SELAMUN ALEYKÜM

İnşaallah istifadeye medar olur!!!!!!

25 Eylül 2011 Pazar

Hz. Nesîbe (r. anhâ)



Uhud Savaşı sırasında her şey Müslümanların lehine iken düşman bir anlık boşluğu değerlendirerek Müslümanları yenilgiye uğratmıştı. Bu durumda İslâm ordusundan birçok kişi mağlup olmanın telâşıyla cepheyi terk etmeye başlayınca, Resûlullah (sav) de kendisini korumaya çalışan bir avuç sahâbe ile yalnız kalmıştı.

Böyle bir anda elbette ki Efendimiz (sav)’i kanlarının son damlasına kadar koruyacak askerleri vardı. Fakat içlerinden birisi farklıydı. O, Hz. Nesîbe (r.anhâ) idi.



Hz. Nesîbe, o anı şöyle anlatıyor: “Ben, kocam ve iki oğlum Resûlullah Aleyhisselâtü Vesselam’ın önünde çarpışıyor, müşrikleri ondan uzaklaştırmaya çalışıyorduk. Resûlullah, benim yanımda kalkan bulunmadığını gördü. Yanında kalkan bulunan birisine: ‘Ey kalkan sâhibi! Kalkanını çarpışana bırak!’ buyurdu.

Bırakınca onu Allahın Resûlü aldı, ben de ondan alıp kalkanla korundum. Ancak at üzerinde bir adam gelip bana bir kılıç darbesi indirdi. Ben de onun atının ayaklarına kılıçla vurunca, at arkasının üzerine yıkıldı. Peygamberimiz (asm): ‘(Ey Ümmü) Ümâre’nin oğlu! Annene, annene yardım et!’ diyerek oğluma seslendi. Oğlum bana yardım edince, müşriki öldürdüm. Müslümanlar Resûlullah (asm)’ın yanından uzaklaştıkları zaman, İbn Kamia: ‘Bana Muhammed’i gösterin! Eğer o kurtulursa, ben kurtulmam!’ diyordu. Bunun üzerine, ben, sancaktar Mus’ab b. Umeyr ve Resûlullah (asm)’ın yanında sebat eden bazı sahâbeler, Resûlullah (asm)’ın önüne gerildik. İşte o zaman, İbn Kamia kılıçla vurup beni de ağır şekilde yaraladı. Ben de ona kılıçla darbeler indirdim. Fakat Allah düşmanının üzerinde iki kat zırh gömlek bulunuyordu.”


Hz Nesîbe’nin yara aldığını gören Efendimiz (sav) Nesîbe Hâtun’un oğlu Abdullah’a “Annenin yarasını sar! Senin annenin makamı, filan ve filanların makamından hayırlıdır. Senin makamın da filan ve filanların makamından hayırlıdır. Allah sizin ev halkınıza rahmet etsin!” buyurdu. Hz. Nesîbe, Peygamberimiz (asm)’a: “Allah’a duâ et de, Cennette sana komşu olalım” dedi. Peygamberimiz (asm): “Allah’ım! Bunları bana Cennette komşu ve arkadaş et!” diyerek duâ etti. Hz. Nesîbe, bunun üzerine “Bu bana yeter! Artık dünyada ne musîbet gelirse gelsin! Hiç ehemmiyeti yok.” diyerek sevincini açığa vurdu.

Ümmü Umâre künyesi ile tanınan Nesîbe binti Ka’b Medine’liydi. Ömrünü Allah ve Resûlü uğrunda cihatlarla geçirmiş kahraman bir hanımdı. Ne zaman ve nerede vefat ettiği bilinmemekle beraber kabrinin Bâkî kabristanında bulunduğu rivayet edilmektedir. Allah, ondan razı olsun. Rabbimiz bizleri de şefaatine nâil eylesin. Âmîn

Annelik Hakkı


“Peygamber Efendimiz’in (asm) sahâbelerinden olan Hz. Alkâme (ra) çokça namaza düşkün, hayır ve hasenâtı pek sever birisiydi. Tutulduğu ağır bir hastalık kendisini ölümle karşı karşıya getirdi ve Hz.Alkâme son nefeslerini yaşamaya başladı.

İşte o sırada orada bulunan Hz.Ali (ra) ne kadar kelime-i şehâdet getirirse getirsin Alkâme’nin bir türlü dili açılmıyordu. Durumu haber alan Peygamberimiz, Alkâme’nin yaşlı anne babasının olup olmadığını sordu. İhtiyar bir annesinin olduğunu duyunca annesinin oğluna dargın olmasından dolayı Alkâme’nin dilinin açılmadığını söyledi. Hakîkaten de annesine sordu, annesi de oğluna dargın olduğunu söyledi.


Bunun üzerine Peygamberimiz (asm) sahâbelerine, “Gidiniz, odun ve çalı çırpı getiriniz, Alkâme’yi yakacağım!” diyince Alkâme’nin annesi üzüntüsünden ağlamaya başladı.


Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz: “Allah’ın azâbı çok şiddetli ve devamlıdır. Dünya ateşine hiç mi hiç benzemez. Sen eğer evlâdının ateşte yanmasını istemiyorsan, Alkâme’den hoşnut ve râzı olmalısın. Ve annelik hakkını ona helâl etmelisin, tâ ki evlâdın, ciğerpâren Cehennem ateşinde yanmasın. Nefsim kudret elinde olan Rabbime yemin ederim ki... Sen eğer Alkâme’ye hakkını helâl etmezsen ondan hoşnut ve râzı olmazsan, onun namaz ve duâsı hayır ve sadakası onu aslâ azaptan kurtarmaz. İşte bak böyle dili tutulur ve son nefesinde kelime-i şehâdet getiremez!”


Bunları duyan merhametli anne ise şöyle yalvardı: “Ya Resûlâllah! Allah’ı ve seni ve bu etrafındaki mübârek Sahâbe-i Kirâmı şahit tutarım ki ben oğlum Alkâme’den râzı oldum ve ona annelik hakkımı helâl ettim, helâl ettim, helâl ettim! Âhirette oğlumdan dâvâcı olmayacağım” dedi.

Tam bu sırada Peygamberimiz (asm) Hz.Bilâl’i (ra) Alkâme’nin yanına gönderdi. Hz. Bilâl hayretler içerisinde kaldı. Alkâme gürül gürül Kelime-i Şehâdet getiriyordu.”
(Kitab-u’l-Kebâir, Zehebî, s.44)

Misvak: fıtrî diş macunu ve fırçası


Misvak, Babilliler tarafından 7000 yıl önce kullanılıyordu. Eski Yunanlılar, Romalılar, Yahudiler, Mısırlılar misvakı kullanmışlardır. Kimyasal analizi yapıldığında (Salvadora persica) trimethylamine, salvadorine, chlorides, fluoride yanısıra fazla miktarda silica, sulphur, vitamin C, ve daha az miktarda tannins, saponins, flavenoids, ve sterols içerdiği anlaşılmıştır.

Misvak Arak ağacının (Salvadora Persica) kökünden, sapından, dallarından ve kabuğundan hazırlanabilir. Arak ağacından başka ağaçlardan hazırlanan misvaklarında en az modern diş fırçaları kadar diş temizliğinde etkili olduğu gösterilmiştir. Arak ağacı Suudi Arabistan, Sudan, Mısırın güneyi, Çad ve Hindistan’ın doğu bölgelerinde yetişir. Müslümanlar bu Arak ağacını bulamazlarsa diğer ağaçları da aynı amaçla kullanabilirler. Mesela Hindistan’da Nim ağacı, Fas’da ağaç kabuğu şeritleri kullanılmaktadır. Kimyasal analizlerde 19 tane madde saptanmıştır ki bunlar diş sağlığı için faydalıdır.


Misvak fıtrî antiseptiktir. Bakteri öldürme özelliğine sahiptir. Ağızdaki zararlı mikropları ortadan kaldırır. İçindeki ‘tannic acid’ kanamayı durdurma etkisi gösterir, diş etlerini hastalıklardan korur. Yine içindeki ‘aromatic oils’ tükürük salgısını artırır, tükürük salınımının artmış olması diş sağlığı için iyidir. Bu, daha iyi temizlik ve daha az çürük demektir. Antiseptik içerdiği için, misvakın ayrıca temizlenmesine gerek yoktur. Diş fırçasının diş aralarında ulaşamadığı yerlere daha kolay ulaşır. Çünkü ucundaki fırçalar elle tutulan kısım ile paraleldir.

Günde 5 kez misvak kullanılırsa dişlerde plak oluşmasını ve dişeti iltihabını önlemektedir. Misvak kullanıcılarda dişeti kanaması fırça kullananlara göre daha az oranda olmaktadır. Misvak kullanıcılarda diş taşı oluşumu da az olmaktadır.
Misvak içinde ‘chloride’ ve ‘silica’ vardır. Piyasada diş parlatıcılarının içinde % 10 silika vardır. Bu madde dişlerde taş oluşmasını önler. Misvak içinde bulunan ‘thiocyanate (SCN) maddesi diş çürümesine yol açan ‘S. Mutans’ı ortadan kaldırır.

Bir çalışmada; misvak içindeki ‘chloride’in tükrük pH’sını düşürerek ‘nitrit’in mikrop öldürme özelliğini artırdığı anlaşılmıştır. Misvakın mikrop öldürme ve zayıf iltihap önleyici özelliği kök ve dallarındaki ‘beta sitosterol’, ‘SO4²c’ ‘Clc’ maddelerine bağlı olduğu düşünülmektedir. Misvak ‘S. faecalis, P. aeruginosa, Actinomyces ve Staph. Aureus’ gibi önemli mikropları içindeki nitrat ve yüksek klor nedeniyle ortamı asitleştirdiği ve ortadan kaldırdığı düşünülmektedir. Bu çalışma ile dişlerde plak oluşmasının misvak kullanımı ile daha az oranda görüldüğü anlaşılmaktadır. Bu çalışma ile anlaşılmıştır ki; Kikar (Acacia arabica) (Pakistan’dan bir ağaç) ve Arak (Salvadora persica) (Suudi Arabistan misvak ağacı) ‘Streptococcc cus fecalis’ mikrobuna karşı antimikrobial (mikrop öldürücü) özelliğe sahiptir.

Misvak stres’e bağlı gelişen ülserleri önlemede etkilidir. Misvak içeriği verilen hayvanların mide mukozası tekrar normale dönmektedir. Misvak ve benzeri çiğneme çubukları ‘strept mutans’ ve ‘strept faecalis’ mikroplarını ortadan kaldırmaktadır. Misvağın (Arak) ‘Strept faecalis’ adlı mikrop üzerindeki önleyici etkisi çok daha uzun sürmektedir. Misvak çok hızlı bir şekilde mikrop öldürme özelliğine sahiptir. Misvak 48 saat süreyle mantarları öldürme özelliğini korumaktadır. Bu özelliği büyük ihtimalle içindeki ‘chlorine, trimethylamine, alkaloid resin, ve sulphur compounds’ larına bağlıdır.

Böbrek nakli yapılan hastaların ağız bakımlarında misvak üstünlük göstermektedir. Misvak kullanan hastaların ağzında daha az mantar görülmektedir.

Misvak ağacının yapraklarında ve köklerinde Sıtma mikrobunu (Plasmodium falciparum NF54 suşu) ortadan kaldıran maddeler bulunmaktadır. (antiplasmodial activity) S. Persica hayvan deneylerinde 30 gün içinde kolesterol ve LDL’yi düşürmektedir.


Kaynaklar:



1-The Journal of Contemporary Dental Practice, Volume 3, No. 3, August 15, 2002

2-Acta Odontol Scand. 2000 Periodontal status of adult Sudanese habitual users of miswak chewing sticks or toothbrushes.

3-3.Quintessence Int. 1990 The relationship between chewing sticks (Miswak) and periodontal health. 2. Relationship to plaque, gingivitis,pocket depth, and attachment loss.

4-Odontostomatol Trop. 2001The antimicrobial effects of seven different types of Asian chewingsticks.

5-5.Phytomedicine. 1999 Antiulcer activity of Salvadora persica L.: structural modifications

6-6.Indian J Dent Res. 1999 The antimicrobial effects of extracts of Azadirachta indica (Neem)and Salvadora persica (Arak) chewing sticks.

7-7.J Contemp Dent Pract. 2004 The immediate antimicrobial effect of a toothbrush and miswak on cariogenic bacteria: a clinical study.


8-The Journal of Contemporary Dental Practice, Volume 5, No. 1, February 15, 2004

9-Microbios. 1994 Effect of aqueous extract of miswak on the in vitro growth of Candida albicans.

10-Oral Surg Oral Med Oral Pathol Oral Radiol Endod. 2002 Oral fungal colonization and oral candidiasis in renal transplant patients: the relationship to Miswak use

11-J Ethnopharmacol. 2002 Evaluation of selected Sudanese medicinal plants for their in vitro activity against hemoflagellates, selected bacteria, HIVc1cRT and tyrosine kinase inhibitory, and for cytotoxicity.

12-Phytomedicine. 1999 Salvadora persica L.: hypolipidemic activity on experimental hypercholesterolemia in rat.

13-Clin Prev Dent. 1990 Meswak chewing stick versus conventional toothbrush as an oral hygiene aid.

Cennet emeklilik kadar yakın değil mi?



Nice kişiler vardır ki âhiret hayatına, lezzetlerine ve keyiflerine “uzak” diyerek tâlip olmazlar. Fakat aynı insanlar emekliliğe, bir apartman dairesine, bir parça toprak olan arsaya, bir kısım makam ve mevkîlere ömürlerinin sonunda ulaştıkları halde hiç gocunmazlar ve uzak demezler.

Hatta bu uğurda çekmedikleri çile, görmedikleri cefâ kalmaz. Çok büyük yatırımlarla, emeklerle, gayretlerle ve mücadelelerle ömür sermayelerinin tamamını harcayarak gece-gündüz demeden kan-ter içinde uğraşırlar. Bu uğurda âdeta güneşi tanımazlar, çocuklarına doymazlar, uykuya kanmazlar, âileleri ile gurbettekiler gibidirler. İşin çok ilginç yanı bu hedeflerini elde etme garantileri yoktur. Çokları tam “ulaştım” dediği anda “Bütün nefisler ölümü tadacaktır!” gerçeği ile karşılaşmıştır.

Bu kadar gayretle koşuşturmanın ve her şeyi bu uğurda harcamanın neticesi, eğer mümkün olursa beş on sene mutluluk ve çoğu zaman da ayın sonunu zor getiren bir maaştır. Emeklilik ikramiyesi ile eline geçecek olan da (eğer daha önce birikim varsa) orta halli bir araba veya iki gözlü bir apartman dairesidir. Fakat pek kısa bir zaman sonra biriktirdiği her şeyi bırakarak anne, baba, kardeş, hanım ve çocuk dâhil hiçbir dost ve yakının bulunmadığı yalnızlık ve gurbet diyarı olan mezaristana yapayalnız ve hazırlıksız olarak gitmek var!

Hâlbuki “uzak” denilen âhiretin bâkî lezzetleri ve menfaatleri ki her hak edene îman mukâbilinde bu dünya yüzü kadar bağlar ve saraylarla süslü, bâkî, daimî bir tarla ve mülkü kazandırıyor. Bu bâkî menfaatler ise bazen emeklilikten daha yakın, bazen onunla beraber, bazen de kısa zaman sonra elde ediliyor. Peki, bunları kazanmak için ödenmesi gereken fiyat nedir? Yalnız birkaç haramı terk etmek... Zaten helâl dairesi geniş ve keyfe kâfi olduğundan harama girmeye hiç lüzum yok. Her günde beş vakte taksim edilmiş toplam bir saate sığan namazı kılmak, yılın bir ayında yaklaşık 15 gün aç kalmak (Çünkü günün tamamını oruç tutarak geçirmiyoruz) gibi hafif ve az olan farzları yerine getirmekten ibarettir.

Neredeyse Cennet kadar uzak olan emekliliğe, tek bir daireye, arsaya, makam ve mevkîlere (bırakıp terk edileceği bilindiği halde) çok büyük yatırımlarla çok büyük gayretler sarf eden, âhiret hayatına uzak derse, “İnsanın kendi kendine yaptığını dünya toplansa ona yapamaz” sözünü doğrulamaz mı? Bu davranış haklı ve mantıklı bir hareket olur mu?

Bir hadis-i şerifte meâlen şöyle buyrulmuştur: Kabir Cennet bahçelerinden bir bahçe veyahut Cehennem çukurlarından bir çukurdur.

Denizin dibindeki inciler !


Bir kimsenin bizim vâsıtamızla Rabbimizi tanıması bizim için tonlarca altın ve gümüşlere sahip olmaktan daha iyidir. Öyle ise bu manevî hazineden ellerimizi doldurmamız icap eder. Denizin dibinde duran, ister inci olsun isterse taş; farkı yoktur. Denizin dibindeki incileri çıkar ki senin olsun!

Allah’ın dînine hizmet noktasında bizlere düşen, üzerimize terettüp eden vazifeleri bihakkın yapmaya çalışmaktır. Kur’ân ve îman hizmetinde bulunmak en büyük ibâdettir. Öyle ise çalışmalarımıza ibâdet şuuru ve anlayışıyla devam etmemiz icap eder. Bedîüzzaman Hazretleri’nin ifâdesiyle; bizim vazîfemiz, yalnız kendi îmânımızı kurtarmak değil; başkalarının îmanlarını da muhafazaya çalışmaktır. Bu vazife ile mükellefiz. Bu mükellefiyeti, hizmeti her şeyin üstünde tutarak ve de hizmete ciddi devam ile îfâ edebiliriz.

Peygamber Efendimiz (asm)’nin, İslâmiyeti insanlara ulaştırma, bütün insanları îman nûruyla hidâyet yoluna eriştirme noktasında gece-gündüz çalıştığı hepimizin malûmudur. Öyle ki vazife mes’uliyetiyle kendini harap edecek hâle geldiğini Rabbimizden öğreniyoruz: “Ey Resûlüm! Sen (onlar) mü’min kimseler olmayacaklar diye neredeyse kendi nefsini helâk edeceksin. Dilesek onlara gökten bir mucize indiririz de boyunları ona eğilip kalanlar olarak (inanmaya mecbur) olurlar.” (Şuarâ; 3,4)


Rabbimiz, Peygamber Efendimize ihsânı olan dâvâ şuurunu, gayretini, azmini, ciddiyetini, şevkini bizlere de ihsan etsin. Muvaffakiyetimizi artırsın; zira İslâmiyet’e hizmete şevkle çalışmak, bu hizmette muvaffak olmak, istikâmetli düşünmek ve ihlâsla hizmet etmek Rabbimizin en büyük ihsanlarındandır. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri’nin ifâdesiyle; “neşr-i envâr-ı Kur’ân’iyedeki muvaffakiyet, gayret ve şevk bir ikrâm-ı ilâhîdir, belki bir kerâmet-i Kur’âniye, bir inâyet-i Rabbâniyedir.”

İKİ VAZÎFEYİ KARIŞTIRMAYALIM!

Cenâb-ı Hak bazı kimseler için hayır ve iyilik diler, onlar için güzellikler takdir eder. Bazılarını da o güzelliklere bir vesîle, bir aracı kılar. Allah hidâyetini kullarına doğrudan ulaştırabilirdi. Hâlbuki biz kullarını vesîle kılmak suretiyle bizleri de ihsanlara boğuyor. Ne mutlu o kimseye ki kendisine hayır ve iyilikler takdir edilmiştir; yine ne mutlu o kimseye ki hayra ve iyiliğe vesîle oluyor; yani Allah, takdir ettiği hayrı onun vâsıtasıyla karşı tarafa ulaştırıyor.

Vazifenin îfâsında gevşeklik veya tembellik olursa mesuliyet olur. Cenâb-ı Hak muhafaza etsin, bir de gaflet olursa mesuliyet daha da şiddetlenir. Şartlara uygun çalışmadan tevekkül edilmez. “Esbâba tevessül etmeden yapılan tevekkül tembelliktir.” Tarlaya tohum ekmeden ekin biçmek ne mümkün?

Bizler vazifemizi yaptıktan sonra Rabbimiz isterse ve hikmeti iktizâ ederse nasîbi olanlara bu hizmeti kabul ettirir. Vazifemizi yaptıktan sonra, “Niye şöyle oluyor? Niçin böyle olmuyor?” gibi sızlanmalar haddi aşmak olur ki kulluk âdâbına yakışmaz. Sebeplere başvurduktan sonra netîceye kanaatsizlik göstermek hırs olduğu için uygun değildir.

Bizler vazifemizi yapmakla mükellefiz; hidâyet Allah’tandır. Güneşi görünce bazı meyvelerin olgunlaşıp bazılarının çürüdüğü gibi, birçok insan Peygamber Efendimizi görmüş, Müslüman olmuş; bir kısım insanların da Peygamber Efendimizi görünce küfürleri artmıştır. Sahabe-i güzîn efendilerimizle aynı şehirde, onlarla iç içe yaşayıp onların üzerinde İslâmiyet’in güzelliklerini gördükleri halde îman etmemiş bir kısım insanlar olduğu gibi; uzak diyarlardan gelip de Müslüman olma şerefine nail olan nice bahtiyarlar olmuştur. Öyle ise hidâyet noktasında bizim hissemiz sadece vâsıta olmaktır.

İNSANIN OLDUĞU HER YERDE HİZMET VARDIR


Allah’ın dînine hizmet ederken şu iki hususu hiç hatırımızdan çıkarmamalıyız:

1. Hizmet için her ortamı ve durumu değerlendirmek gerekir. İnsanın olduğu her yerde hizmet potansiyeli vardır. Bazen olur ki otobüste kısa bir yolculuk, koca bir şehirde, kalabalık caddelerden daha fazla hizmete vesîle olabilir.

2. Bizlerde hizmet arzusu, isteği, aşkı, şevki olduktan sonra; o nurların aksedeceği mukâbil gönül aynalarını Cenâb-ı Hak denk getirir. Zira kader-i ilâhi her şeyi kuşatmıştır. Madem kader bizleri buluşturuyor; bizler de üzerimize terettüp eden vazifeyi yapmaya çalışmalıyız.

Bir kimsenin bizim vâsıtamızla Rabbimizi tanıması bizim için tonlarca altın ve gümüşlere sahip olmaktan daha iyidir. Öyle ise bu manevî hazineden ellerimizi doldurmamız icap eder. Denizin dibinde duran, ister inci olsun isterse taş; farkı yoktur. Denizin dibindeki incileri çıkar ki senin olsun!

Resûlullah (asm)’ın büyük inkılâbı


Geçen yazımızda Îsâ (as)’ın vazifesini “Gerçeğin Ruhu” diye tarif ettiği, yani bir hakîkî ve sâlih bir Peygambere bıraktığını ifade etmiştik. “Ne var ki O, yani Gerçeğin Ruhu gelince sizi her gerçeğe yöneltecek.” (Yuhanna, 16:13) Burada geçen “Ruh”un peygamberle eşanlamlı kullanıldığını, yine Yuhanna’nın mektubundan (1.mektup/Yuhanna, 4:1) nakletmiştik. Dolayısıyla “Gerçeğin Ruhu”, gerçek peygamber olması gerekir; öyle bir peygamber ki hakîkat onda teşahhus etsin.

Gerçekten de Peygamberimiz (asm) hayatı boyunca öyle şerefli, öyle çalışkan oldu ki o zamanki müşrikler dahi O’nu (asm) Sâdık ve Emîn diye isimlendirdiler, hayatında hiçbir sözünü tutmazlık etmedi. Ahmed Deedat, “Bütün hayatı, irşâdı onun hakîki peygamber olduğunun delîlidir.” diyor.


TAMAM HİDÂYET

Şimdi, başta zikredilen “Amma size daha çok söyleyeceklerim var (12... Sizi her gerçeğe yöneltecek (13)” (Yuhanna 16:12- 13) bu iki kısmı (altı çizilenleri) îzah edeceğiz.


Eğer muhatap Hıristiyan, hâlâ, “Gerçeğin Ruhu, Kutsal Ruh’tur” diyorsa o kimseye sorabiliriz: “ ‘Daha çok’ ve ‘Her gerçeğe’ birden fazla demek değil mi?” Eğer bu suâle tereddütle, duraksayarak cevap verirse, kitabı kapamalıyız; çünkü böylesiyle diyaloga devam etmenin hiçbir mânâsı yok!

Eğer aldığınız cevap tereddütsüz “evet” ise, konuşmaya devam edebiliriz. “Îsâ (as) O gelecek kimsenin (kendinin söylemediği) çok gerçekleri söyleyeceğini ve insanlığı her gerçeğe hidayet edeceğini ihbar etti. Bugün insanlık, çözüm beklediği birçok problemlerle karşı karşıyadır. Bize Îsâ (as)’ın bir takım kelimelerle söylemediği, fakat ısrar ettiğiniz kutsal Ruh’un iki bin yıl içinde yeni teklif ettiği bir problemin çözümünü söyleyin. Birçok yerine, sadece bir tane söyleyin! Kırk yıldır soruyorum, Kutsal Ruh’un ilham ettiği yeni bir gerçeği olan bir tek Hıristiyanla karşılaşmadım.” (Ahmed Deedat)

Hâlbuki söz verilen Müjdeci/Yardımcı “Her gerçeğe yöneltecek!” Yani problemlere çözüm getirecekti! Her bir kilise veya Hıristiyan mezhebi ve ‘Yeniden doğan’ grubu (Amerika’da sayıları 70 milyonu buldu), hepsi de Kutsal Rûh’un kendilerinde olduğunu iddia ediyorlar. Eğer Yuhanna’da geçen bu ihbar Kutsal Rûh’a bakıyorsa, o zaman biz de Kutsal Rûh’un otoritesiyle şu problemlere ne çözümler (en azından birisine) bulmuşlar diye soruyoruz: 1-Alkol, 2-Kumar, 3- Falcılık, 4-Puta tapma, 5-Irkçılık, 6- Kadın nüfusunun fazlalığı ve benzerleri.

Alkol problemi: İstatistiklere göre Güney Afrika’da beyaz azınlık diğer ırklara göre beş kat fazla alkolikmiş. Jimmy Swegart’a (meşhur eski tele-vaiz) göre Amerika’da on bir milyon alkolik ve kırk dört milyon da aşırı içici varmış. İyi bir Müslümanın düşüneceği gibi, ikisi arasc sında fark görmediğini Swegart belirtmiş. Alkolizm, gerçekten dünya çapında bir problemdir. Kutsal Ruh ise herhangi bir kilise vasıtasıyla bu kötülüklerin anasına karşı henüz bir ilanda bulunmadı! Tam aksine, Hıristiyan âlemi tahrif edilmiş Kutsal Kitaplarında verilen üç cümleyle bu alkolizme göz kırpıyorlar: (a) İçkiyi çaresize, şarabı kaygı çekene verin! İçsin ki yoksulluğunu unutsun, artık sefâletini anmasın! (Proverbs, 31: 6-7, Eski Ahit) (b) Yuhanna İncilinin (2:7–11) bölümündc de Îsâ (as)’ın mûcize olarak suyu şaraba dönüştürdüğünü anlatır. Bu iddia edilen ‘mûcizeden’ sonra Hıristiyanlar içinde içki su gibi akmaktadır. (c) Hıristiyanlığı gerçek tesis edici, kendi kendisini 13. havâri ilan eden Aziz Pavlus, yeni mühtc tedisine şöyle tavsiyede bulunur: “Artık sadece su içmekten vazgeç; miden ve sık sık baş gösteren rahatsızlıkların için biraz da şarap iç!” (Timuteyus, 5:23)

Hıristiyanlar bütün muharref Kutsal Kitap cümlelerinin feyiz verici, uyarıcı ve yukarıda verilen zehirleyici içkilerinin “Bilirsin ki: Sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak daimî kaldırabilir. Hâlbuki bak bu zât, büyük ve çok âdetleri; hem inatçı, mutaassıb büyük kavimlerden, zâhirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref’edip yerlerine öyle seceyâ-yı âliyeyi ki, dem ve damarlarına karışmış derecede sâbit olarak vaz’u tesbît eyliyor. Bunun gibi daha pek çok hârika icraatı yapıyor. İşte şu Asr-ı Saadet’i görmeyenlere Cezîret-ü’l-Arab’ı gözlerine sokuyoruz. Haydi, yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar. O zâtın, o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?” (Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri, Zülfikar, 19. Mektup) tavsiyesini –hâşâ- Allah’ın yanılmayan kelâmı olarak kabul ediyorlar. Kutsal Ruh’un (Ghost’un) Kutsal Kitap yazarlarına, böyle tehlikeli tavsiyeleri ilham ettiklerine inanmaktalar. Rahip Dummelow bu bablar için: “Eğer vücudun şarap gibi bir uyarıcıya ihtiyacı varsa, bunun vasat şekilde alınmasının doğru olacağını Kitap bize öğretiyor. ” diyor.

Bu illete tek cevap, ondan tamamen kaçınmaktır! Binlerce Hıristiyan rahiplerin, kilise ayinleri ve vaftiz esnasında, orta yollu yudumladıkları şaraplarla alkolizmin içine düştükleri bilinmektedir. İslâm ise diğer dinler arasında bütün zehirleyici içkileri yasaklayan tek dindir. Efendimiz Hz. Muhammed (asm): “Büyük miktarı sarhoşluk veren şeyin, küçük miktarı da yasaktır!” dedi. Bir ehl-i İslâm için küçük bir yudumun bile istisnası yoktur. Hak Kitap, Kur’ân-ı Hakîm, bu kötülüğü ve onunla beraber kumar ve falcılığı tek âyetle şiddetli kelimelerle yasaklayarak sonuç almıştır:


“Ey îmân edenler! Şarap, kumar, dikc kili taşlar (putlar) ve fal okları ancak şeytanc nın işinden birer pisliktir; öyleyse ondan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” (Kur’ân, 5:90)


Bu âyet indikten sonra, şarap fıçıları Medine sokaklarında bir daha dolmamak üzere boşaltıldı. Bu basit, açık direktif Müslümanları (diğer dînî gruplara kıyasc sen) istatistikî olarak, dünyanın en az alkc kolik cemiyeti yapmıştır.

ABD, İÇKİ YASAĞINA MUVAFFAK OLAMADI

ABD’de 1920 ile 1933 yılları arasında kilise gruplarının, kadın organizasyonlarının, Yeşilay cemiyeti ve meyhane karşıtı derneklerin uzun kampanyaları sonucu, içki ticareti, satışı ve tüketimini yasaklayan kanun çıkartıldı. 13 yıl uygulanan bu kanun toplumdaki içki tüketiminin önünc ne geçemediği gibi, organize suç şebekelc lerine güçlü finansal kaynak oluşturdu. Muvaffakiyetsizliğin halkta oluşturduğu hoşnutsuzluk, 1933 yılında kongrenin kanunu iptalini getirdi. İşte bu yıllarda meşhur mafya lideri Al-Capone ortaya çıktı.

Nasıl oluyor da ‘Gerçeğin Ruhu’ Hz. Muhammed (asm) alkol problemini bir âyetle çözerken, dev Amerika, milletinin beyin gücü ve hükümetinin parasıyla güçlü propaganda vasıtalarının desteği altc tında alkol yasağın başarılı olamadı? Kim Amerika’yı böyle bir kanun çıkarmaya zorladı? Hangi Arap ülkesi güçlü Amerika’ya karşı: “Bak alkolü yasakla, yoksa petrol vermeyiz!” dedi. O zaman petrol, Arapların kontrolünde değildi ki böyle politik bir girişim olabilsin. Amerika’nın aydınları arasında mevcut istatistiklere göre zihnî bir uyanış oldu ve bu zehir yasaklanmalı hükmüne vardılar. Fakat çoğunluğu Hıristiyan olan bu ülkede yine de muvaffak olamadılar. (“Çünkü yasak (kalbe, ruha) yetmiyordu.” H. İ.) Lâkin bu yasağın getireceği değişime, bahsi geçen âyetin gücü yetti, bu gücün kaynağını Thomas Carlyle şöyle açıklar:

“Eğer bir kitap kalpten (gönülden) geliyorsa, o diğer kalplere (gönüllere) ulaşacak yolu bulur. Bütün edebiyat ve yazarlık sanatı buna göre ehemmiyetsiz miktardır. Kur’ân’ın birincil karakteri onun içtenliği onun hakîkî kitap olmasındandır denilebilir.”

“O’nu (asm) peygamber diye çağırdılar, bunu mu söylersin? Neden onlarla yalın olarak yüz yüze durdu? Hiçbir esrarengiz kutsallığa bürünmeyerek (gizlenmedi), açıktan kendi ceketini yamayan, kendi ayakkabısını tamir eden; savaşan, tavsiyede bulunan, onların içinde emirler veren: O’nun (asm) nasıl bir şahıs olduğunu görmüşlerdi. O’nu beğendiğin ne ile çağırırsan çağır! Hiçbir imparatora görkemli tacıyla, bu zât (asm) kadar itaat edilmedi! Yirmi üç yıllık O’nun (asm) şiddetli yargılanmasında, O’nda (asm) gerçek bir kahraman için gerekli şeyleri buldum. (Thomas Carlyle, Kahraman ve Kahraman Tapınmalar, s. 93)

Hacılara velâyetten bir nasip var !



Bir hacı, ne kadar avamdan biri de olsa, manen yüksek mertebelere ulaşmış bir veli gibi umum yeryüzünün azametli Rabb’i olduğunun şuuruna vararak Allah’a yönelir. Çünkü hac davetiyle huzuruna çıktığı Rabbi’nin yalnızca kendi Rabb’i değil, belki dünyanın her tarafından aynı davete icâbet ederek koşup gelen milyonlarca hacıların da Rabb’i olduğunu ve hepsinin o yüce Zât’a kulluk etmeye geldiğini görmekle tam mânâsıyla hisseder.

Hacc-ı şerif, gücü yeten her Müslümanın üzerine farz olan bir ibâdettir. Cenâb-ı Hakk, Âl-i İmran Sûresi 97. âyetinde meâlen: “Yoluna gücü yeten kimse için o evi (Kâbe’yi) haccetmesi insanlar üzerinde Allah’ın bir hakkıdır.” buyurarak haccın Allah katındaki değerini insanların nazarına arz etmektedir. Hac, her hacının hayatında âdeta yeni bir tarih başlangıcı olur ve hacının üzerindeki müspet tesirleri bazen bir ömür boyu devam eder. Haccın, kişinin hem kendi şahsına, hem âlem-i İslâm’a bakan pek çok hayatî faydaları ve hikmetleri vardır. Risâle-i Nûr’un On altıncı Söz’ünde haccın gayet latif ve kıymettar bir nüktesine meâlen şöyle işâret edilmiştir:


Nasıl ki sıradan bir asker husûsî bir bayram gününde padişahın bayramına gider ve lütuflarına mahzar olur. Ve orada gördüğü, pek çok insanların iştiraki ile icra olunan resm-i geçitler, haşmetli merasimler ve pek cömertçe ikramlar, o askerin, sultanın haşmetini daha yakından görmesine ve daha yüksek mertebelerde o haşmeti anlamasına, hissetmesine ve zevk almasına sebep olur.


Aynen onun gibi; bir hacı, ne kadar avamdan biri de olsa, manen yüksek mertebelere ulaşmış bir veli gibi umum yeryüzünün azametli Rabb’i olduğunun şuuruna vararak Allah’a yönelir. Çünkü hac davetiyle huzuruna çıktığı Rabbi’nin yalnızca kendi Rabb’i değil, belki dünyanın her tarafından aynı davete icâbet ederek koşup gelen milyonlarca hacıların da Rabb’i olduğunu ve hepsinin o yüce Zât’a kulluk etmeye geldiğini görmekle tam mânâsıyla hisseder. Ve Kâbe, Mescid-i Haram, Müzdelife, Mina ve bilhassa Arafat gibi mübarek mekânlarda bütün o milyonlarca hacı birlikte tek bir Rabb’e yalvarıp ibâdet etmekte olduğunu görmesiyle kendi kalbiyle husûsî müteveccih olduğu Rabb’inin aslında bütün insanların ve umum kürre-i arzın Rabb’i olduğunu aynen bir velînin anladığı gibi anlamaya ve evliyânın tattıkları manevî hâllerin ve zevklerin benzerlerini tatmaya başlar. Bu şekilde, Cenâb-ı Vâhib-ül Atayâ Hazretleri, her bir mü’min kuluna velâyetin, Allah’a yakın olmanın ve gerçek kulluğun nasıl ulvî bir saadet olduğunu bir nebze tattırmış olur.


Ve o mübarek makamlarda kalbine ve hayaline açılan geniş kulluk daireleri, Allah’ın Kibriya, azamet ve büyüklük mertebeleri ve pek çok tecellîler o hacının ruhunda manevî bir hararet, hayret, dehşet ve heybet altında kalmak gibi pek çok coşkun hissiyatın inkişâfına sebep olur. Bu ulvî hisleri hem teskin edecek ve hem de îlan edecek olan yalnız ‘Allâhü Ekber’ ‘Allâhü Ekber’ kelimeleridir. İşte Hacda pek kesretli ‘Allâhü Ekber’ denilmesinin sırrı da budur.

İşte bu ulvî, kudsî lezzetleri tadan hacılar döndükten sonra; artık Allah’ın sevdiği bir kul olmak, onun rızasını kazanmak ve istikametten ayrılmamak için daha bir şevk ve iştiyakla çaba sarf ederler.

Bir misyonerle kurban sohbeti: Kurban gerçeği



Amerikalı bir misyonerle yaptığımız uzun bir münazâranın sonunda, sorduğu suâline verdiğim şu mânâdaki cevabı, Kurban Bayramı münâsebetiyle sizlerle paylaşmak istiyorum.

Birçok meseleyi tartıştıktan sonra misyoner:

—Acaba Kur’ân, sevgi ve muhabbete ne derece önem veriyor? diye sordu.



Ben de ona cevaben:

— Kur’ân, sevgi ve muhabbete, Kur’ân’ın temel esaslarından birisiymiş gibi kıymet veriyor. Bedîüzzaman Hazretleri de Kur’ân’ın nazarında ehemmiyetli olan sevgiyi şu şekilde ifade ediyor: “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur”, dedim. Yine dedi ki:

— Madem Kur’ân sevgiye bu kadar kıymet veriyor. Kurban Bayramında bu kadar hayvanın, acımaksızın kesilmesi, nasıl muhabbet olur? Eğer dediğiniz gibi, İslâmiyet bir sevgi dîni olsaydı, her sene bunca hayvanın katline müsaade etmeyecekti. Cevaben dedim ki:

— Siz gayr-ı Müslimler, sevgiden bahsedersiniz. Sanki o sevgi dünyadaki en mühim meselenizmiş gibi, sizden başkasının sevgiyi bilip yaşamadığını iddia edersiniz. Bir balinayı kurtarmak için binlerce dolar harcayarak, sevginin sancağını taşıyormuşsunuz gibi görünmeye çalışıyorsunuz. Hâlbuki dünyada kadın-çocuk demeden yapılan bütün katliâmları, cinayetleri ve zulümleri de siz yapıyorsunuz. Örnek mi istersiniz? İşte Irak, Vietnam, Bosna-Hersek, Filistin, Afganistan, Çeçenistan ve daha pek çok örnek verebiliriz. Bu kadar insanları kadın-çocuk demeden, hunharca öldürenlerin, hayvanlara karşı sevgiyi iddia etmeleri, onların sevgiden ne kadar uzak olduklarını göstermiyor mu? Bu iddianın doğru olabilmesi için söylediğiniz şekilde yaşamanız lazım gelirdi. Hâlbuki fiiliyatınız sizi yalanlıyor.

O da bana:

— Biz de sizin gibi bunları kabul etmiyoruz zaten, dedi.

Ben de ona dedim ki:

— Kişisel olarak bunu kabul etmemek bir şey ifade etmiyor. İçinde bulunduğunuz millet olarak bu zulmü yapıyorsunuz. İster kabul ediniz, ister etmeyiniz, bunu yapan sizlersiniz, deyince sustu, bir şey diyemedi.

— Kurbana gelince, İslâmiyet sevgi dînidir dedik ya, elbette her şeyden evvel varlıklar içinde, eşref-i mahlûkat olan insanları sevmek lazımdır. Ondan sonra hayvanlar ve diğer varlıklar gelir. Zaten Cenâb-ı Hakk hayvanları ve bütün varlıkları insanlara faydalı olsunlar diye yaratmıştır. O hayvanlardan istifade etmek, fıtrî ihtiyaca binâen herkesin yaşadığı bir hakîkattir. Kurban Bayramında o hayvanı kesmesek, sair günlerde o hayvan yine kesilmeyecek mi? Kurban Bayramı gününde kesilince katliâm denilmesi, diğer günlerde kesilince normal kabul edilmesi, kişilerin art niyetlerinden kaynaklanmıyor mu? Bu durum İslâmiyet’e karşı kin ve nefretin bir neticesi değil midir?

Evet, herkes parasını, hayvanını sever. Hiç kimse hayvanını sevmediğinden kesmiyor. Elbette Müslümanlar da mallarını seviyorlar. Fakat insanları daha çok sevdiklerinden, mallarına karşı olan sevgiyi, insanlara karşı olan sevgi uğrunda fedâ ediyorlar. Çünkü hiçbir zaman, toplumun hayat standartlarının aynı seviyede olması mümkün olmamıştır. Bazen sene boyunca bir lokma et bulamayan insanlarımız ve âileler vardır. İslâmiyet o insanların istifadesi için, şefkat ve muhabbetin gereği olarak, imkânı olanlara Kurban Bayramında kurban kesmeyi emretmiştir. Ve aynı zamanda o kurbanın üçte ikisini muhtaç olanlara dağıtmayı tavsiye etmiştir. İşte her akl-ı selim sahibi olan insan, bu muameleden İslâmiyet’in nasıl bir sevgi dîni olduğunu anlar.

Bu cevaptan sonra iknâ oldu ve şunu itiraf etti:

— Şimdiye kadar görüştüğüm Müslümanlardan hiç birinin, aklın kabul edeceği, ilmî delillerle sizin konuştuğunuz gibi konuştuğunu görmedim. Ben de ona dedim ki:

— Bundan sonra haftada bir gün bir araya gelelim, konuşalım. Benim anlattıklarımdan yanlış olduğunu ispat ettiklerinden ben vazgeçeyim; doğruluğunu benim ispat ettiklerimi de sen kabul et. Senin anlattıklarından ispat ettiklerini ben kabul edeyim; yanlış olduğunu ispat ettiklerimden ise sen vazgeç. Böylece hissiyatlarımızı değil, aklımızı, delil ve burhanları esas yaparak konuşursak hak ve hakikati buluruz. O da kabul etti. Görülen şu ki, ilk karşılaşmamızda gösterdiği taassub ve inad kırılmıştı.

— Sizin için duâ edeyim, dedi.

— Tamam, olur, dedim. İsterseniz şimdi ben duâ edeyim siz de âmin deyiniz:


Rabbimizden, hak ve hakikati bize de ona da göstermesini duâ ve niyaz ettik. O da âmîn dedi. Maalesef, uzun zamandan beri misyoner olarak burada görev yaptığı halde, her halde arkadaşlarıyla görüşmüş olmalı ki, durumunu fark ettiklerinden, yaklaşık bir hafta sonra bir daha dönememek üzere onu Amerika’ya gönderdiler.

"Türkçe Kur'ân" olmaz!


Rabbimizin “Şüphesiz ki biz onu, anlayasınız diye Arapça bir Kur’ân olarak indirdik” buyurmuş olması, Kur’ân’ın Arapça okunması gereğini açıkça ifade etmektedir kanaatindeyim. Gerçi böyle bir suali soran kişinin kastı da, aksi olmasa gerektir. Öyleyse nedir?

Bu mesele iki cihetle ele alınıp, ona göre değerlendirilmek durumundadır. Bunlardan birisi, Kur’ân Latin harfleriyle ifade edilebilir ve okunabilir mi? Diğeri, meâl ve tercüme Kur’ân’ın yerini tutabilir mi?

LATİN HARFLERİYLE YAZILAN KUR’ÂN


“Kur’ân, Cenab-ı Hakk’ın Hz. Muhammed (sav)’e Cebrâil (as) aracılığı ile indirdiği mânâya delalet eden elfazın (nazm-ı münzel’in) ismidir. Sadece mânâ olarak değil, Resûlullah (sav)’in kalbine elfazı ile indirilmiştir. Bu itibarla bu elfazdan anlaşılan ve başka lafızlarla (sözlerle) ifade edilen mânâ Kur’ân değildir.” Dolayısıyla, Kur’ân’ın harfleri Latin harfleri ile ifade edilse ve okunmaya çalışılsa, birçok yanlışlıklara sebebiyet verecektir. Hatta bazı kelimelerin mânâsı değişecektir. Mesela خالق kelimesi Latince ile ifade edilmek istenildiğinde, Arapçadaki üç “he” sesine mukabil, bir tek “h” harfi ile karşılaşılacaktır. Hâlbuki خالق kelimesi, Arapçadaki “he” seslerinden hangisi ile yazılsa mânâ değişecek, farklılık arz edecektir.

Türkçe Kur’ân’dan kastımız bu ise, anlaşılıyor ki, Kur’ân’ı bu tarzda okumaya çalışmak, arzu edilen ibâdet ve ahlâka uygun gelmemektedir. Kur’ân’ı Arapça okumayı öğrenmek, bilumum Arapça öğrenmekle aynı değildir. Yani Kur’ân okumayı asli harflerinden okuyabilecek şekilde öğrenmeye çalışmak, gözümüzde büyüttüğümüz gibi zor değildir. Bu cihetle Kur’ân’ı, mümkün olduğu kadar aslından öğrenmeye ve okumaya gayret etmeliyiz. Zira Rabbimizin rızâsı bunda olduğu, yine Kur’ân’ın âyetlerinden anlaşılmaktadır. “Bu, bilecek bir kavim için, Arapça bir Kur’ân olarak âyetleri açıklanmış bir kitaptır.”

TERCÜME VE MEÂL


Kur’ân’ı Türkçe okumaktan kasıt tercüme ve meâl ise, burada da iki noktaya temas etmek lüzumu vardır. Birincisi: Kur’ân’ı, namazda ve ibâdet kastıyla, tercümesinden ve meâlinden okumak caiz değildir. İkincisi: Rabbimizin emir ve yasaklarını öğrenmek, bizden arzularını bilmek niyetiyle okumaktır ki; tervic edilen bir husustur, makbuldür ve sevaptır.

Bununla beraber, meâl ve tercüme hiçbir cihetle Kur’ân’ın yerine ikame edilemez ve Kur’ân addedilemez. Kur’ân’ın aslı tamamen ortadan kaldırılıp, tercümesi yerine konularak, “İşte bu Kur’ân’dır” denilemez! Zira “Kur’ân’ın hakîkî tercümesi kaabil değildir ve lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabî yerinde Kur’ân’ın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisan muhafaza edemez ve her bir harfi, on adetten bine kadar sevap veren kelimât-ı Kur’âniyenin mucizâne ve cem’iyetli tâbirleri yerini, beşerin âdî ve cüz’î tercümeleri tutamaz, onun yerinde câmilerde okunmaz”

“Kur’ânın i’câzı tahrifine bir seddir. Evet, madem Kur’ân mucizedir, beşer onun taklîdini yapamaz. Âyetleri başka kelâmlar ile tebdil edilmek suretiyle tahrif ve tağyiri mümkün değildir. Çünkü müfessirler, müellifler, mütercimler, muharref üslûplarını ve kisvelerini âyâtın kisvesiyle iltibas ettiremezler. Âyetlerde i’caz damgası vardır. O damganın altında olmayan kelâmlar âyet addedilemezler. Öyle ise Kur’ân’daki i’caz, tahrif ve tağyiri kabul etmez.”

Yukarıdaki ifadelerden de anlaşıldığı üzere, başka kelâmlar ve lafızlar hiçbir suretle Kur’ân’ın yerini tutamazlar. Çünkü Kur’ân’ın i’cazı buna müsaade etmez. Zira Kur’ân mucizedir.

TÜRKÇE İBADET


Bu meselede duâ ve namaz birbirine karıştırılmamalıdır. Hangi ırktan ve dilden olursa olsun her insan, kendi lisanıyla Cenab-ı Hakk’a yalvarıp arzu ve isteklerini dile getirebilir. Makbuliyet cihetiyle Rasûlüllah’ı taklid etmek suretiyle veya direkt Kur’ân’dan alınmış ifadelerle de duâ edebilir.

Fakat namaz bundan farklıdır. Hangi dil ve ırktan olursa olsun herkes, Müslüman olmak şartıyla, namaz ibâdetini Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in öğrettiği şekliyle yapmakla mükelleftir. Bunun aksini iddia edip aslını terk ettirmek, Allah muhafaza dini terk ettirmektir.

Ve biz kendine Müslüman diyenler “Dünyanın bir menfaati için, bir günde elli kelime Firengî lügatından taallüm ettiği(miz) hâlde; elli senede ve her günde elli defa tekrar ettiği(miz) Sübhânallâh, Elhamdülillâh ve Lâ ilâhe İllallah ve Allâhü Ekber gibi mukaddes kelimeleri öğrenmezse(k)” fazlaca insafsızlık etmiş olmaz mıyız?

http://kuzucuk.wordpress.com
Fussilet Sûresi, 3
Bedîüzzaman Said Nursi, Şualar-I, Osmanlıca Nüsha, 241
Bedîüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Osmanlıca Nüsha, 80
Bedîüzzaman Said Nursi, Mektubat-II, Osmanlıca Nüsha, 284

Kur’ân’da Temsil Metodu



Temsil, iki şey arasındaki benzerliğe dayanıp birisi hakkında verilen bir hükmü diğeri hakkında da vermektir veya bilinmeyen çıplak bir hakikati ona benzeyen başka bir şeyle kıyaslamak ve o mücerred hakikati bu vesileyle idrak ettirmek demektir.

Temsillerin insanlar üzerinde çok büyük etkileri vardır. Duygular, temsilin canlandırma yönünden etkilenirken, akıl da bilmediği bir şeyi temsilin kıyas yönünden öğrenir. İrşad mesleğinde ve tebliğde temsilin tartışma götürmez bir yeri vardır ve insanlar ince hakikatleri ve sırları daha çok kıyas ve temsiller yoluyla öğrenirler.


Temsil, İ’câz-ı Kur’ân’ın parlak bir aynasıdır. Kur’an en büyük mürşiddir. İrşadın tam ve faydalı olmasının birinci şartı muhatabın seviyesine göre hareket etmektir. İnsanların ekseriyeti avamdır. Avam ise hakikatleri çıplak olarak göremez, ancak onlarca bilinen ve alışılmış elbise altında görebilir. Bunun içindir ki Kur’ân-ı Kerîm yüksek hakikatleri temsillerin dürbünü ile insanların anlayışlarına yakınlaştırmıştır.

Zümer Sûresi 27. âyette Rabbimiz meâlen şöyle buyuruyor: “And olsun ki, bu Kur’ân’da insanlar için her çeşit misâlden getirdik; umulur ki ibret alırlar”


KUR’AN’DAN TEMSİL ÖRNEKLERİ


1. Allah’ın saltanatında ve ulûhiyetinde hiçbir cihetle ortağının olmadığı ve mülkün ve idarenin tek sahibi o olduğu Zümer Suresi 29. ayette, meâlen, şu hârika temsil ile anlayışa yakınlaştırılır:

“Allah üzerinde (hak sahibi olduklarından) birbirleriyle çekişip duran ortaklar bulunan bir adam (bir köle) ile sadece bir kişiye ait olan bir adamı (bir köleyi) misal getirdi. (Bu ikisi) misalce bir olurlar mı?”

Evet, yerde ve gökte birden fazla ilâh olsa idi âlem fesada uğrardı ve düzen bozulurdu.

2. Kendilerine ne faydası ne de zararı olan ve kendi elleriyle yaptıkları putlardan medet umanların garip hallerini Ra’d suresi 14. âyet çok güzel bir temsil ile ortaya koyar:

“Hak duâ ancak O’nadır. O’ndan başka (kendilerine) duâ etmekte oldukları şeyler (putlar) ise, kendilerine hiçbir şekilde cevap veremezler; (onlar) ancak ağzına erişsin diye suya doğru iki avucunu açan kimse gibidir; halbuki (elini suya doğru açmakla) o ( su, onun ihtiyacını anlayıp da) ona ulaşıcı değildir. Kâfirlerin (kendi putlarına olan) duası da (böyle) sapıklık içinde kalmaktan başka bir şey değildir.” Acaba bu mesele bundan daha güzel izah edilebilir mi?

3. Ra’d suresi 17 ve 18. âyetlerde îmanın fevkalade önemi ve küfrün değersizliği ve hiçliği şu temsil ile anlatılır:

“Allah gökten bir su indirdi de vadiler kendi miktarlarınca aktı; sel de üste çıkan bir köpük yüklendi. Bir ziynet veya bir eşya yapmak için, ateşte üzerini körüklemekte oldukları şeyler (madenlerden) de buna benzer bir köpük meydana gelir. İşte Allah hak ile batıla böyle misal getirir. Ama köpüğe gelince böylece (o) yok olarak gider. Hâlbuki insanlara fayda şeyler ise, artık o yerde (sabit olarak) kalır.”

4. Bakara 264 ve 265. ayetlerde sadakayı başa kakanların durumları ile Allah için verenlerin kazançları şu iki temsille ifade edilir;

“Ey iman edenler! İnsanlara gösteriş için malını sarf eden, Allah’a ve âhiret gününe îman etmeyen kimse gibi başa kakmak ve (gönül) incitmekle sadakalarınızı boşa çıkarmayın! İşte onun misâli, üzerinde biraz toprak bulunan bir kayanın hali gibidir ki, ona şiddetli bir yağmur isabet etmiş de, onu çıplak bir halde bırakmıştır. (Onlar) kazandıklarından bir şey elde edemezler. Allah kâfirler topluluğunu (inkârlarındaki ısrarları sebebiyle) hidayete erdirmez!”

“Allah’ın rızâsını arzulayarak ve (İslâm’ı) gönülden tasdik ederek mallarını sarf edenlerin misâli, yüksek bir yerde bulunan güzel bir bahçenin hâli gibidir ki, ona bolca yağmur isabet etmiş de meyvesini iki misli vermiştir! Fakat ona çokça yağmur isâbet etmese de, bir çisinti var (ki o bile yeter)! Allah, yapmakta olduklarınızı hakkıyla görendir.”





5. Dünyanın insanın heveslerine bakan cihetinin âkibeti, Kehf Sûresi 45. âyette meâlen şu temsille anlatılır:


“(Habîbim yâ Muhammed!) Onlara dünya hayatına (dair) şöyle misal de getir: (Dünyanın hâli) gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, onunla yeryüzünün bitkileri (yetişip) birbirine karışır; fakat sonunda rüzgârların kendisini savuracağı bir çöp haline gelir.”

Portakal, misk ve Kur’ân ?



Sıcacık, insanı rahatlatan turuncu bir rengi vardır. Parlak kabuğu ve yuvarlak şekliyle gerçek bir güneşi andırır. İçi keseciklerle dolu beyaz kabukla kaplı, etli, sulu, tatlı bir meyvedir. En önemlisi de Allah ona özel kokulu bir yağ vermiştir. Nerede onu soysan, kabuklarını çıkarsan bulunduğu yeri, her fıtratın hoşlanacağı bir koku kaplar. Evet, tadı gibi kokusu da güzel olan portakaldan bahsediyoruz…

Hayatın her aşaması için örnek olan ve bütün mahlûkattan misâller veren, mahlûkatın lisânından en iyi anlayan beşer olan Peygamber-i zîşan Efendimiz (asm) bize portakaldan misâller vererek, portakc kal ile Kur’ân okuyan mü’min arasında çok mânâlı ve hoş bir ilişki kuruyor ve buyuruyor ki: “Kur’ân okuyan mü’minin misâli portakal gibidir. Kokusu güzel tadı hoştur. Kur’ân okumayan mü’minin misâli hurma gibidir. Tadı hoştur fakat kokusu yoktur.” 1

Günlük hayatımızda ne kadar Kur’ân okuyoruz, O nu ne kadar anlıyoruz acaba? Bu hadîsi okuduğumda portakala olan ilgimin arttığını itiraf etmeliyim. Zira bu hadis bana hep, Kur’ân okumadaki eksikliğimi hatırlatmış ve Kur’ân okuma şevkimi arttırmıştır. Özellikle de insanın kendi hânesinde daha fazla zaman geçirdiği ve ibâdetlerine zaman ayırabileceği kış aylarında, yazın rehâvetinden kurtulup, kışın îkaz edici, insanı kendine getirici soğuklarında Kur’ân’a olan iştiyâkım bu hadîsin feyziyle ziyâdeleşir.


Önce, abdestli olmak, temizlenmek, takke ve misvak sünnetlerini kullanmak gibi ön hazırlıkları vardır Kur’ân okumanın. Sonra “Bismillâh” ile mümkünse anlayarak tane tane okumaya başlarsınız “Oku da bitsin!” demeden. Zirâ O, Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın kitâbıdır. Bedîüzzaman Hazretlerinin buyurduğu gibi: “İslâmiyet âlem-i manevîsinin güneşi, temeli, hendesesi ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası”dır. “İsm-i Âzam’dan ve her ismin âzamlık mertebesinden gelmiştir o. “Hem bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmı”dır. “Hem büttün mevcudatın İlâhı unvanıyla Allah’ın fermânı”dır. “Hem semâvât ve arzın Hâlıkı haysiyetiyle bir hitap”tır Kur’ân. “Hem Rubûbiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâleme”dir. “Hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesâbına bir hutbe-i ezeliye”dir. 2

İşte Kur’ân, kendisini anlayana, kendisi ile yaşayana ve kendisini yaşatana her cihetle rahmet olur. Onu okuyan bir misk gibi güzel, manevî râyihalar yayar. Resûl-i Kibriya Efendimiz (asm) bu mesele ile ilgili her mü’mine şu tembihte bulunuyor: “Kur’ân’ı öğrenin ve onu okuyun! Kur’ân-ı Kerîm’in, onu öğrenip okuyan ve onunla amel eden kimse için durumunu, içi ağzına kadar misk dolu bir kutuya benzetebiliriz. Bu her tarafa koku neşreder. Kur’ân’ı öğrendiği halde, ezberinde olmasına rağmen okumayıp yatan kimse de ağzı sıkıca bağlanmış, hiç koku neşretmeyen misk kabı gibidir.”3

Kış ayları içerisindeyiz… Gelin uzun kış geceleri geçmeden kendimize bir program yapalım. Günlük hayatımızda okuyacağımız ve anlamaya çalışacağımız bir miktar Kur’ân olsun hep! Kur’ân saatlerimiz, Kur’ân günlerimiz olsun! Hem okuyalım, hem mânâsını bilelim hem de tefsirini mütâlaa edelim. Birkaç satır da olsa, ama her gün düzenli ve ciddiyetle…

Başta kendi nefsimiz olmak üzere, bütün Müslümanların kendilerini portakal benzeri ve dışı rahmet râyihaları ile kokan, gittikleri yerlere ferahlık ve rahmet getiren birer misk dolu kutucuklar haline getirmeleri duâsıyla…

Kaynaklar:

1. Buhârî, Et’ime 30, Müslim, Müsafirin 243; Ebû Dâvud, Edeb 19, 4329; Tirmizî, Edeb 79; Nesâî, Îman 32;

2. Bedîüzzaman Said Nursî, Zülfikar, Osmanlıca nüsha, 25. Söz, s.6

3. Tirmizî, Sevâbu’l-Kur’ân 2, 2879. H

Resûlullah (asm)’ın dilinden Kur’ân




عَنْ أَب۪ي هُرَيْرَةَ رَضِيَ ا للّٰهُ عَنْهُ قَالَ:
كَانَ يَعْرِضُ عَلَى النَّبِيِّ صَلَّى ا للّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ الْقُرْآنَ كُلَّ عَامٍ مَرَّةً فَعَرَضَ عَلَيْهِ مَرَّتَيْنِ فِي الْعَامِ الَّذ۪ي قُبِضَ ف۪يهِ.أَخْرَجَهُ الْبُخَارِىُّ

Ebû Hureyre (ra) şöyle demiştir:
Cebrâil as.) her sene (Ramazanda) Kurân-ı Kerîm’i Hz. Peygamber (asm)’a bir defa arz eder, okurdu. Vefat ettiği sene iki kere arz etti, okudu.
(Buhârî)
İmâm-ı A’zam bu hadisten yola çıkarak, her Müslümanın senede iki kere Kur’ân’ı, hatmetmesi gerektiğine hükmetmiştir. Haftada bir cüz okuyan bir kimse ortalama olarak bu hükmü yerine getirmiş kabul edilebilir.

وَعَنْ أَب۪ي ذَرٍّ رَضِيَ ا للّٰهُ عَنْهُ قَالَ: قَالَ رَسُولُ ا للّٰهِ صَلَّى ا للّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ : إِنَّكُمْ لَا تَرْجِعُونَ إِلَى ا للّٰهِ بِشَيْءٍ أَفْضَلَ مِمَّا خَرَجَ مِنْهُ يَعْنِي الْقُرْآنَ.
رَوَاهُ الْحَاكِمُ وَصَحَّحَهُ وَرَوَاهُ أَبُو دَاوُدَ ف۪ي مَرَاس۪يلِه۪ عَنْ جُبَيْرِ بْنِ نُفَيْرٍ

Ebû zer (ra) Peygamberimizin (asm) şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:
“Siz, Allah’ın huzuruna, O’nun kelâmı Kur’ân’dan daha faziletli, hiçbir şey ile dönemezsiniz.”

(Hakim, Ebû Dâvud)

________________________________________

وَعَنْ أَب۪ي هُرَيْرَةَ رَضِيَ ا للّٰهُ عَنْهُ أَنَّ رَسُولَ ا للّٰهِ صَلَّى ا للّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ: يَج۪يءُ صَاحِبُ الْقُرْآنِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَيَقُولُ الْقُرْآنُ: يَا رَبِّ حَلَّهُ : فَيُلْبَسُ تَاجَ الْكَرَامَةِ ثُمَّ يَقُولُ: يَا رَبِّ زِدْهُ. فَيُلْبَسُ حُلَّةَ الْكَرَامَةِ ثُمَّ يَقُولُ: يَا رَبِّ ارْضَ عَنْهُ. فَيَرْضٰى عَنْهُ. فَيُقَالُ لَهُ: اِقْرَأْ وَارْقِ وَيَزْدَادُ بِكُلِّ آيَةٍ حَسَنَةً. رَوَاهُ الترْمِذِيُّ وَحَسَّنَهُ وَابْنُ خُزَيْمَةَ وَالْحَاكِمُ وَقَالَ صَح۪يحُ الْإِسْنَادِ

Ebû Hureyre (ra) Resûlullah (asm)’ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:

Kur’ân’ın dostu kıyâmet gününde (Allah’ın huzuruna) gelir, Kur’ân: “Ya Rabbi! Ona hulle giydir” der. Bunun üzerine kendisine şeref tâcı giydirilir. Sonra Kur’ân: “Yâ Rabbi! Ona ihsânını artır” diye duâ eder, şeref elbisesi giydirilir. Daha sonra Kur’ân: “Yâ Rabbi! Ondan râzı ol” der. Allah da ondan razı olur ve kendisine: “Oku ve yüksel” denilir. Okuduğu her âyetten dolayı bir iyilik de fazla verilir.

(Tirmizî, Hâkim, İbn-i Huzeyme)

________________________________________

وَعَنْ جَابِرٍ رَضِيَ ا للّٰهُ عَنْهُ عَنِ النَّبِيِّ صَلَّى ا للّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ: اَلْقُرْآنُ شَافِعٌ مُشَفَّعٌ وَمَاحِلٌ مُصَدَّقٌ. مَنْ جَعَلَهُ أَمَامَهُ قَادَهُ إِلَى الْجَنَّةِ وَمَنْ جَعَلَهُ خَلْفَ ظَهُرِه۪ سَاقَهُ إِلَى النَّارِ
رَوَاهُ اِبْنُ حِبَّانَ ف۪ي صَح۪يحِه۪

Câbir (ra) Hz. Peygamber (asm)’ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:

“Kur’ân-ı Kerîm Şefaat eden ve şefaati kabul edilendir. Savunucudur, savunması tasdik edilendir. Kim onu önünde tutarsa, kendisini Cennete sevk eder. Kim onu arkasına iterse, kendisini Cehenneme sev keder.”

(İbn Hıbban)
________________________________________

وَعَنْ أَب۪ي سَع۪يدٍ رَضِيَ ا للّٰهُ عَنْهُ قَالَ: قَالَ رَسُولُ ا للّٰهِ صَلَّى ا للّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: يَقُولُ
الرَّبُّ تَبَارَكَ وَتَعَالٰى مَنْ شَغَلَهُ الْقُرْآنُ عَنْ مَسْأَلَت۪ي أَعْطَيْتُهُ أَفْضَلَ مَا أُعْطِيَ السَّائِل۪ينَ وَفَضْلُ كَلَامِ ا للّٰهِ عَلٰى سَائِرِ الْكَلَامِ كَفَضْلِ ا للّٰهِ عَلٰى خَلْقِه۪
رَوَاهُ التِّرْمِذِيُّ وَقَالَ حَد۪يثٌ غَر۪يبٌ

Ebû Said (ra) Peygamberimiz (asm)’ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:

Rab Tebâreke ve Teâlâ buyuruyor ki; “Kimi Kur’ân okumak, benden bir şey istemekten alıkoyarsa, ben ona isteyenlere verilenlerden daha üstününü veririm.” Allah kelâmının, diğer kelâmlara, sözlere olan üstünlüğü, Allah’ın, yarattığı mahlûkatına üstünlüğü gibidir.
(Tirmizî)

________________________________________
عَنْ اِبْنِ عُمَرَ رَضِيَ ا للّٰهُ عَنْهُ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ: إِنَّ هٰذِهِ الْقُلُوبَ تَصْدَأُ كَمَا يَصْدَأُ الْحَدِيدُ إِذَا أَصَابَهُ الْمَاءُ ق۪يلَ: يَا رَسُولَ اللّٰهِ وَ مَا جِلَاؤُهَا قَالَ: كَثْرَةُ ذِكْرِ الْمَوْتِ وَ تِلَاوَةُ الْقُرْآنِ.
رَوَاهُ الْبَيْهَقِيُّ ف۪ي شُعَبِ الْا۪يمَانِ

İbn Ömer (ra) der ki; Resûlullah (asm) şöyle buyurdu:
“Muhakkak ki, demire su değdiğinde nasıl paslanıyorsa, şu kalpler de pas tutar.” “Ya Resûlallah! Onun cilâsı nedir?” diye sordular. Cevaben “Ölümü çok zikretmek, hatırlamak ve çokça Kur’ân okumaktır” dedi.

(Beyhakî, Şuab-ı İman)

________________________________________
وَعَنْ عَبْدِ اللّٰهِ يَعْنِي ابْنَ مَسْعُودٍ رَضيَ اللّٰهُ عَنْهُ عَنِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ: إِنَّ هٰذَا الْقُرْآنَ مَأْدَبَةُ اللّٰهِ فَاقُبَلُوا مَأْدَبَتَهُ مَا اسْتَطَعْتُمْ إِنَّ هٰذَا الْقُرْآنَ حَبْلُ اللّٰهِ وَالنُّورُ الْمُب۪ينُ وَالشِّفَاءُ النَّافِعُ عِصْمَةٌ لِمَنْ تَمَسَّكَ بِه۪ وَنَجَاةٌ لِمَنْ اَتْبَعَهُ لَا يَزِيغُ فَيَسْتَعْتِبَ وَلَا يَعْوِجُ فَيَقُومَ وَلَا تَنْقَض۪ي عَجَائِبَهُ وَلَا یَخْلُقُ مِنْ كَثْرَةِ الرَّدِّ. اُتْلُوهُ فَإِنَّ اللّٰهَ يَأْجُرُكُمْ عَلَى تَلَاوَتِه۪ كُلَّ حَرْفٍ عَشْرَ حَسَنَاتٍ أَمَّا إِنّ۪ي لَا أَقُولُ الۭم ۭحَرْفٌ وَلٰكِنْ أَلِفٌ حَرْفٌ وَلَامٌ حَرْفٌ وَم۪يمٌ حَرْفٌ
رَوَاهُ الْحَاكِمُ مِنْ رِوَايَةِ صَالِحِ بْنِ عُمَرَ عَنْ إِبْرَاه۪يمَ الْهَجَرِيِّ عَنْ أَبِي الْأَحْوَصِ

Abdullah b. Mes’ud (ra) Peygamber (asm)’ın şöyle buyurduğunu rivâayet etmiştir:
“Bu Kur’ân Allah’ın ziyâfet sofrasıdır. Yiyebildiğiniz kadar onun nimetlerinden yiyiniz. Şüphesiz ki bu Kur’ân, Allah’ın ipi, apaçık bir nur ve faydalı bir şifâdır. Kur’ân, kendisine sarılan için koruyucusu, kendisine uyanlar için kurtarıcıdır. Kur’ân’a uyan, doğru yoldan sapmaz ki kınansın, eğrilmez ki, doğrulsun. Kur’ân’ın acâiblikleri, hârikaları tükenmez. Çok okumakla eskimez. Onu okuyunuz. Çünkü Allah, onu okumanın her harfine on ecir verir. Dikkat edin ‘elif, lâm, mîm’ bir harftir demiyorum. Fakat ‘elif’ tek başına bir harf ve ‘lâm’ bir harf ‘mîm’ de bir harftir.”

(Hâkim)

İ’câz-ı Kur’ân’la Alâkalı Istılahlar


1. BELÂGAT: Sözlükte, varmak ve hedefe ulaşmak, idrak etti, kâfi geldi, te’kidde son hadde vardı mânâsına gelir. Her şeyden önce maâni, beyân, bedi’ ve bunlarla ilgili diğer bütün özellikleri içine

alan bir ilmin adıdır.

Istılah olarak belâgat: Muktezâ-yı hale uygun söz söylemeye denir.

2. FESÂHAT: Sözlükte; açık olma ve ortaya koyma mânâlarına gelir.

Istılah olarak fesâhat: Sözün ses ve mânâ kusurlarından arınmış olarak, rahat telaffuz edilen, tanzîmi mükemmel olan, mânâsı kolay anlaşılan, tatlı ve akıcı olan sözdür. Fesahat, kelimede, kelâmda ve mütekellimde bulunan bir vasıftır.

3. İ’CÂZ: Sözlükte, bir konuda başkakalarının acziyetini ispat etmektir.

Istılah olarak i’câz: Bir kelâmın belalâgatta insan gücünden dışarı çıkıp kişiyi muhalefette veya benzerini meydana getitirmekte âciz kalmak mertebesine düşürmemesidir.

4. NAZM: Sözlükte; dizmek, incileri ipe dizmek mânâlarına gelir.

Istılah olarak nazm: Nazm, ancak kelâmını nahiv ilminin gerektirdiği biçimde ortaya koymak, söz konusu ilmin kânun ve usullerine uygun davranmak, belirlediği metotları bilip onlardan sapmamak, çizdiği prensipleri gözetip onlardan hiçbirini ihlâl etmemektir. İstiâre, kinâye, temsîl ve bütün çeşitleriyle mecaz, nazmın gereklerindendir.

5. ÎCÂZ: Sözlükte, işi çabuk yapmak, sözü kısa kesmek, özetlemek gibi mânâlara gelir.

Istılah olarak îcâz: Maksadı açık ve net bir şekilde ifade etmek suretiyle, az kelimelerle çok mânâları anlatmaya denir.

6. BEDÂAT: Sözlükte; acîp ve garib olma, yeni zuhur etme, hayret verici mânâlarına gelir.

Istılah olarak bedâaat: Üslûbun hem garip, hem bedî’, hem acip, hem iknâ edici ve hiçbir şeyi, hiçbir

kimseyi taklit etmemiş olmasıdır.

7. BERÂAT: Sözlükte; ilim ve şecâatte kendi benzerlerinden üstün olma, her vasıfta tam ve kâmil olma mânâlarına gelir.

Istılah olarak berâat: Rağbetlendirmeme ve sakındırma, methetme ve kötülememe, ispat ve irşad, delil göstererek ve ispat ederek gâlip gelme ve anlatma gibi kelâma ait bütün kısımları ve hitâbın bütün tabakalarını içine alan beyânın haşmetine, sağlamlığına ve üstünlüğüne denir.

8. CEZÂLET: Sözlükte; rekik (tutukluk kusuru) olmayıp doğru dürüst olma, akıllılık, büyük mânâlarına gelir.

Istılahta cezâlet: söylenişte tatlılığı bulunan veya heybet, ululuk, çarpışma, korkutma,

9. ÜSLÛB: Bir kelâmın kalıbı ve sûretine denir. Veya sözden kast edilen gayeyi elde etmeye en yakın ve dinleyiciler üzerinde en etkili olan bir şekil üzerinde dizilen kelimelere, dökülen mânâya denir.

10. MEÂNİ: Mânânın görevi karşısında ifadenin şekillendirilmesidir. Belâgatın mühim dallarından biridir. Sözün yerinde kullanılması ve halin gereğine göre uğrayacağı değişiklikler, bu ilme konu olmuştur.



11. İLM-İ BEYAN (FENN-İ BEYYAN),

BEYAN: Sözlükte ortaya koymamak, açık-seçik olmak, açıklamak anlaşılır hale getirmek gibi mânâlara gelir.

Istılah olarak ise: Bir lâfzın mânâyla olan münâsebetini ve bir mânâyı farklı söz ve usullerle anlatmayı öğreten, belirli usul ve kuralları olan bir ilimdir. Belâgat ilmini meydana getiren üç ilim dalından birisidir. İfadenin açıklık derecesi; o ifadenin hakikat, mecaz, teşbih, kinâye ve istiâre olmasına göre değişir. İlm-i beyan, bu ifade tarzlarından hangisinin daha beliğ olduğunu inceler.

12. TEŞBİH: Lügatte, ‘benzetme’ demektir. Beyan mefhûmu olarak ise; belirli bir maksat için bir edat ile aralarındaki ortak nitelikten dolayı bir şeyi başka bir şeye benzetmektir.

13. BEDİ’ İLMİ: Bir belagat mefhh’umu olarak: Mukteza-yı hale uygun sözlerin lâfız bakımından kusursuz, mânâ yönünden ma’kul ve aynı zamanda bir ahenge sahip olmasının usul ve kaidelerini inceleyen ilme denir. Veya kelâmın lâfız ve mânâlarının güzelleştirme yollarına ait bilgileri inceleyen bir ilimdir.

Kur’ân’ın Hükümleri Değişmez



Kur’ân, âlemleri yaratan ve idare eden Allah’ın kelâmı olduğu için şu âlemin küçük bir misali olan insanın hayatını da tanzîm eder. Kur’ân’ın fıtrata uygun bu hükümleri de mucizedir ve hiçbir şey ve hiçbir gelişme o hükümleri değiştiremez ve hükümden düşüremez.

“Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile, imha-yı hakikat; Çalış kalbi kaldır, muktedirsen âdemiyetten!”
Kur’ân-ı Hakîm’in hükümleri (emir ve yasakları), insanda ve âlemde tecellî eden ve ‘âdetullah’ tabir edilen fıtrî kanunlara muvâfıktır. Çünkü kâinatta tecellî eden kanunlar da Kur’ân’ın hükümleri de Âlemlerin Rabbine âittir. Bunun için asırlar da geçse, zaman da başkalaşsa Kur’ân’ın hükümleri hep bâkî kalır, dâima tazeliğini muhafaza eder, asla değişmez

Kâinatı, İrâde’sinin kanunlarıyla idare eden Allah, insanın da dünya hayatını ve ihtiyarî fiillerini, kelâm sıfatının tecellîsi olan Kur’ân ile tanzîm ve idare eder. Kur’ân’a itaat etmek demek, kâinatın idare edildiği İlâhî kanunlara muvâfık ölçülerle yaşamak demektir.
İşte Kur’ân’ın hükümleri ve kanunları ezel-ebed sultanı, mülkün hakiki sahibi ve idarecisi, zamanın ve mekânın da yaratıcısı olan Âlemlerin Rabbi olan Allah’a âit olduğu için ne asırların değişmesi, ne de zamanın başkalaşması, o hüküm ve kanunları hükümden düşüremez ve ‘zaman aşımı’na uğratamaz. Mevzu ile alakalı ‘dört misâl’ verelim:

1. KUR’ÂN’IN ‘TESETTÜR’ EMRİ


Tesettür, kadının fıtratına uygun bir hüküm olmakla beraber kadın için rahmetin de ta kendisidir. Batı medeniyetinin ‘tesettürü reddetmesi’ ve açık saçıklığa revaç vermesi ise, kadının yaratılışına ve fıtratına muhâlif olmakla beraber ‘kadın esâreti’nin ve zulmünün de ta kendisidir. Çünkü Cenâb-ı Hakk kadını erkeğe nisbeten daha âciz ve zayıf yarattığı için kadın, hem kendisini hem de canından çok sevdiği yavrusunu himâye edecek bir erkeğin himâye ve yardımına muhtaçtır. Hem diğer erkekler nazarında, sadece zâhirî güzelliğinden dolayı şehvetlere birer âlet ve âdi bir nesne olmaktan son derece uzak olan ‘şefkat kahramanı’ kadınlar tâifesi, ancak Kur’ân’ın ‘tesettür emri’ ile huzur bulabilir, zilletten ve manevî esâretten ve perişanlıktan kurtulabilir ve iffet ve haysiyetini kazanabilir. Demek ki kadın, kadın olduğu, erkek de erkek olduğu müddetçe ve aralarında da bu fıtrî meyiller de bulunduğu sürece Kur’ân’ın ‘tesettür emri’ dâimâ geçerlidir. Çünkü Kur’ân’ın hükümleri ile fıtrat kanunları arasında bir tenâkuz, bir zıtlık yoktur.

2. KUR’ÂN’IN ‘ZEKÂT’ EMRİ


İnsanlık tarihinde bütün ihtilâller ve inkılâplar “Benim karnım tok olsun da, başkası açlıktan ölse bana ne!” cümlesinden kaynaklanmıştır. Toplumu oluşturan fakir ile zengin arasında, fakirden zengine olan saygı ve hürmet ve zenginden fakire olan ‘merhamet köprüsü’ yıkıldığı içindir ki bu iki sınıf arasına husûmet ve adâvet girmiştir. Acaba bu yıkılan ‘merhamet ve itaat köprüsünü’ yeniden teşkil edecek zekât ve sadakadan başka ne olabilir? Bunu içindir ki ne kadar zaman değişse, asır başkalaşsa da toplumda fakir ile zengin daima var olacak ve eğer aradaki köprü olan ‘zekât müessesesi’ işletilmezse bu iki sınıf arasında daima husumet olacaktır.

3. KUR’ÂN’IN ‘İBÂDET’ EMRİ


İnsan, sadece maddeden ibâret olsa idi veya hayvan gibi çok sınırlı kabiliyetlere sahip olsa idi belki yiyip içmesi, uyuması, üremesi, nefsânî arzularını tatmin etmesi onun aslî vazifesi olabilirdi. Fakat mademki insanı insan yapan, onun manevî cephesidir; rûhudur, kalbidir, aklıdır. Öyle ise beden gıda istediği gibi kalp de, ruh ta bir gıda ister. İşte bu gıda, îman ve ibâdetlerdir. Ruh, ibâdetin manevî ikliminde teneffüs etmek ve huzur bulmak ister. Kalp, Yaradan’ına müteveccih olarak tatmin olmak ister. Bozulmamış her vicdan, kendisine hudutsuz nimetleriyle ihsanda bulunana karşı, şükür ve hamd vazifesini îfâ etmek ister. İnsan olan insan, fıtratındaki hadsiz âcizliği, nihayetsiz fakirliği, gâyet zayıflığı idrak edip, ibâdet sâyesinde bir Kadîr-i Rahîm’e müteveccih olarak, bu âcizlik, fakirlik, zayıflık şefaatiyle Rahmet ve Kudret-i İlâhîye’yi bularak aslî vazifesini yerine getirmek arzu eder. Demek Kur’ân’ın ‘ibadet emri’ insanın fıtratına tam uygun olmakla beraber aslî vazifesidir. İnsan, hangi asırda yaşarsa yaşasın, isterse kâinatın öteki ucuna gitsin, yine de fıtratı böyle olduktan sonra Kur’ân’ın ibâdet emrine itaat etmek zorundadır.

4. KUR’ÂN’IN ‘GÜNAHLARDAN SAKINMA’ VE ‘ALLAH’TAN KORKMA’ EMRİ


Aciz, zayıf, fakir ve kuvvetsiz olan insanın en ehemmiyetli meselesi, gadab-ı İlâhî’den ve ebedi cehennem azabından kurtulmaktır. Bu mesele, onun kâinat kadar büyük bir meselesidir. Fakat nefis, şeytan ve bu ikisinin tercümanlığını yapan insan suretindeki şeytanlar, insanı günaha, bid’aya, harama, sefâhete davet ederek her türlü lezzeti sınırsızca hürriyet perdesi altında tattırmaya çalışıyorlar. Arkasında ‘ecel arslanı’, önünde ‘ayrılık ve bitiş’ darağacı, sağında ve solunda ‘âcizlik ve fakirlik’ yarası olduğu halde ruhlar âleminden yola çıkarak, dünyadan geçip, cennet ya da cehennem denen ebed memleketlerine ihtiyarı hâricinde sürülen insan, ölümü öldürüp, kabir kapısını kapatıp, ihtiyarlamayı engelleyen bir çare bulup, sırattan süratle geçirecek bir vâsıta elde edip, şu sürgünden kurtulursa, işte o zaman nefsinin her arzusunu tatmin edip, istediği gibi yaşayabilir. Eğer bunları yapamıyorsa bu ‘düşman davetçi’lerine itaat edip günahlara girmemeli Rabb’ine isyan etmemeli, Allah’tan korkmalı. Demek ki, Kur’ân’ın takvâ noktasındaki emirleri tam fıtrata uygun ve insanın şu dünyadaki hâline en münasip İlâhî bir ‘irşad pusulası’dır. Ne, zamanın değişmesi, ne asırların başkalaşması insanı bu hâllerden kurtaramaz. Öyle ise insanların ihtiyaçlarına binâen Kur’ân, insana emir ve yasaklarıyla yol gösterecektir; bu ise İlâhî merhametin bir tecellîsidir.

Bütün bu ve buna benzer burada yazamadığımız yüzlerce misâller şu hakikati gösteriyor: Kur’ân, âlemleri yaratan ve idare eden Allah’ın kelâmı olduğu için şu âlemin küçük bir misali olan insanın hayatını da tanzîm eder. Kur’ân’ın fıtrata uygun bu hükümleri de mucizedir ve hiçbir şey ve hiçbir gelişme o hükümleri değiştiremez ve hükümden düşüremez.

Kur’ân’da Herşey Vardır


Kur’ân-ı Kerîm tarih, coğrafya muallimi değildir. Ancak âlemin nizam ve intizamından bahisle, Sâni’in mârifet ve azametini insanlara ders veren mürşid bir kitabdır. O hâlde sâir şeyler bu maksada hizmet ettiği ölçüde Kur’ân’da yer alacaklardır.
“Ne yaş ne de kuru (hiçbir şey) yoktur ki, Kitâb-ı Mübînde (apaçık bir kitabda) bulunmasın (En’âm, 59)!”

Bu âyette geçen ‘Kitâb-ı Mübîn’ tabirinin ilm-i İlâhî veya Levh-i Mahfuz mânâsına geldiği tefsirlerde beyân ediliyor. Yani denizde, karada, küçük, büyük, olmuş, olacak ne varsa hepsi ilm-i İlâhî’de mevcuttur. Kur’ân-ı Kerîm bunu pek çok âyetiyle ifâde ettiği gibi, kâinat kitâbı da nizam, mizan, intizam gibi hakîkatleriyle ilm-i İlâhî’nin her şeyi kuşattığını ilân ediyor. Ehl-i îman için bunu kabullenmekte bir zorluk yoktur. Zira bizler Cenâb-ı Hakk’a her şeyi ihâta eden isim ve sıfatlarıyla birlikte îman ediyoruz.

Ancak yukarıdaki âyet-i kerîmede geçen ‘Kitâb-ı Mübîn’ tabiri bir görüşe göre Kur’ân’dan ibarettir. Şu halde bu âyet Kur’ân’da her şeyin bulunduğunu ifade ediyor demektir. Bu ise îzaha muhtaçtır.

SARİH VE İŞÂRÎ MÂNÂ

Evet, Kur’ân’da her şey vardır. Fakat herkes her şeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazen çekirdekleri, bazen nüveleri, bazen icmalleri, bazen düsturları, bazen alâmetleri; ya sarâhaten, ya işâreten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’ân’a münâsib bir tarzda ve iktizâ-yı makam münâsebetinde şu tarzların birisiyle ifâde ediliyor.


Mesela: Hz. Süleyman (as)’ın bir günde havada uçarak iki aylık bir mesafeyi gittiğini haber veren âyet insanların havada çok uzak mesafelere kısa zamanda gidebileceklerine, yani uçağa, Hz. Mûsâ (as)’ın asasıyla taşa vurup su çıkarmasını ifade eden âyet ile artezyene, Hz. Îsâ (as)’ın Allah’ın izni ile anadan doğma körlerin gözünü açması ve ölüleri diriltmesini anlatırken en müzmin dertlere çâre bulunabileceğine hatta ölüme dahi muvakkat bir hayat rengi verilebileceğine, Hz. Dâvud (as)’ın demiri eritmesini naklederken demirin beşer hayatında ne kadar önemli olduğuna, yine Hz. Süleyman (as)’ın bir vezirinin Belkıs’ın tahtını (aynıyla veya suretiyle) uzak mesafeden getirmesini anlatırken uzaklardan ses ve görüntünün hatta maddenin nakledilebileceğine, Hz. İbrahim (as)’ı ateşin yakmadığını anlatan âyet ile ateşe dayanabilen maddelerin olabileceğine işaret ediyor denilebilir.

Evet, madem her bir âyet çok mânâlara delâlet edebilir. Ayrıca peygamberlere ittiba etmeye kuvvetli emir var. Öyle ise şu âyetlerin sarih mânâlarının yanında beşerin sanat ve fenlerinin mühimlerine işarî bir tarzda delâlet vardır denilebilir.

Kur’ân’daki işarî manalar bunlarla sınırlı da değildir. Mesela: Mekke’nin fethi ve Müslümanların zaferi münasebetiyle nâzil olan Nasr Sûresi Allah’ın yardımını, insanların dalga dalga İslâm’a gireceklerini ifâde ederken sahâbelerin fetih müjdesi ile mesrûr olduğu bir zamanda Hz. Ebûbekir (ra) ve Hz. Abbas (ra)’ı ağlatan bu sûreden Peygamber (asm)’ın vefâtına iki sene kaldığını anlamalarıdır. Şöyle ki: Bu sûrenin istiğfara davet etmesinden Peygamber (asm)’ın vefâtına az bir zaman kaldığını, istiğfarı emreden âyete kadar sûrenin harflerinin altmış üç olmasından da vefat yaşının altmış üç olacağını fehmetmişler ve gözyaşlarına hâkim olamamışlardır. Yine aynı sûrede insanların dalga dalga İslâm’a gireceğini ifade eden

(اَنَّاسَ يَدْخُلُو شَف۪ي د۪ينِ اَللَّهِ اَفْوَاخً) cümlesinin makâm-ı ebcedisi 1222 olup bu tarihe kadar fetihlerin ve İlâhî yardımın devam edeceğine ve ondan sonra bir derece duraklama ve gerileme döneminin başlayacağına işaret eder. Meselâ: Kevser Sûresi’nde Peygamber (asm)’a verilen bütün ihsanları, dolayısıyla fetihleri de ifade eden kevser , kevserin kime verildiğini ifade eden (اِنَّآاَعْطَيْنَاكَ) deki (ك) ve ne için verildiğine delalet eden (فَصَل) 'deki (ف) ilavesiyle ebced değeri 857 olup Resûl-i Ekrem’in vekili olan Sultan Fâtih’in eliyle bu 857 tarihinde İstanbul fetholunup büyük bir mescid haline getirileceğine işaret ediyor. Kur’ân’da bu çeşit işarî manalar pek çoktur.


HERŞEY KUR’ÂN’DA HAKKI KADAR BULUNUR

Bu îzahlarla birlikte şunu da belirtelim ki, Kur’ân-ı Kerîm tarih, coğrafya muallimi değildir. Ancak âlemin nizam ve intizamından bahisle, Sâni’in mârifet ve azametini insanlara ders veren mürşid bir kitabdır. O hâlde sâir şeyler bu maksada hizmet ettiği ölçüde Kur’ân’da yer alacaklardır. Dolayısıyla Kur’ân niçin yukarıda saydığımız medeniyet harikalarından ve geleceğe ait meselelerden açıkça bahsetmiyor denilemez. Çünkü bu keşifler Kur’ân’nın esas maksatları açısından değerlendirildiğinde onların hakkı Kur’ân’da ancak zayıf bir işâret olabilir. Mesela uçak, Kur’ân’da kendisine bir mevki istese; elbette o dâire-i Rubûbiyetin uçakları olan yıldızlar, Kur’ân nâmına diyecekler: “Burada cirmin kadar bir mevki alabilirsin!” Eğer beşerin denizaltıları, Kur’ân’dan mevki isteseler; o dairenin denizaltıları (yani, hava ve esir denizinde yüzen) yerküre ve yıldızlar ona diyecekler: “Yanımızda senin yerin, görünmeyecek derecede azdır.” Eğer elektrik lambaları, âyetlere girmek isteseler; o dairenin elektrik lambaları olan güneşler diyecekler: “Işığın nisbetinde bahis ve beyana girebilirsin.” Eğer hârika ve ince sanatlar cihetinde haklarını isterlerse ve âyetlerden makam taleb ederlerse; o vakit, bir tek sinek onlara “Susunuz!” diyecek. “Benim bir kanadım kadar hakkınız yoktur. Zira sizin bütün sanatlarınız toplansa benim küçücük vücudumdaki ince sanat ve cihazlar kadar hârika olamaz.” ‘Şübhesiz ki Allah’dan başka kendisine yalvarmakta olduklarınız bir sinek dahi yaratamazlar; isterse bunun için hepsi toplansınlar!’ (Hacc, 73) âyeti sizi susturur.”

Ayrıca din bir imtihandır, bir tecrübedir. Kimin daha iyi amel edeceği, bu imtihanın neticesinde ortaya çıkacaktır. Hem insanın istidâdı bu imtihan ile inkişâf edecektir. Eğer her şey açık bir şekilde herkesin anlayacağı tarzda Kur’ân’da bulunsa herkes ister istemez kabûle mecbur olur, imtihan bozulur.
Hulasa: Kur’ân’da her şey kıymeti nisbetinde bulunur.



Kaynak:

1. Sözler, Yirminci Söz’ün İkinci Makamı
Mektubat, 29.Mektubun Sekizinci Kısmı’nın Beşinci ve Altıncı Remizleri

Kur’ân’ın Belâgati


Kur’ân mucizedir ve Allah kelâmıdır. Kur’ân’ın edebî yönü yani belâgati onun mucize oluşunun en bâriz cihetidir.

Bu yazımızda Kur’ân’ın edebî özelliğini bir nebze tanıtmaya çalışacağız. Kur’ân’ın belâgat ve fesâhati elbette bir dergi yazısının boyutlarını aşar. Burada yapmak istediğimiz sadece (القطرة تدل علي البحر) “Katre denize delalet eder” sözü mûcibince Kur’ân’ın bir âyetindeki edebî özellikleri göstererek bütünü hakkında bir fikir vermeye çalışmaktır.



Katre ile kastettiğimiz pek çok âlimin edebî özelliğine hayran olduğu Hûd Sûresi’nin 44. âyetidir. Bu âyette şöyle buyrulur:

وقيل يا أرض ابلعي ماءك ويا سماء أقلعي وغيض الماء وقضي الأمر واستوت على الجودي وقيل بعدا للقوم الظالمين

“Yere, ‘Suyunu yut!’ göğe, ‘Ey gök sen de (suyunu) tut!’ denildi. Su çekildi, iş bitirildi; gemi Cudi’ye oturdu. ‘Zalimlerin kavmi Allah'ın rahmetinden uzak olsun’ denildi.”

İmam-ı Kurtubî bu âyet hakkında: Eğer Arap ve Arap olmayanların sözleri araştırılsa nazmının güzelliği, belâgatinin mükemmelliği, mânâlarının genişliği itibarıyla bu âyet gibi bir söz bulunmaz der.

İmam-ı Zerkeşî ise: “Eğer bu cümle içinde münderic olan lâfızdaki bedâat, belâgat, îcaz ve fesâhat şerhedilecek olsa, kalemler kurur, eller yorulur” der.


Müfessir Âlûsî de bu âyetle ilgili tafsîlatlı îzahlar yapar. Bu îzahların bir kısmı şöyledir: Bil ki, bu âyet-i kerîme i’câzın en son mertebelerine ulaşmış, arabın başını eğmiş ve perçeminden çekmiştir. Fesâhat dâiresinin dar geleceği güzellikleri üzerinde toplamıştır. Belâgatin sağlam ve düzgünlüğünde mızrağın demir ucu gibidir.

Rivâyet olunur ki, Kureyş kâfirleri Kur’ân’a karşı muâraza yapmak istediler. Zihinlerinin sâfîleşmesi için kırk gün buğday unu, koyun eti yemediler, şarap içmediler. İstedikleri şeyi yapmaya başlayınca, bu âyeti işittiler. Birbirlerine dediler ki, bu söz yaratıkların sözüne benzemiyor. Bunun üzerine yapmaya başladıkları şeyi bıraktılar ve dağıldılar.

Yine rivâyet edilir ki, İbn-i Mukaffa fesâhatli ve belâgatli bir kimseydi. Hatta zamanının en fasîhi idi. Kur’ân’a muâraza yapmak istedi ve bir takım sözler nazmetti. Bunları fâsılalara ayırdı, sonra da bunlara “Sûreler” adını verdi. Bir gün sabî bir çocuğun bir mektebde bu âyeti okuduğunu gördü. Hemen geri döndü ve yaptığı şeyleri imhâ etti. Ve şöyle dedi: “Şehâdet ederim ki, buna karşı aslâ muâraza edilemez ve bu, beşer kelâmından değildir.”

İbn Ebil Esba ve müfessir Ebû Hayyan gibi âlimler, bu âyette 17 kelime olduğu hâlde 20 civarında edebî özelliğin olduğunu tespit etmişlerdir. Biz burada bu iki zâtın yazılarından istifâde ederek maddeler halinde bu edebî özellikleri sıralayalım:

Kurtubî, c.9, s.37
Elburhan Fî Ulûmi’l-Kur’ân, c.3, s.227
Ruhu’l-maanî, c.12, s.63-68, Mahmut Âlûsî, Daru İhyaüt-türasil Arabi, Beyrut.
İbn Ebi’l-Esba, “Ben Allahın “Ey arz suyunu yut …” kelâmı gibi bir kelâm görmedim. Zirâ bu kelâm 17 kelime olduğu hâlde bedi’ ilmine dair 20 sanat vardır” der. Bkz. El-İtkan, c.2, s.258, Celaleddin Suyûtî.
Safvetü’t-Tefasir.c.2.s.18. Muhammed Ali Es-Sâbûnî

Kur’ân’ın mu’cizeleri kıyamete kadar bâkîdir


İslâm âlimleri Peygamberimiz (sav)’ın bin kadar mucizesi olduğunu tespit etmişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm ise onun en büyük mucizesidir ve bütün bu mucizeler içerisinde Kur’ân’ın müstesnâ bir yeri vardır. Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Peygamberlerden her bir peygambere insanların îman etmesi için (Allah tarafından) mutlaka mucizeler verilmiştir. Bana verilen mucize ise Allah’ın bana vahyettiği Kur’ân’dır. Bu yüzden kıyâmet gününde tâbi’leri en çok olanın ben olacağımı umuyorum.” (Buhârî, Müslim)

İmam-ı Suyûti bu hadîsi şöyle açıklar: “Peygamberlerin mucizeleri, risâletlerinin bitimiyle son bulur; bunlara ancak o sırada yaşayanlar şâhid olur. Kur’ân’ın mucizeleri ise, kıyâmete kadar bâkidir. Harikulâdeliği üslûbunda, belâgatinde, gaybî haberlerindedir. Asırlar geçtikçe olacağını haber verdiği her şeyin meydana gelmesi, verdiği haberlerin doğruluğunu gösterir.” (Kur’an İlimleri Ansiklopedisi, El-İtkan Fî Ulûmi’l-Kur’ân Tercümesi, c.2, s. 307)

İslâm’ın ilk devirlerinden itibaren pek çok âlim, Kur’ân’ın i’câz yönleri üzerinde durmuştur. Bu hususta müstakil eser yazan pek çok âlimden bazıları; Fahreddin-i Râzi, Abdulkâhir Cürcanî, Bakıllâni Hattâbi, Rummâni, Zemlekâni, İbn Suraka’dır.

Bedîüzzaman Hazretleri, Risâle-i Nûr Külliyâtı’nı Kur’ân’ın mucizeliğini ispat etmek için yazmıştır. O, Birinci Dünya Savaşı öncesinde gördüğü bir rüyada mühim bir zâtın “İ’câz-ı Kur’ân’ı (Kur’ân’ın mucizeliğini) beyân et!” dediğini işitir ve hemen arkasından Kur’ân’ın nazmındaki i’câzını âyet âyet, cümle cümle, kelime kelime, hatta harf harf gösterip isbat eden “İşârâtü’l- İ’câz” tefsîrini telif eder. Fakat bilhassa mânâlarındaki “İ’câz-ı Kur’ân’ı” güçlü deliller ve zengin muhtevayla Risâle-i Nûr Külliyatı’yla îzah ve ispat eder.



Meselâ, Âyete’l-Kübrâ Risâlesi’nde şöyle der: “Bu seyyah, bu zamanda bulunduğu münâsebetiyle, en evvel, mânevî i’câz-ı Kur’âniye’nin lem’aları olan Risâle-i Nûr’a baktı ve onun yüz otuz risâleleri, âyât-ı Furkâniye’nin nükteleri ve ışıkları ve esaslı tefsirleri olduğunu gördü. Ve Risâle-i Nûr, bu kadar muannid ve mülhid bir asırda, her tarafa hakâik-i Kur’âniye’yi ücâhidâne neşrettiği halde, karşısına kimse çıkamadığından ispat eder ki, onun üstâdı ve membaı ve mercii ve güneşi olan Kur’ân, semâvîdir; beşer kelâmı değildir.”

Her ne kadar Risâle-i Nûr Külliyatı bütünüyle i’câz-ı Kur’ân’ı ispat ediyorsa da, i’câz-ı Kur’ân’ı birinci derecede ele alan risâleler de vardır. Bunlar içinde “Mucizât-ı Kur’âniyye Risâlesi” olan 25. Söz başta gelir. Bedîüzzaman Hazretleri bu mevzûda şöyle der: “Resâilü’n-Nûr’un yüzer hüccetlerinden bir tek hüccet-i Kur’âniyesi olan Yirmi Beşinci Söz ile On Dokuzuncu Mektubun âhiri, Kur’ân’ın kırk vecihle mucize olduğunu öyle ispat etmiş ki, kim görmüşse, değil tenkit ve itiraz etmek, belki ispatlarına hayran olmuş, takdir ederek çok senâ etmiş.”

Bedîüzzaman Hazretleri risâlelerinin bazı yerlerinde Kur’ân’ın 7 cihetle, bazen de 40 cihetle mucize olduğundan hatta bir tasnîfe göre iki yüz aksam-ı i’câziyesinden bahseder. Hakikatte 40 vech-i i’câz, 7 vech-i i’câzın açılımıyla ortaya çıkar.


7 vech-i i’câz şunlardır: 1. Kur’ân’ın belâgat (edebi) yönünden i’câzı, 2. Kur’ân’ın gaybdan haber vermesindeki i’câzı, 3. Kur’ân’ın câmiyyeti, yani çok zengin mânaları ihtivâ etmesindeki i’câzı, 4. Kur’ân’ın her asırda gençlik ve tazeliğini muhafaza etmesi, 5. Ümmî bir zattan sudur etmesi, 6. Kur’ân’ın İslâm dinini netice vermesi, 7. Bu 6 vechin mecmuundan hâsıl olan i’câz.

Yaran istersen Kur’ân yeter!


Kur’ân sadece dinlense ve hiçbir mânâsı anlaşılmasa dahi dinleyenlere verdiği huzur ve ferahlık, onun kendisine îmân etmeyenlere dahi gösterdiği mucizevî bir i’câzıdır. Dünyanın değişik yerlerinde bu konuda özellikle hastalara Kur’ân okunması ile ilgili yapılan birçok bilimsel araştırmalar bunu ispat etmiştir.

Kur’ân’ın usanç vermemesi onun ayrı bir mucizevî özelliğidir. Defalarca okunmasına rağmen bıktırmaması onun insan sözü olmadığının en büyük bir delilidir. Kâinatta Fâtiha Sûresi kadar okunan bir başka metin yoktur. Sadece bir Müslüman 15 yaşında düzenli olarak namaz kılmaya başlasa 60 yaşına kadar geçen 45 senelik ömründe Fâtiha Sûresi’ni 657.000 kere sadece namazda okur.
Bugün beşer, hangi beşer sözünün bu kadar okunup da usanç vermediğini iddia edebilir. Beşerin bütün sözleri eskimiştir. Daha güzeli yazıldığında eskisi çoktan unutulmuştur. Kur’ân ise her tekrarında, kendisinden daha fazla istifâde edilen bir mucizedir.

Hem Kur’ân’ın hitabı öyle bir hitaptır ki, sanki bütün hayat sınıfları bir araya toplanmış da, bir tek öğretmen bir kerede onların hepsine istedikleri her türlü ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri bir hitapta bulunur. Aynen öyle de belâgat ve fesâhat ilmiyle uğraşanlara karşı kendisinde bulunan beliğ i’câzı ile i’câzını gösterirken, fen ilimleri ile uğraşanlara fennî mâlûmatlarla i’câzını gösterir. Kezâ tarihi ile ilgilenenlere ise geçmiş ümmetlerin ve peygamberlerin kıssalarından i’câzını göstererek sanki asırlar delinip o zamanlara gidilir ve misâller verilir. Kezâ böyle kırk tabakadan kırkına da kırk vecihle vech-i i’câzını gösterir. Her tabaka payına düşeni alır ve Kur’ân herkesi doyurur.

Kur’ân’ın küçük çocuklarımıza da bir nevi vech-i i’câzı bulunmaktadır. Özellikle ilkokula giden ve başlangıcında olan çocuklarımıza bir tek şiiri ezberletmek için ne kadar çok çaba sarf ettiğimizi düşününüz. Bütün bu gayretler, ertesi gün bir daha hatırlanmayacak olan bir beşerî lafzı ezberletmek içindir. Oysa o küçücük çocukların Kur’ân âyetlerini kolayca ezberlemeleri ve bir daha hayatlarının sonuna kadar bıkmadan okumaları belki de Kur’ân’ın bizim günlük hayatımızdaki en aydınlık mucizevî özelliklerinden biridir. Bugün hıfz yoluyla akıllarda ve ruhlarda muhâfaza edilmiş ve edilecek olan başka hangi eser vardır?

Yaşadığımız semtlerde âhir zaman hayatından erken yaşlarda sıkıntılar çekmiş, titiz, sese dayanamayan ve ev hayatını da refika-i hayatlarına zehir eden komşularımız ve akrabalarımız vardır. O sese dayanamayan adamlar Kur’ân okunduğunda hiç şikâyet etmezler. Hatta sıkıntılı ruhî ve psikolojik hallerinde Kur’ân okuyan birilerinden yardım istemeleri veya medya araçları ile Kur’ân dinlemeleri ve rahatlamaları da içtimâi hayatta çok sık karşılaştığımız Kur’ân’ın mucizevî özelliklerinden biridir.

Ölüm anı ki kimsenin, dünyanın aldatıcı yüzüne dönüp bakmadığı bir andır. İşte o an insanı ancak Kur’ân’ın sedası rahatlatabilir. Bütün İslâm âlemi avâmından havassına kadar bilir ki sekerât halinde Kur’ân okunduğunda bir rahatlama olur. En azından o an tamamlanana kadar Kur’ân’ın insana bir i’câzı görünür.

Ölüme yakınlaşıldığında, uçakların düşme tehlikesi geçirdiği türbülânslarda, gemilerin batma tehlikesi atlattığı fırtınalı havalarda Kur’ân’dan haberi olup da ona hiç sarılmayanların bile, Allah’a yalvardıkları ve küçükken bildikleri bazı duaları okumaya başladıkları görülür. Tehlike atlatıldığında yine tehlike öncesi hallerine dönecekleri bilinse de Kur’ân’dan o anda istimdat etmeleri yine Kur’ân’ın onlara karşı bir nevi mucizesidir.

En büyük ikramiye size çıktı! Haberiniz var mı?



Evet, yanlış okumadınız. Büyük ikramiye size çıktı! Yani bu asırda yaşayan bütün Müslümanlara çıktı. Fakat ya haberimiz yok ya da büyüklüğünü tam idrak edemiyoruz!

مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّتِى عِنْدَ فَسَادِ اُمَّتِى فَلَهُ اَجْرُ مِاَةِ شَهِيدٍ

Bu hadîs-i şerif asrımıza bakıyor. Bu asrın özelliklerini ve beraberinde getirdiği büyük müjdeyi haber veriyor. Hadîs-i şerifin ifâde ettiği mânâ meâlen şöyle: “Ümmetim fesâda düştüğünde kim benim sünnetime (İslâm’ın hükümlerine) sımsıkı tutunursa ona yüz şehîdin ecri vardır.”

Resûlullah (sav) Efendimizin mucizelerinin içinde en çok dikkat çekeni hiç şüphesiz gelecekten verdiği haberlerdir. Resûlullah (sav) Efendimiz, gaybî haberleri Allah’ın (cc) bildirdiği kadar ümmetine bildirirdi. Meselâ Hendek Harbinde İran, Mısır ve Bizans’ın fethini müjdelemesi ve Hz. Ömer (ra), Hz. Osman (ra), Hz. Ali (ra), Hz. Hamza (ra)’ın şehâdetlerini onlar hayatta iken haber vermesi gibi. Bu hadîs-i şerif de ihbâr-ı bil-gayb sınıfına dâhildir.


Ümmetinin büyük fetihler yapıp dünyaya hükmedeceğini haber veren o Zât-ı Âl-i Şân Hazretleri (sav) ümmetinin bu büyük yükselişten sonra büyük bir fesâda mâruz kalacağını da haber veriyor. Yani bozulma ve gerileme devresi geçireceğinden bahsediyor. Bin dört yüz senelik İslâm tarihini incelediğimizde son yüzyılın başında başlayan ve bir kısmı hâlen devam etmekte olan fesat (bozulma) kadar hiçbir zaman böyle bir fesat devri yaşanmamıştır. Müslümanlar tarihin hiçbir döneminde İslâmiyet’ten bu kadar uzaklaşmamışlar ve bozulmamışlardır.

Meselâ tarihin hangi devrinde ezan değiştirilmiş, câmilerin ahır olarak kullanıldığı görülmüş, Kur’ân-ı Kerîm sayfaları bakkalların elinde kese kâğıdı olarak kullanılmıştır? Yine hangi târih diliminde Kur’ân okumak ve okutmak, evinde bulundurmak yasaklanmış, Kur’ân yazısı kaldırılmış ya da yasaklanmış, İslâmi hayat bu derece yozlaşmıştır? Kezâ, hangi bir zaman Müslümana bakınca İslâmiyeti, İslâmiyete bakınca Müslümanı görmek bu derece zor olmuştur?

Öyleyse fesad-ı ümmet bu zamandır diyebiliriz. Çünkü aksini ispat edecek daha büyük bir fesat devri görülmemiştir. Sevgili Peygamberimizin (sav) verdiği haber aynen çıkmış, bir mucizesi daha ayan beyan görülmüştür. Maalesef ümmetinin fesada düşmesi bile onun Peygamberliğinin başka bir delili olarak ortaya çıkıyor. Çünkü on dört asır geriden manevî bir dürbünle hâdiselere bakıp ümmetini uyarmış.

Hadisin ifâde ettiği hakîkatler bununla da kalmıyor. Bu fesada maruz kalan ümmetine, kurtuluş mücadelesinin ne şekilde yapılması gerektiğini de haber veriyor. “Men temesseke” yani sünnet-i seniye olan İslâmiyet’e sımsıkı sarılmak, ona tutunmak gerekiyor. İşte bu noktada büyük müjde veriliyor: “Bu işi yapana yüz şehidin sevabı vardır.” Niçin? Çünkü bu asırda sünnete sarılmak ve İslâmiyet’i yaşamak ve yaşatmak o kadar kolay değildir. Büyük fiyat ister.

NÎMET KÜLFET MUKABİLİNDE


“Ahir zamanda imanı elde tutmak ateşten koru elde tutmaya benzer. Ahir zamanda mü’min evinden mü’min çıkar kafir olarak girer.” meâlindeki hadîs-i şerif, asrın ve zamanın dehşetini anlamamızı sağlıyor. Böyle bir zamanda yaşayan insanların dini yaşamalarının önünde pek çok engeller olacaktır. Hatta bazı durumlarda baskı, tehdit, hapisler hatta idam edilmek gibi neticeleri olabilir ve nitekim olmuştur. Bu fiyatı ödeyeceklere verilen ücret de elbette o nispette yüksek olacaktır. Nasıl ki düşmanın hücumu zamanında ya da soğuktan ölmek tehlikesi bulunduğu bir sırada bir saat nöbet tutmak bir sene ibâdetten daha faziletlidir. Hem madem bir dakikada şehit olan bir mü’min öyle bir makama çıkar ki başkası o makama erişmek için kırk sene ibâdet etse yine muvaffak olamaz.

Aynen öyle de fitne-i âhir zamanın tam ortasına düşmüş, fesâd-ı ümmet denilen en dehşetli zamanı yaşayan bir mü’min, bu zamanın bütün zorluklarına göğüs gererek her türlü ezâ ve cefâya karşılık bütün himmet ve gayretini sünnet-i seniyenin ve hakaik-i Kur’âniye’nin ihyâ ve inşâsına sarf ederse elbette ona büyük ikramiye vaad edilecektir ve vaad edilmiştir. Tarihte eşi benzeri olmayan bu devrin, ücretinin de eşi benzeri olmayacaktır. Mecelle’de yazıldığı gibi, “Nîmet külfet mukabilinde, külfet nîmet mukabilindedir.”


Madem tarihin en dehşetli zamanında yaşıyoruz. Acaba bu dehşetten kurtulabilir miyiz? Biz de bu sevabı kazanabilir miyiz? Bu büyük ikramiye bize de isabet eder mi?

Neden olmasın? Biz de bu fiyatı verirsek vaad edilen ücret bize de verilecektir. Yeter ki İslâmiyet’i dosdoğru yaşayalım. Yeter ki bütün himmet ve gayretimizle sünnet-i seniyenin ihyâsına hizmet edelim. Çünkü hadiste sınır konulmamış, bu ikramiyede zikredilen vaatte bir sınır yoktur. Çünkü hazine-i rahmetten veriliyor. Malumdur ki o hazine tükenmez, meyve gitse yerine gelen var, ağacı bâkîdir.

Bu büyük ikramiye neden bize de isabet etmesin?

Bu fani ömür bitti; az önce!



Kendimize göre ne kadar emîniz. Hayatımızda hiç kimseyi aldatmadık! Belki alenen kimseyi aldatmadık, oyalamadık. Fakat farkına varmadan oyaladığımız, aldattığımız birisi var: Kendimiz...

Her zaman sığındığımız bir kelime: “Biraz sonra yaparım.” Dilimizde küçük bir cümle… O anda rahatlatıcı bir ilaç gibi.

Çocukken alışmışızdır; annemiz çağırdığında, “Biraz sonra giderim.” “Ödevlerimi yarın yaparım.” Derken gençlik zamanımız geldi. Ertelemekten hiçbir şey yapamadık! Kazandığımız bir tek kuytu kafes var: “AZ SONRA!”

Yememizde, içmemizde kısacası fânî ömrümüzde hiç aksama yok. Hatta sipariş verdiğimiz bir yemek on dakika gecikse kıpır kıpır olur, yerimizde duramaz, “Vücûdumuzun gıdası!” deriz. Peki, ya rûhumuzun gıdası olan namazımız, ibâdetlerimiz gecikince neler oluyor? O kadar huzursuz oluyor muyuz? Niye huzursuz olalım ki, ilâcımız hazır: “AZ SONRA!”


“Bugünün işini yarına bırakma!”,”Bir günün öncekinden daha mükemmel olsun!” düsturlarına rahatlıkla göz yumabiliyoruz! Derken bir gün, bir ay, bir yıl, bir ömür geçip gidiyor…


Az bir ömür olan dünya hayatı için “Az sonra!” denilebilir. Fakat ilim veya ibâdet cihetinde bu kafes bizi hüsrâna sürüklüyor. Söz gelimi ibâdetteki sabrımızı sağa sola dağıtırsak, merkezi zayıflatırız. Yani o andaki vakti öldürür, nefis düşmanının silahını kuvvetlendiririz.

Gençliğini hep ertelemekle geçiren bir insan sayısız nimetleri kaybeder. Başta Peygamberimiz (sav)’in, “Sancağımdan başka hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde Allah’a ibâdet ile büyüyen gençler benimledir.” mükâfatından mahrum kalır. “İhtiyarlayınca yaparım!” der, ömür biter!

İşlediği bir kusurda tövbesini erteleyen kimse kiri birikmiş çamaşır gibidir. Bedîüzzaman Hazretleri’nin dediği gibi “Günah, kalbi siyahlandıra siyahlandıra nûr-ı îmânı kalpten çıkarır.” Tövbesiz bir seher vakti, bir Berat, bir Kadir, geçer giderken diğer Berata kadar belki ömrü biter. Beynimizde yine aynı efsunlu bir levha: “BİR DAHAKİ SENEYE!”

Hiç düşündük mü? Sahâbe-i Kirâm, Kur’ân ve sünneti yaşamakta bizim gibi değillerdi. Doğrusu biz onlar gibi hiç olamadık! Onlar, kızgın kumlarda namaz kıldılar, oklar arasında tövbe ettiler. Hatta bazı sahâbeler îman ettiler, cihat ettiler, bir namaz vaktine dahi erişemeden şehit oldular.

Rahmetli dedem anlatırdı: Bir gün dokuma tezgâhında çalışan bir işçi, patronundan namaz kılmak için izin ister. Îman ve itâatten nasipsiz zavallı patron, işçiye der ki: “Namaz kazâ olur, iş kaza olmaz!” Bu hâtıra zaman zaman aklıma gelir. Bizim namazımız, ilmimiz gibi uhrevî hayatımız hep kazalarla süslü, hep ertelemelerle dolu. Oysa dünya hayatımız dakik mi dakik. Dünyamızla ilgili neleri erteliyoruz Hak aşkına? Uhrevî işlere gelince, “Ebedî dünyada kalacak gibi” nazlanıyoruz maalesef! “Hiç kat î senedimiz var mı ki gelecek seneye belki yarına çıkacağız!”

Ne bir dakika geri ne bir dakika ileri; ertelenmeyen ölüm zamanı gelince kimse demiyor, diyemiyor: “AZ SONRA!”

Daha önce hiç karşılaşmadığımız ve îfâ etmediğimiz gibi aceleci bir tavırla işlemlerin tamamlanıyor. Ertelediğin amellerin, ilimlerin, tövbelerin ile baş başa kalıyorsun! O anda, yepyeni bir nidâ yükseliyor: “BU FANİ ÖMÜR BİTTİ; AZ ÖNCE!”