede hepsi birden olduğundan yeni nesillere DNA programı aktaracak kadar yaşayamamışlardır. Evrimciler, adaptasyonu kendi inançsızlıkları istikametinde tefsir ettikten sonra tabiatta sadece güçlülerin yaşayacağını, zayıfların ise ölüp yok olacağını ve dolayısıyla da hayat sahnesinden çekilerek yerlerini, çevreye uyabilen yeni türlere bırakacağını iddia ederek "Tabii Seleksiyon" (tabiatın seçerek ayıklaması)(!) gibi bir mefhum uydurmuşlardır. Buna göre çevre şartları değiştikçe canlılar da değişmek mecburiyetindedirler, değişmezlerse elenip giderler. Şayet böyle olsaydı bir canlıda onun hayatını idame ettirecek kadar bazı basit organların bulunması kâfi gelmeliydi, halbuki her canlıda en mükemmel organların, o hayvan için gerekli en ideal tarzda bulunduğunu görüyoruz. Ayrıca birçok evrimci bile göz ve beyin gibi mükemmel organların tabii seleksiyon denilen şuursuz ve ilimsiz bir mekanizma ile ortaya çıkamayacağını itiraf etmektedirler. Şayet zürafalar üç metrelik boylarıyla tabiata intibak ettikleri için yaşıyorsa, boyları ancak 50-60 cm olan koyunları nasıl izah etmeli? Acaba canlılar gözleri olduğu için mi görürler, yoksa görmek için mi gözleri vardır? Yürümek için mi ayakları vardır yoksa ayakları olduğu için mi hareket ederler. Bu sorular açıkça gösteriyor ki, hayvanlardaki çeşitli organlar, canlının belirli fonksiyonları yapabilmeleri için tesadüf veya deneme-yanılma yoluyla meydana gelmiş değil; aksine hem çevre şartlarını hem de hayvanların ihtiyaçlarını bilen ilmi ve Kudreti Sonsuz Allah (c.c) tarafından bu organlar en mükemmel surette yaratılmışlardır.
Gerek türler arasındaki geçiş fosillerinin bulunmayışı, gerek DNA programının akılları durduracak mükemmelliği ve gerekse "hızlı evrimcilerin" yaptıkları fosil sahtekârlıklarının ortaya çıkışı; bugün artık "evrim teorisini" bitirmiş ve tarihin karanlıklarına "fosil bir teori" olarak gömmüştür. Zaten bizim de esas maksadımız artık tutar yani kalmamış zavallı bir teoriye yeni darbeler vurarak gündeme getirmek değildi. Fakat bazı inançlı arkadaşlarımızın da -belki insaflı düşünmelerinden olsa gerek- evrimin bazı iddialarına hayat hakkı tanıdıkları veya onlarla uzlaşma zemini oluşturma gayreti içinde oldukları müşahede edilmektedir.
Bazıları hem Yaratıcı'yı hem de evrimi kabul etme gibi garip bir tenakuz içine girerken, bazılarının da evrimin bazı yönlerinin doğru olabileceği gibi fikirlere sahip olduklarını görmekteyiz. Halbuki temeli maddeciliğe ve tesadüflere dayanan evrim fikri ile ilmi ve kudreti sonsuz olan Allah (c.c) hakikati hiçbir zaman bağdaşamaz.
Bununla beraber şayet evrim teorisindeki bazı hususlar yaratılış mucizesine benziyorsa (sudan yaratılma, çamurdan şekil verme, altı günde yaratılma, önce bitkilerin sonra hayvanların ve en son insanın yaratılması vs. gibi) bunlar evrim teorisinin kerametini değil, Kur'an'ın mucizeliğini gösterir.
İnanan araştırmacıların vazifesi ise evrim teorisine bir değer verip Kur'an'ın buna nasıl uydurulacağı anlayışı değil, Kur'an'daki Yüce hakikatların bugünkü müsbet ilim ışığında nasıl anlaşılabileceği olmalıdır.
****Doç.Dr.Arif Sarsılmaz***********

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder