SELAMUN ALEYKÜM

İnşaallah istifadeye medar olur!!!!!!

24 Eylül 2011 Cumartesi

Bu asırda genç olmak!


Geçen gün giderken yolda bir grup genç gördüm. Yedi sekiz kişi kadarldlardı ve zannediyorum liseliydiler. Ramazandı o günler. Sandviçleri vardı ellerinde. Kulaklarına taktıkları üçten fazla küpeleri ve yırtık, sökük dökük kıyafetleriyle fazlasıyla dikkatleri üzerlerine çekiyorlardı. Gürültüleri bütün sokağı doldurmuştu âdeta.

Sokağı terk ettiklerinde ise yerde yiyecek artıkları, birkaç sigara izmariti ve zihinlerde birbirlerine kullandıkları galîz ve kaba ifadelerin yankıları kaldı geriye. Ve ardından sessizlik... Garip, tuhaf bir sessizlikti bu. Asla oh dedirtmedi bana. “Oh, gittiler de huzur geldi” diyemedim…



Hüzündü bana bıraktıkları… Ve mesûliyet hissi, şefkat ve duâydı...

Tiksinti belki de nefret uyandıracak bir hâl benden giymiş, edepten yoksun, bu hiç de tanımadığım gençlere, bir yakınım, bir akrabammış gibi bakmaya çalıştım. Sonra daha da yakınlaştırıp onları kendime kardeşimmiş gibi düşündüm. Daha sonra ise bir parçam olarak düşünerek onlara “Evlâdım” dedim. Nasıl kızabilirdim ki artık, nasıl kıyabilirim ki kızmaya, nasıl ayıplayabilirdim ki? Nasıl “Bana ne, ne halleri varsa görsünler!” diyebilirdim ki? Evladım cehenneme yürürken ben nasıl umursamaz kalabilirdim ki!?



Hani insan temiz yüzlü, aklı başında, mütevazı, edepli, saygılı bir genç gördüğünde içinde bir muhabbbet, bir ferahlık, bir sürur oluşur da ister istemez “mâşallah”, “bârekâlllah” duâ cümlelerini sıralar ya lisanlarımız. Bu gençler de dudaklarıma yine duâ, kalbime şefkat ve vicdanıma bildiklerimi yaşama dersini vermişlerdi. Daha çok şefkat, daha çok duâ ve konuşmaktan çok yaşama dersi…


Dünün elbette İslâm fıtratı üzere doğmuş masum çocukları olan bu gençlerin, bugünün günahkâr zümresini teşekkül ettirmelerindeki sebep, onların duyarsızlığı ve günaha olan iştiyakları mıdır sadece? Hem sadece onlardan, onlar mıdır mes’ûl?

Bu asırda yaşamak, hele ki bu asırda genç olmak!..

Câzibedar bir fitne içinde bulunmak ve bu fitne içinde aklını kaybetmeme mücadelesi verirken acziyet sancısıyla kıvranmak.

Sonra, cemiyet ağacının çekirddeği olan, lâkin medeniyetin menfî hürriyet dersiyle itaat, hürmet, muhabbet, emniyet ve diyaloğun kaybolduğu ve dolayısıyla geçimsizlik ve huzursuzluğun hâkim olduğu bir âileye mensup genç olmak! Ve huzursuzluktan kaçmak isterken baki huzursuzlukları netice veren medeniyet fantazyelerinin tutsağı olmak.

Sonra, evlatlarının kendilerine Allah’ın emâneti olduğunu unutmuş bir ana-babaya sahip genç olmak!


MİMSİZ MEDENİYETİN KAZÂZEDELERİ



Dünyanın fâni makam, rütbe ve menfaatlerinin câzibesine kapılmış ve evlatlarının dünyevî ve fanî istikbali için adeta şefkat âbideleri gibi bazen varlarını yoklarını dahi ortaya dökme fedakârlığını gösteren, fakat evlatlarının hakiki istikbâli olan kabirden sonraki ebedî hayatları için pek de telaş etmeyen ebeveynlerin, İslâm terbiyesinden yoksun tavır ve tarzları altında yetişmiş bir nesil olmak! Ve cehâletin hiç yadırganmadığı, ilme gereken kıymetin verilmediği ve okumaktan çok seyretmeyi tercih eden bir toplumda genç olmak! Eğitimin düşük kalitede seyretmesiyle önündeki teknoloji nimetini dahi terakkisine değil tedennîsine istimâl edip îmânî ve ahlâkî çöküş yaşayan cemiyetin bir ferdi olmak.

Sadece dünya lezzetlerini gayebi maksat yapan bir zihniyetle tezâhür etmiş, maddeperest mimsiz medeniyetin kazâzedeleriyiz biz.


Medeniyet, gıdası Allah’ı anmak ve O’na ibâdet etmek olan ruhlarımızda oluşan manevi açlıkla, vicdanlarımızın her geçen gün daha da ziyadeleşen “Ebed! Ebed!” feryatlarını bastırmak istercesine, fantazyelerini döküyor önümüze. Lâkin, önümüze dökülen bu medeniyet fantazyelerinin hangi birisi vicdanlarımızın feryatlarını susturabildi ki şimdiye kadar? Büyük bir iştahla uzandığımız dünyevî lezzetler fânilikleri ile bizi terk ettiklerinde, yediği firak sillesiyle kalplerimiz hüsrana uğrarken umduğunu bulamama neticesiyle ne yaptığını bilmez divâneler gibi boşluğa düşüveririz hep. Ve yine teselli için bir başka medeniyet oyuncağına elimizi uzatmayı dener ve akabinde yine aynı hüsrâna uğrarız. Ve yine medeniyet oyuncakları... yine kaybetmeler, terk edilmeler… yine sızılar, çığlıklar, feryatlar… Böylece nefislerimizin bu beyhude direnişi sürüp giderken maddi ve manevi sağlığı bozulmuş, dünya lezzetlerine dilencilikle perişan olmuş, hiçbir gaye ve hedefi olmayan fertler ve bu nevi fertlerden teşekkül etmiş bir gençlik oluşur cemiyet adına.

Oysa kalplerimize yaşattığımız bu ayrılık acılarına ait haykırışların bize duyurmak istediği hakikati keşke anlayabilseydik: “Bütün firaklardan gelen feryatlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır.”Demek fıtrat, firaklardan gelen kalbî, vicdanî feryat ve çığlıklarla mimsiz medeniyetin ebedi isteyen ve ebed için yaratılan insana asla ve asla istediğini veremeyeceğini ilan etmektedir.



DAHA ÇOK ŞEFKAT DAHA ÇOK DUÂ…

Zihnimde sıraladığım, gençliğin vahâmetini netice veren birkaç sebebi tefekkür ederken bu marazzın izalesinde şiddetli bir şefkatin ne kadar gerekli olduğunu hissettim. Evet, şefkat ne kadar mühim fakat biz o ulvî ve gerekli haslette ne kadar da eksiğiz!

Oysa “Rahmetim gazabımı geçti” diyen şefkat ve merhameti nihayetssiz bir Rabbin kulları olarak, kusur ve kabahat işleyenleri hemen ayıplayıp kızmakta neden bu kadar cesur davranıp haddi aşarız ki? Ve affetmeyi seven, cezâ vermekte ise acele etmeyen Allah’ımızın lütfuyla değil midir günahkâr hâlimizle hâlâ yiyip içebilmemiz ve nefes almamız?

Ve “Mahşerde hâlimiz ne olacak?” diyerek, başımız önümüzde gözyaşlarımızla duâ ederken “Size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na pek ağır gelir. O size çok düşkün, mü’minlere çok şefkatli, çok merhametlidir.” (Tevbe, 128) âyetiyle ifâde edilen Efendimiz (asm)’ın bütün peygamberlerden üstün şefkatiyle ve ümmetine mahşer günü şefaat etmek için yanıp tutuştuğunu düşünmekle teselli bulmaz mıyız her birimiz? Ki, Allah Musa (as)’a mahlûkata gösterdiği şefkat mukabilinde: “Yarattıklarıma karşı olan merhametin icabıdır ki, seni sâfî kıldım, peygamberlik ikramını verdim.” buyurduğu rivayet edilmiştir. Demek şefkat, peygamberlik şerefine mazhar kılınmaya sebep olabilecek kadar ulvî ve nebevî bir sıfattır.

Nebevî bir sıfat olan şefkat hasleti elbette verâsetdi nübüvvet makamındaki zatlarda da öyle tezâhür eder ki; hârika bir numûnesi de Bedîüzzaman Hazretleri’dir: “Karşımda müthiş bir yangın var; alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, îmanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmanımı kurtarmaya koşuyorrum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var?” diyerek, yavrusunu kaptırmamak için kelbin önüne atılan tavuğun şefkati misali, belki de binler anne şefkatiyle nesli âtinin kurtuluşu için zindan ve sürgünlerin şefkatsiz ve soğuk kucağını kahramanca tercih eden harika bir şefkat kahramanıdır o. Ve o şefkatin neticesiyle kendisine ihsan olunan îman ve Kur’ân hakikatleri milyonlarca insanın îmanını kurtarır, dünya ve ukbâsını saadete çevirir ve bizler de onun fevkalade bir nübüvvet vârisi olduğuna şahit oluruz.



“EY DÜNÜN MASUM ÇOCUĞU!”



Bu harika şefkatin yanında şefkat kahramanı tesmiye edilen hanım taifesinden bir fert olarak kendi şefkatimin ne kadar cüce kaldığını düşündüm, mahcup oldum. Hem asırlarımız olan genç arkadaşlarımızın lehviyyât câzibesinden kurtulmalarını ne kadar önemsiyorruz acaba? Şu an Azrâil Aleyhisselam’a rûhunu teslim ederken îmanını kaybedebilecek binlerce insan için ne kadar endişeleniyoruz? Medeniyetin pençesinde îmanı, ahlâkı ve insaniyeti sekeratta bulunan milyonlarca genç için ne kadar duâ ediyoruz?



Daha çok şefkat, daha çok dua ve konuşmaktan çok yaşama dersi…

Günümüzde belki de en mazlum halini yaşayan İslam davasına merhem olmaya çalışmak gibi, idealleri bekâya uzanmış ve kabiliyetlerini şahsi kemâlatı için değil îman ve İslâm’ın terakkisine, dolayısı ile insanlığın maddî ve manevî kurtuluşuna sarf eden bir genç olabilmek kolay değildir.

Ve “Îmâna hizmet nebevî bir vazifedir ve şereftir. Ben de bunu gâye-i hayatım yapmakla şereflenmeliyim.” diyebilmek herkesin kârı değildir, bilirim. İnsanın kıymeti ideallerinin ve himmetinin uzandığı yere kadardır. İnsan ne kadar mükemmel olursa olsun sadece kendisi için veya sadece dünyası için yaşarsa yani sadece faniye münhasır kılarsa ideallerini, bir hiçtir. Yaşar, ölür ve unutulur!


Ben de bir gencim. Kaderin hükmü böyle; medeniyet canavarının yeni nesilleri yuttuğu bir asırda doğmuşuz. Peki, Firavunun sarayında yetişen Mûsâlar veya Mûsâları yetiştiren Âsiyeler olmaya ne dersiniz?

Ey dünün mâsum çocuğu! Tut şefkatle sana uzanan nurdan eli, bırakma!

Fânîde kaybolma! Beka senin için var edilmiş, unutma!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder