SELAMUN ALEYKÜM
İnşaallah istifadeye medar olur!!!!!!
24 Eylül 2011 Cumartesi
Tebliğde sınır yok !
“Evlere kapılarından giriniz”
(Bakara, 189)
İslamî ilimleri bilmeden tebliğ yapmak mümkün değildir, ama yalnızca İslamî ilimleri bilmek de sağlıklı bir tebliğ için kâfi değildir. Aynı zamanda ‘kime’, ‘neyi’, ‘niçin’, ‘nasıl’ anlatılacağının da bilinmesi gerekir. Aksi halde bu alanda elde edilecek başarılar kısmî olmaktan öteye geçmez. Daha da kötüsü bazen yanlış hareketler kazanılacak insanların kaybedilmesine veya bir kısım insanların Müslümanlara ve İslâm’a soğumalarına sebep olabilir. Bu yüzden tebliğde başarılı olmak için ‘tebliğ usûlü’nü bilmenin büyük ehemmiyeti vardır. Atalarımız buna işaret olarak, “Vusûlsüzlüğümüz usûlsüzlüğümüzdendir” demişlerdir.
Başarılı olma yollarından biri, başarılı insanları taklit etmektir. Bu cihetle, tebliğ usûlünü öğrenmenin en kısa yolu bizden önce İslâm tebliğinde başarılı olmuş insanların hareket tarzını öğrenmek ve uygulamaktır. İslâm tebliğinde başarılı olmuş insanlar bize ne yapacağımızı, nasıl yapacağımızı, nelere dikkat edeceğimizi lisân-ı hâliyle gösteren birer rehber niteliğindedirler.
İslâm tarihinde başarılı tebliğ (irşad) faaliyeti gerçekleştirmiş yüzlerce büyük şahsiyet vardır. Hiç şüphesiz onların başında Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) gelir.
Bundan 1400 sene önce Peygamberimiz, (asv) şartlar tamamen aleyhinde olduğu halde, tarihin hiçbir devrinde görülmemiş ve hiçbir beşerin de gerçekleştirememiş olduğu bir inkılâbı, çok kısa bir zamanda gerçekleştirdi. Câhiliye devrini ortadan tamamıyla kaldırıp, Kur’ân ve sünnete göre şekillenmiş, yepyeni bir toplum, (bir ümmet) oluşturdu.
Bedîüzzamân Hazretleri bu fevkalade inkılâbı şöyle tasvir eder:
“Şu Cezîre-i vâsıada, vahşi ve âdetlerine mutaassıb ve inatçı muhtelif kavimleri, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def'aten kal' ve ref' ederek bütün ahlâk-ı hasene ile techiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümmetlere üstâd eyledi. Bak! Değil zahirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalpleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbûb -u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbi-i nüfûs, sultan-ı ervah oldu.”
Bir insanın yaptığı icraatların büyüklüğüne en büyük delil düşmanlarının bile bunu itiraf etmeleridir. Bu hususta Peygamberimiz emsal kabul etmez. Oryantalist Sir Muir şöyle der: “Hiçbir zaman beşerin ıslâhı, Muhammed’in geldiği zamandan, daha zor ve ulaşılmaz değildi. Fakat vefat ettiğinde, geride bıraktığı ıslah ve başarıdan, daha kâmil bir ıslah ve başarı da bilmiyoruz. ” Meşhur Osmanlı dostu şair Lamartin de şöyle der: “İnsan dehası için; amacın büyüklüğü, araçların küçüklüğü ve muhteşem sonuçlar, üç kıstas ise tarihte, Muhammed ile mukayese edilebilecek birisini kim gösterebilir.”
İşte Peygamberimiz’in Ceziretü’l-Arap’ta hârikulâde bir tarzda gerçekleştirdiği bu inkılâp, daha sonra onun sahabeleri tarafından devam ettirildi ve bu din milyonlarca insana ulaştırıldı. Ve İslâmiyet sonraki yüzyıllarda milyonlarca insana, şahsî ve sosyal hayatın her alanında rehberlik etti. 1400 seneye yakın bir zaman ümmet-i Muhammed de bu minval üzere geldi.
Peygamberimiz’in muvaffakiyyetinde en mühim unsurlar nelerdir?
Onu modellerken nelere dikkat etmeliyiz?
Peygamberimiz’in (asv) hayatını incelediğimizde, onun cahiliye dönemini asr-ı saadete dönüştürmesinde dört önemli unsur olduğunu görürüz:
1. Allah’ın yardımları:
Peygamberimiz’in başarısında hiç şüphesiz, en mühim âmil Allah’ın inâyet ve yardımlarıdır. Allah onu doğumundan peygamberliğine kadar, peygamberliğinden vefatına kadar daimî gözetiminde bulundurmuştur.
2. Peygamberimiz’in îman ve ibâdet yönü (ubûdiyet ciheti):
Peygamberimiz (sav) her şeyden evvel, kendi tebliğ ettiği dine başta kendisi îman etmiş, dinindeki bütün ibâdetlerin hepsinde en ileri olmuştur. Bu hâliyle etrafındaki insanlara hem büyük bir emniyet hissi telkin etmiş, aynı zamanda onlara model olmuştur.
3. Güzel Ahlâk Ciheti:
Peygamberimiz (sav)’ın ciddiyeti, güler yüzlülüğü, yumuşaklığı, nezaketi, tevazuu, zühdü, sabrı, affediciliği, velhasıl güzel ahlâkıyla insanların güven ve muhabbetini kazanması pek çoklarının ona îman etmesine, davasına bağlanmalarına vesîle olmuştur.
4. Risâlet Ciheti:
Peygamberimiz (asv)’ın Allah’tan insanlık âlemine getirmiş olduğu Kur’ân’ın ve ahkâmın muhtevâsı ve mükemmelliği akılları, kalpleri, ruhları celb, cezb ve iknâ etmiştir.
Madem peygamberimiz, bu üç vasfıyla etrafındaki insanları etkileyerek, toplumsal bir inkılâbı gerçekleştirdi. Ve madem başarılı insanları modellemek (taklit etmek) başarının bir yoludur. Öyle ise, biz de Peygamberimiz’in bu üç özelliğini kendi şahsımızda aksettirebilirsek, yani, îmanımızı tahkiki hale getirir, İslâm’ı samîmâne yaşar, lisan-ı halimizle örnek olur ve insanların güvenini kazanırsak, güzel ahlâkımız ve davranışlarımızla kendimizi insanlara sevdirirsek, İslâm’ı iyi öğrenip, muhataba sevdirerek ve ikna ederek anlatabilirsek, her halde Allah’ın inâyetine de mazhar oluruz.
TEBLİĞİN BİRİNCİ ŞARTI: İNSANLARI OLDUĞU GİBİ KABUL ETMEK
Bir kısım Müslümanlar dinsiz veya günahkâr olanlara karşı oldukça katı ve kırıcı bir tavır sergilemektedirler. Bu hal dinsiz ve günahkârların ıslahını değil, onlarla Müslümanlar arasındaki iletişimi bitiriyor, düşmanlığı netice veriyor. Müslümanların bu davranışları bazen gerekebiliyor ise de, herkese her zaman böyle bir yaklaşım daha çok Müslümanların aleyhine neticeleniyor.
Hâlbuki Kur’ân’ın dinsizlere yaklaşımı ayırım gözetmeksizin hepsine düşmanlık etmek tarzında değil. Kur’ân dinsizleri iki kısma ayırıyor ve onlara nasıl davranılacağını da şöyle belirtiyor:
“Umulur ki Allah, sizinle onlardan (müşriklerden) düşmanlık içinde bulunduğunuz kimseler arasında (onlara hidâyet vererek) bir dostluk meydana getirir. Allah Kadîrdir (böyle bir dostluğu tesise gücü yeter). Allah Gafûrdur (mağfiret eder), Rahîmdir (merhamet eder).
Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten ve onlara karşı âdil davranmaktan sizi nehyetmez. Muhakkak ki, Allah adaletli olanları sever.
Allah sizi ancak din hususunda sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanıza yardım eden kimselere dostluk etmekten nehyeder. Kim onlara dostluk ederse, işte onlar zalimlerin tâ kendileridir. ” (Mümtehine, 7- 9)
Bu âyetler bize düşmanlık yapanlara karşı kendimizi müdafaaya izin veriyor. Fakat bize düşmanlık yapmayan kimselere karşı iyi muameleyi de yasaklamıyor.
Öyleyse muhataplarımızın durumlarını tahlil ederek bize düşmanca bir tavır göstermeyenlere karşı bizim de esnek olmamız ve onların dostluğunu kazanmaya çalışmamız gerekir.
Bizim için önemli olan insanların düşünce ve davranışlarını değiştirmekse, bu değişikliği insanları kırarak ve gücendirerek gerçekleştiremeyiz.
Pek çok âyet günâh işleyenlere aldırış etmemeyi affetmeyi onların günâhkârlıklarını Allah’a havale etmeyi tavsiye eder.
“Îmân edenlere de ki: Allah’ın (cezalandırma) günlerinin geleceğini ummayan kimseleri bağışlasınlar. Çünkü Allah her topluluğu kazandıkları günâhlarla cezalandıracaktır. Kim salih bir amel işlerse kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz. (Câsiye, 14-15)
“Şimdilik sen (müşriklere) güzel muamele et. ” (Hicr, 85)
Âyette geçen “Safh” kelimesi: Terk ve iraz eylemek, günâhı afveylemek manalarına gelmektedir. İbn Abbas ve Hz Ali (r. a) ise “Azarlamaksızın rızadır” demişlerdir.
TEBLİĞDE ÜSLÛP
Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı;
Söz ola ağulu aşı yağ ile bal ede bir söz.
Yunus Emre
Bir padişah rüyasında dişlerinin döküldüğünü görmüş ve vezirlerinden birine rüyasını anlatıp, tabir etmesini istemiş. Vezir “Anneniz ölecek, dayınız ölecek” diyerek padişahın sülalesini saymış ve sonunda “Ve sonra siz de öleceksiniz. Rüya buna işaret ediyor” demiş. Padişah bu tabirden hoşlanmamış tabii ki. İkinci vezir müsaade isteyerek “Padişahım bu rüya çok mübarek bir rüyaya benziyor. Bu rüya akrabalarınız içerisinde en uzun ömürlü olanın siz olacağına işaret ediyor” demiş. Padişah bu tabirden hoşlanmış ve ikinci veziri mükâfatlandırmış.
İki vezirin söylemiş oldukları sözlerin birbirinden ne farkı var? Aslında iki vezir de aynı şeyleri söylüyor fakat aralarındaki tek fark üslûp. Birisi padişahın moralini bozarken, diğeri onu memnun ediyor.
Anlattığımız şeyin muhtevâsı mühim ve güzel olabilir. Fakat aslında anlattığımız şeyi mühim ve güzel yapacak olan şey muhtevâdan ziyade üslûbumuzdur.
Burada üslûp derken kastettiğimiz şey, sözü ‘nasıl’ söylediğimizdir. Tebliğde de insanlara yaklaşırken Müslümanların tavrı bu iki halden farklı değil.
Bazıları insanlara nasıl yaklaşacağını, neyi nasıl söyleyeceğini biliyor ve insanları rencide etmeden ikna edici bir üslûpla konuşarak neticede İslâm’ı benimseyip, yaşamalarına vesîle olabiliyor.
İkinci kısım tenkit edici, baskıcı, korkutucu bir üslûbu benimsemiş olanlardır. Maalesef bu tarz ise insanları kaçırıcı bir rol oynuyor ve aksülamel yapıyor.
Bu kısım içerisinde İslâmî bilgisi az olanların yanında, bilgili olanlar da var fakat bilgileri genelde neyin farz, neyin haram, neyin küfür, neyin İslâmî olduğuna odaklanmış vaziyette.
Genelde bu grubun tebliğdeki tavrı baskıcı, âmirâne bir tavırla “Şu farzdır yap, şu haramdır yapma!” şeklinde formüle edilebilir. Onları bu şekilde harekete iten şey Kur’ân’ın emir ve nehiyleridir. Onlar kendilerince haklı olarak şöyle düşünüyorlar: “Madem Müslümansınız, öyleyse Kur’ân’a uymamız gerekir. Hiçbir Müslüman Kur’ân’a ve sünnete muhalefet edemez ve etmemelidir”. Etraflarındaki insanlar zaten doğuştan Müslüman olduklarına göre, geriye “Bizim haram ve helalleri onlara hatırlatmamız” kalıyor, diye düşünürler.
Hakikatte bu tarz yaklaşım ters teper. Çünkü tebliğ yapanlar belki farkında değiller ama bu tarz yaklaşımda karşımızdaki kimsenin şahsiyeti, duygu ve düşünceleri hesaba katılmamaktadır. Hâlbuki muhatabın duygu ve düşünceleri hesaba katılmadığı takdirde yapılacak tebliğler muhatapların dinî yaşamalarını değil, dinden kopmalarına ve dindarlardan nefret etmelerine sebep olur.
Bir şahsın kanaatlerini doğrudan doğruya bu kanaatlerin yanlış olduğunu söyleyerek değiştiremeyiz. Böyle bir teşebbüs, çoğu zaman muhataplar tarafından bir saldırı olarak yorumlanır ve savunma mekanizmalarını harekete geçirir. İnsanlara bu yolla hiçbir şey öğretmek mümkün değildir.
Değişmek istemeyen bir insanı hiç kimse değiştiremez. Bir atasözünde şöyle denilmiştir “Atı zorla suya götürebilirsiniz fakat zorla su içiremezsiniz”. İnsanları değiştirebilmenin yolu onları değişmeleri gerektiğine ikna etmek, onlarda değişmeye karşı bir istek oluşturabilmekle mümkün olur. Bediüzzaman Hazretleri’nin dediği gibi “Medenîlere galebe iknâ iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbâr ile değildir.”
TEBLİĞDE PEYGAMBER AHLÂKI: YUMUŞAK HUYLULUK
“Halim insan nerdeyse peygamber olacaktı”
Taberânî
İnsanlarla sohbetimiz esnasında veya davranışlarımızda, öfkeli ve sert halimiz muhataplarımızın davranışlarını değiştirebilir mi? Elbetteki hayır. Tam tersine haklı bile olsak sert tavrımız, insanlarla bizim aramızdaki iletişimi bitirir, düşmanlık ve kinin yerleşmesine sebep olur.
Büyük âlimlerden Ebun-Necib Suhreverdi şöyle der: “Kasırga denilen rüzgâr, kuvvet ve şiddetiyle ağaçların dallarına isabet eder, ama köklerine tesir edemez. Yumuşak akan akarsulara gelince bunlar ağaçların köklerine tesir eder ve söker” .
İnsanların düşünce ve davranışlarını ancak yumuşaklığımızla değiştirebiliriz.
Peygamberimiz (sav) mağlubiyetle neticelenen Uhud savaşından sonra Medine’ye geri döndüklerinde hiçbir sahabesine kırıcı bir tek söz söylemedi. Bu hadiseden sonra da şu âyet nazil oldu.
“Allah’ın bir rahmeti olarak sen onlara yumuşak davrandın. Eğer katı kalpli ve kırıcı olsaydın etrafından dağılır giderlerdi” (Ali İmran, 159)
Bu âyete göre Peygamberimiz insanları etrafına yumuşaklığı ile toplamıştır. İnsanlar katı, kırıcı bir insanı peygamber bile olsa terk ederler. Eğer biz insanları etrafımıza toplamak, onlara İslâm’ı anlatmak ve yaşatmak istiyorsak, bu ancak bizim yumuşaklığımızla olacaktır. Söylediğimiz sözler hakikat olabilir, muhatabımız da bunların doğru olduğunu bilebilir. Fakat onları bize bağlayacak olan beşeri münasebetlerdeki duygusal bağdır.
Allah u Teâlâ Mûsâ ve Hârûn (as)’ı Firavuna göndermiş ve onlara “Ona yumuşak söz söyleyin! Olur ki nasihat alır veya korkar” diye emretmişti. (Taha, 44)
Anlatıldığına göre: Halifeye vaaz ve nasihat eden bir vâiz, konuşması sırasında sert bir dille nasihatte bulundu. Halife, vâize: “Be adam, mülâyim ol, görmez misin Allah, senden daha hayırlı olan (yani Hz. Mûsâ ve Hârun’u), benden daha hayırsız olana (yani Firavun’a) gönderdi de mülâyim olmasını emretti ve: ‘Ona yumuşak söz söyleyin, olur ki nasihat dinler yâhut da korkar’ dedi.”
Rıfk, kelime olarak mülâyemet, letâfet, yumuşaklık, tatlılık mânalarına gelir, sertlik ve kabalığın zıddıdır. İslâm ahlâkında gerek insanlara ve gerekse hayvanlara karşı muamelede en mühim prensiplerden biri rıfkdır. Rıfk, Resûlullah (sav)’in Kur’ân-ı Kerîm’de yer verilen mümtaz ahlâklarından biridir.
Hadisi şerifte, “Halim kimse nerede ise peygamber olacaktı” buyrulmuştur. İsmail Hakkı Bursevi, “Bundan malum olur ki, nebinin aglebi sıfatı hilmdir” der. Diğer bir ifadeyle ‘hilm’ bütün peygamberlerde olan mühim bir haslettir.
TEBLİĞDE GÂYE: İNSANLARI KIRMADAN DEĞİŞTİRMEK
Tebliğde muhataplarımızı kırmadan başarılı olmak için şu düsturlara dikkat etmemiz gerekir:
A. Dolaylı yoldan konuşmak:
Nasihatte doğrudan hitap, çoğu zaman muhatabın savunma mekanizmalarını harekete geçirir. Hatasını savunan insan ise hatasını değiştirmemeye şartlanmış demektir. Dolaylı anlatım, hem savunma mekanizmalarını harekete geçirmez hem de tesirlidir.
Dolaylı yoldan nasihat Peygamberimiz’in uyguladığı bir metottur: Hz. Aişe (ra) şöyle der “Resûlüllah (sav) bir adamdan kendisine menfi bir söz ulaştığı vakit: ‘Falan niye böyle söylemiş?’ demezdi. Fakat: ‘İnsanlara ne oluyor da şöyle şöyle söylüyorlar?’ derdi.”
Risâle-i Nûr müellifi Bediüzzaman Hazretleri de bu sünnete aynen ittiba etmiş ve eserlerinde uygulamıştır. Meselâ, Bediüzzaman Hazretleri 21. Söz isimli eserinde namaz kılmayan bir şahsa hitaben şöyle der:
“Bir zaman sinnen, cismen, rütbeten büyük bir âdem bana dedi: Namaz iyidir. Fakat her gün her gün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor. O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim. İşittim ki, aynı sözleri söylüyor ve ona baktım gördüm ki; tembellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım: O zât o sözü, bütün nüfus-ı emmârenin namına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman ben dahi dedim: Madem nefsim emmâredir. Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez. Öyle ise, nefsimden başlarım. Dedim: Ey nefis! Cehl-i mürekkeb içinde, tenbellik döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil [beş ikazı] benden işit!”
Bu tarz hitaplarda dolaylı nasihat yapıldığı için muhatab rahatsız olmaz ve dersini alır. Hatta çok ağır ifade bile kullanılsa kişinin ağırına gitmez. Mesela Bediüzzaman Hazretleri, Birinci Söz’de nefsine “Ey mağrur nefsim” diyerek hitap eder. Eğer öyle değil de “Ey mağrur kişi” denilerek hitap edilmiş olsa idi, elbette bu muhatabın ağırına gidecek ve hemen onu müdafaaya sevk edecekti.
“Nefsi muhatap kabul ederek insanlara dolaylı nasihat etme” metodunun Risâle-i Nûr’un bütününde uygulanması Risâle-i Nûr’un insanlar üzerinde çok tesirli olmasının en önemli sebeplerindendir.
A. Dostça yaklaşın, iltifat edin, muhatabın gönlünü alın, sonra hataları düzeltmeye çalışın!
Marifet iltifata tabi’dir.
Müşterisiz mal zayi’dir.
Bir insana ilk önce onun iyi, güzel taraflarını takdir edip, övüp, arkasından da eksiğini veya yapması gereken şeyleri söylediğimiz zaman bu muhatabımızı kırmaz, gücendirmez, hatta bu tarz tavır bizim istediğimiz şekilde hareket etmesine de vesile olabilir.
Peygamberimiz (asv) İbni Ömer (ra) hakkında, “İbni Ömer çok iyi bir insandır. Keşke teheccüd namazı da kılsa” buyurunca bunu duyan İbni Ömer, o günden sonra teheccüd namazını bırakmadı.
Bir sahabeye hitaben de şöyle buyurdu: “Allah senin yüzünü güzel yapmış, sen de ahlâkını güzelleştir.”
Burada şu akla gelebilir: Peygamberimiz (asv) “Meddahların yüzüne toprak saçınız” buyurduğuna göre, insanları yüzlerine karşı övmek dinen, ne derece doğru olur?
İmam Gazali Hazretleri meşhur eseri İhya’da insanları methetmekle ilgili bir bölüm açmış ve insanları yüzlerine karşı övmenin bazen haram, bazen de caiz olacağını delilleriyle ortaya koymuştur.
Eğer birini yüzüne karşı överken mübalağaya, yalana, riyakârlığa giriyorsak, bir şahsı fısk veya zulmünden dolayı övüp, onu bu alanda teşvik ediyorsak ve muhatap da bizim övgümüzden dolayı gururlanıyor, kibirleniyor veya güzel amellerde tembelleşiyorsa bizim onu yüzüne karşı övmemiz haramdır. Fakat bu mahzurlar olmadığı ve bir maslahat olduğu takdirde durum değişebilir.
İmam Gazali Hazretleri, bu mahzurları anlattıktan sonra medhin bazen câiz olacağını şöyle anlatır:
“Eğer medih, öven ve övülen hakkındaki bu afetlerden salim olursa insanları övmekte bir beis yoktur. Hatta bazen mendup da olur. Bu yüzden peygamberimiz (sav) sahabeleri(ni) övmüştür. Hz. Ebu Bekir hakkında ‘Ebu Bekir’in îmânı bütün âlemin îmânıyla tartılsa onunki ağır gelir’, Hz. Ömer hakkında da ‘Eğer ben peygamber olarak gönderilmeseydim, Ömer gönderilirdi’ demiştir. Bundan daha büyük övgü, medih olur mu? Fakat peygamberimiz (sav) bunları sıdk ve basiret üzere söylemiştir. Sahabeler (r.anhüm) ise yüksek bir rütbede olup bu medihler onlarda kibir, ucub ve tembelliği netice vermiyordu. Hatta insanın kendini methetmesi kibir ve tefahür olduğu için daha çirkindir. Hâlbuki peygamberimiz (sav) ‘Ben Ademoğlu’nun efendisiyim. Fakat bunu fahr için övünmek için söylemiyorum’ demiştir. Yani ‘Ben bunu insanların kendi nefislerini övmeleri tarzında söylemiyorum’ demektir. Onun iftiharı insanlara takaddümden ve insanlara üstün olmaktan değil, Allah’a olan yakınlıktan, Allah’ın rızasını kazanmaktan dolayı idi. Nasıl ki bir melikin makbulü olan bir zat, melik katında büyük bir iltifata mazhar olunca, o zat melikin onu kabul etmesinden dolayı iftihar eder ve sevinir. Onun bu sevinmesi bazı raiyyete takaddümünden dolayı değildir. Medhi zemmetmek ve medhe teşvik etmek, bu afetlerin açıklanmasıyla araları telif edilebilir.”
Bu izahlardan yola çıkarak, bir insanı ıslah etmek, İslâm’ı yaşamasını temin etmek istiyorsak, -yalana, mübalağaya, riyaya düşmemek şartıyla- ona iltifat etmek, bazı hasletlerini ön plana çıkarıp övmek, arkasından da yönlendirici bazı sözler söylemek dinen mahzurlu olmadığı gibi menduptur denilebilir.
TEBLİĞDE MÜKÂFÂT VE CEZA
İnsanları bir şeyi yapmaya yönlendirmenin yolu ya mükâfâttır ya da ceza. Diğer ifadeyle sevdirmek veya korkutmaktır. Bütün peygamberler de insanları Allah’a davet ederken ‘beşir’ ve ‘nezir’ yani ‘müjdeleyici’ ve ‘korkutucu’ olarak vazife görmüşlerdir. Onlar, insanları hem Allah’ın azâbı ve cehennemle korkutmuşlar, hem de Allah’ın rahmet, kerem ve cennetiyle de müjdelemişlerdir. Mesela, Kur’ân bize Allah’ı tanıtırken bazen Allah’ın Kahhâr, Şedîdü’l-İkab olduğunu ifade ederek bizi korkutur. Bazen de Allah’ın Rahmân, Rahîm, Tevvâb, Gafûr, Mün’îm, Kerîm olduğunu zikrederek, hem müjdeler, hem de teselli verir. Kur’ân’daki bu isimler arasındaki orana dikkat ettiğimiz zaman Rahmân, Rahîm, Kerîm gibi isimlerin daha çok olduğunu görürüz.
Besmelede Allah’ın “Rahmân ve Rahîm” olduğu zikredilir ve Kur’ân’ın bütün surelerinin başında besmele vardır. Besmelenin haricinde Rahmân ismi Kur’ân’da 56 defa, Rahîm ismi 94 defa zikredilir.
Şiddet ve ceza ifade eden isimlerden Şedîdü’l-İkab 17 defa, Serîü’l-Hisâb ve Seriü’l-İkab 10 defa, Kahhâr 6 defa zikredilir.
Bir kelamın çokça tekrar edilmesi onun kıymet ve ehemmiyetini gösterdiğine göre, Kur’ân’ın bu ifadelerinden yola çıkarak şöyle diyebiliriz: Allah kullarının kendisinden korkmalarını istemekle beraber, daha çok onların kendisini sevmelerini ister. Nitekim bir hadis-i kudsîde de “Rahmetim gazâbımı geçti” buyrulmuştur.
Kur’ân’da cezadan çok mükâfâtın ön plana çıkarıldığının başka bir delili de Kur’ân’da zikredilen cennet ve cehennem kelimeleri arasındaki orandır.
Cennet kelimesi Kur’ân’da tekil 66, çoğul “Cennât” tarzında 69, toplam 135 defa geçer. ‘Cehennem’ kelimesinin çoğulu Kur’ân’da yoktur, tekil olarak ‘cehennem’ kelimesinin Kur’ân’daki sayısı ise 77’dir. ‘Cennet’ ortalama ‘Cehennem’den iki misli fazla zikredilmiştir. Üstelik cennet 8, cehennem ise 7 tabakadır.
“Gerek ceza gerekse ikab kelimesi göz önüne alınacak olursa, ceza ve cezalandırmak anlamına gelen bu iki kelimenin toplam olarak 72 âyette yer aldığı görülecektir. Burada yeri gelmişken bir noktayı belirtmekte fayda vardır. Cezanın Kur’ân’da 72 âyette yer almasına karşılık, mükâfâtın 160 yerde geçtiği dikkate alınacak olursa Kur’ân-ı Kerîm’in cezalandırmaktan ziyade mükâfâtlandırmayı öngören bir mesaja sahip olduğu söylenebilir. Nitekim “Rahmetim herşeyi kuşatmıştır” (Araf, 156) meâlindeki âyet de yukarıda ifade edilenlerin özüdür.
İnsanlara İslâm’ı tebliğ ederken yeri geldiği zaman cehennemden, Allah’ın gazâbından bahsederek korkutmamız gerekir. Fakat konuşmalarımızda Allah’ın şefkatinden, rahmetinden, bağışlamasından ve cennetten bahsetmemiz bu korkutmalardan daha fazla olmalıdır.
Bizim cehennemle korkutarak değil, daha çok cennetle müjdeleyerek tebliğde bulunmamız gerekir. Elbette yeri geldiği zaman cehennemden de bahsetmeliyiz, fakat bir kere “cehennem” demişsek iki kere “cennet” demeliyiz. İnsanları imtisale sevk edecek olan daha çok cehennem korkusu değil, cennete olan iştiyaktır.
Zaten peygamberimiz meşhur bir hadisinde “Kolaylaştırın zorlaştırmayın, müjdeleyin, nefret ettirmeyin” buyurmuştur.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder