SELAMUN ALEYKÜM

İnşaallah istifadeye medar olur!!!!!!

20 Ocak 2011 Perşembe

Bediüzzaman'ın İlmi, Ledün İlmi midir?



Yazar: Sorularla Risale, 28-7-2010Ledün ilmi, Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Musa'nın Hz. Hızır'la yaptıkları seyâhat münâsebetiyle geçer. Şöyle ki:

Hz. Musa, Hz. Hızır’ın özel ilminden istifâde etmek için O'nun yanına gider. Beraber ibretli bir yolculuk yaparlar. Önce bir gemiye binerler, Hz. Hızır, gemiyi baltayla yaralı hale getirir, geri dönerler. Yolda giderken rastladıkları bir çocuğu, Hz. Hızır öldürür. Bir beldeden geçerken yiyecek isterler, kimse bir şey vermez. Hz. Hızır, beldeden çıkacakları zaman, yıkılmak üzere olan bir duvarı düzeltir. Hz. Musa, gördüğü olaylar karşısında dehşet içinde kalmıştır. Hz. Hızır, olayların içyüzünü şöyle açıklar:

Gemi biraz daha yol alsaydı, ilerde korsanlar ele geçireceklerdi. Ben gemiyi kurtarmış oldum. Çocuk eğer yaşasaydı, salih anne-babasına zarar verecekti. Rabbin istedi ki, o çocuğu onlardan alsın. Onun bedeline daha hayırlısını versin. Duvara gelince, altında iki yetime ait hazine vardı. O hazineyi, ilerde o iki yetim bulmaları için böyle yaptım. Bütün bunları kendi arzumla yapmış değilim. Allah’ın emriyle gerçekleştirdim. (bk. Kehf Sûresi, 18/60-82.)

Bu olayda ilk dikkati çeken hususlardan birisi, Hz. Musa ile Hz. Hızır’ın ilimlerindeki farklılıktır. Hz. Musa, şeriat ilminde bir denizdir, Hz. Hızır da, ilm-i ledünde. Hz. Hızır’ın ilmiyle ilgili olarak, âyette “Ona kendi katımızdan bir ilim öğretmiştik.” denilmekte. (Kehf, 18/65)

Âyetteki “Ledün” ifâdesinden hareketle, zamanla bu tür sırlı bilgilere “İlm-i ledün” denilmiş. Böyle bir bilgi, özel bir bilgi türüdür. Olayların iç yüzüne vukufiyet, zâhiren çirkin görünen hâdiselerdeki güzelliği görmek, bu ilimle mümkündür. Tarih, coğrafya, fizik gibi ilimleri kitaplardan veya öğretmenlerden öğreniriz. İlm-i ledün ise, İlâhî menşeli ilhama mazhariyetin neticesinde kendini gösterir.

Bediüzzamanın yazdığı Nur Risaleleri, bugün dünyanın belli başlı dillerine tercüme edilmiştir ve çok geniş kitleler tarafından okunmaktadır. İslâmi ilimlere vâkıf olan kimseler bu eserleri okuduklarında onda Ledünni sırlar da olduğunu görmektedirler. Ama bu, "Nur Risalelerinin tamamı Ledünni sırlarla doludur" anlamına gelmemektedir.

İlm-i ledün ne demektir? İzah eder misiniz?



Yazar: Sorularla Risale, 02-11-2006Bu ilim, olayların iç yüzüyle, hikmet ve rahmet cihetiyle ilgili bir ilimdir. Çalışmayla değil ancak İlahi ilham ile elde edilir. Hazret-i Hızır bu ilme mazhardır.

Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Musa’yla Hz. Hızır’ın yolculuklarına yer verilir. Bu yolculuk ibretlerle doludur. Beraber bir gemiye binerler, Hz. Hızır, gemiyi baltayla yaralı hale getirir, geri dönerler. Yolda giderken rastladıkları bir çocuğu, Hz. Hızır, öldürür. Bir beldeden geçerken yiyecek isterler, kimse bir şey vermez. Hz. Hızır, beldeden çıkacakları zaman, yıkılmak üzere olan bir duvarı düzeltir. Hz. Musa, gördüğü olaylar karşısında hayret içinde kalmıştır. Hz. Hızır, olayların içyüzünü kendisine açıklar.

Burada dikkati çeken hususlardan birisi, Hz. Musa ile Hz. Hızır’ın ilimlerindeki farklılıktır. Hz. Musa, şeriat ilminde bir denizdir, Hz. Hızır da, ilm-i ledünde. Hz. Hızır’ın ilmiyle ilgili olarak, ayette “Ona kendi katımızdan bir ilim öğretmiştik” denilmektedir. (Kehf, 65.)

Âyetteki “ledün” ifadesinden hareketle, zamanla bu tür sırlı bilgilere “ilm-i ledün” denilmiştir. Olayların içyüzüne vakıf olmak, zahiren çirkin görünen hadiselerdeki güzelliği görmek, bu ilimle mümkündür.

RİSALELER İLHAMLA MI YAZILDI VE İLHAM İLE VAHİY İLİŞKİSİ.



Yazar: Şadi EREN ( Doç. Dr.), 15-11-2007Bediüzzamanın tenkid edilen yönlerinden biri, Nur Risalelerini ilhamen yazıldığını söylemesidir. Risalelerde zaman zaman "bunlar bana yazdırıldı", "kalbime ihtar edildi" gibi ifadeler geçmektedir.

Buna gelen itiraz, aslında vahye gelen bir itirazdır. Ümmi bir insana vahiy geliyorsa, bir başka insana ilham gelmesi reddedilmemelidir.

Meselenin esası şudur: Allah peygamberlerine vahyettiği gibi, seçkin bazı kullarına da ilham eder. Şair gibi hassas bazı kimselerin ilhama mazhar oldukları gözler önünde iken, bütün hayatını Kur'an hizmetine adayan bir Bediüzzamanın ilhama mazhar olduğunu reddetmek, insanfla bağdaşır bir durum değildir.

Kelime olarak ilham, “bir şeyi birden yutturmak” anlamında olup, ıstılah olarak “kalbe bir takım mana ve fikirlerin ilkâ edilmesi” anlamında kullanılır. “Allah’ın, kulun kalbine bıraktığı şey”, “feyz yoluyla kalbe bırakılan şey” tarzında da ifade edilmiştir.

Istılahî anlamdaki vahiy, peygamberlere has bir keyfiyet iken, ilham daha umumî bir karakter taşır. Veli kulun kalbine gelen ilham, meleklere yapılan ilham, hatta arı gibi hayvanlara yapılan ilhama kadar şümullü bir ifadedir.

Kur’an-ı Kerim’de “ilham” kelimesi sadece Şems suresi 8. âyette geçer. Bu surenin başında yüce Allah, güneşe ve aya, gündüz ve geceye, sema ve arza kasemden sonra, “Nefse ve onu en güzel bir biçimde şekillendirip fücur ve takvasını ilham edene yemin ederim ki, nefsini arındıran muhakkak kurtulmuştur. Onu kirleten de, hüsrana uğramıştır” buyurur. (Şems, 8-10)

Bu âyetler, insan nefsinin fücur ve takvaya kabiliyetli olduğunu beyan etmektedir. İnsan, nefsini hayra da, şerre de yönlendirebilir.

İnsanın terkîbi ulvî ve süflî âlemden gelmiştir. Bundan dolayı insan, nefsi itibarıyla süfliyata meyyal, ruhu itibarıyla ise, ulviyâta müştaktır.

Surenin başında “güneş ve aya, gündüz ve geceye, sema ve arza” yemin edilmesi, insanın fücur ve takvadaki haline bir işaret gibidir. Yani, insan nefsi ya güneş gibi nuranî veya ay gibi zulmanîdir. Ya gündüz gibi aydınlık veya gece gibi karanlıktır. Ya sema gibi ulvî veya arz gibi süflîdir. İnsanı bu şekilde yükselten veya alçaltan, nuranî veya zulmanî yapan, fiillerine temel teşkil eden ilhamlardır. Çünkü insan nefsi, hem hayırlı ilhamlara, hem de şerli ilhamlara bir alıcı durumundadır. Allah’ın ve meleğin ilhamına muhatab olduğu gibi, şeytanî bir ilham olan vesveselere de muhatab olmaktadır. Allah’ın nefse fücur ve takvayı ilham etmesi ise, hayır ve şerri ona bildirmesi anlamındadır.

İlham da vahiy gibi sübjektif bir yapı arzeder. İlhamın keyfiyeti, tatmayanlarca bilinmez. Fakat onun bu bilinmezliği, kendisi hakkında fikir yürütmemize engel değildir. Bu nedenle, ilhamın keyfiyetiyle ilgili bazı görüş ve tecrübeleri kaydetmekte fayda görüyoruz:


“İlham, vicdanda ani bir surette belirir. Nereden geldiği his ve idrâk olunmaz. Açlık, susuzluk, üzüntü ve sevinç duyguları vicdanda nasıl duyuluyorsa, ilham da aynı şekilde duyulur.”

Böyle ani gelen bir ilham, beklenmedik ruhî, coşkun bir istila gibidir. Bundan dolayı da, kalbî hassasiyet ve aklî titizlik daima onu almaya hazır olmalıdır. Yoksa “Nurlar senin üzerine gelirler ve kalbini kainat içindeki eserlerin suretleriyle dopdolu görünce geldiği gibi giderler. Kalbini ağyarın suretlerinden boşalt ki, maarif ve esrar ile doldurasın.” (Ataullah İskenderanî,)

İşârî tefsîr ekolünün mümtaz simalarından Bursevî kendi ilham tecrübelerinden bahsederken şöyle der: “Nefsimizde tattık ki, ilham ve hitab bazen Arapça lafızla, bazen de Farsça veya Türkçe olarak geliyordu.” (İsmail Hakkı Bursevî)

Muhammed Abduh, Menar tefsirinde şöyle der: “Kişi, firaset, ilham gibi gizli ruhî idrak vasıtalarıyla bir bilgiye ulaşabilir. Bu, çoğu kere ruha bazı levhaların açılması şeklinde olur. Bunun kesinliği, ancak vukûundan sonra anlaşılır. Böyle bir ilham, bazı keskin gözlü kimselerin başkalarının görmediği çok uzak mesafeyi görmeleri gibi bir haldir.”

Fakat gayb, derece derecedir. Gaybın en derin noktasını ne bir peygamber, ne de bir veli bilemez. Ezelî kaderin vukua çıkma, tezahür etme zamanı yakınlaştıkça, o hadise gayb hazinesinden yavaş yavaş ayrılıp, insanın kavrayış ufkuna, dünya semasına doğru gelir. Denizin ta dibindeki cisim görünmez. Ama dipten ayrılıp yüzeye doğru gelen cisim, yüzeye yaklaştıkça kuvvetli gözler tarafından görülür. İşte gaybın, derinliklerinden ayrılıp şehadet âlemine doğru yaklaşan olayları da, basiret gözü açık olan bazı keşif erbabı görebilir.

Allah’ın veli kulları ilhama mazhar oldukları gibi, hassas ruhlu sanatkârlar, şairler, kendi sahasında fani olmuş ilim adamları da ilhama mazhar olmaktadırlar. Bunlar, hayatın günlük akışı içinde başkalarının göremediğini görürler, sezemediğini sezerler, hissedemediğini hissederler. Bir başka ifadeyle, bilginin bambaşka bir boyutunda yer alan kimi sezgiler ve dimağlar, bize göre verimsiz gibi gelen bir zeminden diriltici sular, ilâhî temaslar elde edebilirler.

Hatta, belli bir meseleyi, uzun bir müddet çok uğraşmamıza rağmen çözemezken, bir gün aniden onun çözümünü içimizde buluruz. Bütün bilgi basamaklarını atlayarak bizi ani bir şekilde sonuca ulaştıran bu kabiliyetimiz hadsden (sezgiden) başka bir şey değildir.

Her insanda bilkuvve mevcut olan böyle bir sezgi, şair ve sanatkârlarda, ilim adamlarında çok daha hassastır. Bugün beşeriyetin istifade ettiği ilim ve teknoloji ürünleri, çoğu kere böyle sezgilerin neticesidir. Bunları, sadece zekânın eseri görmek yanlış olacaktır. Dâhi insanlar, kendilerinde bulunan gözlem ve anlama gücünden başka, sezgileri ve yaratıcı muhayyileleri ile başkaları için gizli olanı sezer, görünüşte ayrı olan olaylar arasındaki ilişkileri anlar, gizli bir hazinenin varlığını tahmin ederler.

“Mülhem keşşaflar” diyebileceğimiz bu kişiler, kendi sahalarında âdeta fâni olmuşlardır. Bütün dünyalarında araştırdıkları mesele vardır. Her şeye o zaviyeden bakarlar. Bir müzisyenin dünyası notalardan meydana gelmiştir. Bir ressamın dünyası, renkler ve şekiller dünyasıdır. Mesleğinde fâni olmuş bir kimyacının nazarında âlem büyük bir laboratuardır. Bir şairin dünyası, kelimelerin armonisinden örülüdür. Bunlar ve benzerleri, kendi branşlarının gemisinde, sisle örtülü sırlar okyanusunda ilerlerken, zaman zaman ilerdeki kayaları hayal meyal görür gibi olurlar. Ardından tekrar bir sis etrafı kaplar. Bazen de bir rüzgâr eser, bütün sis bulutlarını dağıtır. Önlerindeki kayaları ve ilerdeki kıyıları onlara açık ve net olarak gösterir. Böylece kayalardan aşarlar, kıyılardan geçerler. Gerçeğin yeni ufuklarına doğru kürek sallarlar.

Şöyle veya böyle, kendisine bu tarz ilham gelen birisi şiirde yeni bir ufka açıldığı gibi, kendini sanatına adamış mülhem sanatkârlar, kendini ilmî keşiflere adamış mülhem keşşaflar da bir gün kendilerini yepyeni bir iklimde bulabilmektedirler.

Kevnî sırlara dalmak isteyenlere kâinat sırları açıldığı gibi, ilâhî sırlara ermek isteyenlere de, marifet nurları saçılacaktır.

İlham ne derece bağlayıcıdır?

İlhama mazhariyetle elde edilen bilgi, çoğu kere o şahsı ilgilendiren cüzî şeyler içindir. Yani, ya sıkıntılı halinde gelen bir teselli veya içinden çıkamadığı bir müşkilin halli veya kendisi ve çevresiyle ilgili geleceğe yönelik bir müjde şeklindedir.

Bu tarz bir ilhamın değeriyle ilgili olarak ekseriyetin görüşü, ilhamın başkasını bağlayıcı bir bilgi türü olmadığıdır. Taftezanî “Akaid” metninde geçen “İlham, ehl-i hak nezdinde bir şeyin sıhhatini bilme yollarından değildir” cümlesini şöyle açıklar:


“Müellif bununla “İlham, bütün insanların kendisiyle ilim elde ettiği ve başkasını bağlayıcı bir sebep değildir” manasını murad etmiştir. Yoksa şüphesiz ilham yoluyla her hâl ü karda bir ilim elde edilmektedir.”

Diğer bir ifadeyle, kelâmcılar, ilhamın vukuunu değil, bu yolla elde edilecek bilginin, başkası için delil olacağını kabul etmezler.

Meselâ birisi “kalbime ilham edildi ki, şu tarihte şu olay olacak” dese, onun bu ilhamı başkasını bağlayıcı bir hüküm taşımaz. Bu ilhamının hükmü zamana bırakılır. Zaman onu ya tasdik eder veya yanlış gördüğünü ortaya koyar.

Kalbine ilham gelen kişi, bunun ilâhî menşeli olduğunu hissederse, kendisi onunla amel eder. Nitekim Hz. Musa’nın annesi kalbine gelen ilhama göre hareket etmiş, küçük Musa’yı sandık içinde Nil’in sularına bırakmıştır.

Bu noktada şunu da belirtmek isteriz ki: İnsanın kalbi sadece Rahmanî ilhamlara yönelik bir alıcı durumunda olmayıp, şeytandan da ilham almaya kabiliyetlidir. Bundan dolayı, ilhama mazhar olan kişi, eğer dinin hükümlerini iyi bilmiyorsa, şeytanların oyuncağı olabilir. Kalbine gelen şeytanî ilhamı, Rabbanî zannedip hem sapar, hem de saptırır.

Anlatılır ki, Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’a biri “Yalancı peygamber Muhtaru’s- Sakafî kendisine vahiy geldiğini iddia ediyor” deyince İbn-i Ömer “Doğru söylemiş” der ve şu âyeti okur:


“Şüphesiz şeytanlar kendi dostlarına sizinle mücadele etmelerini vahyederler” (En’am, 121) Yani, vesvese yoluyla ilham ederler. Ehl-i imanla mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar.

Demek ki, bilhassa şeytan fikirli insanlar, şeytanî ilhamlara maruz kalırlar. Şeytan, ehl-i imana vesvese verip günahlara sevketmek istediği gibi, ehl-i küfre de mesajlar gönderir, ehl-i imanla uğraşmalarını sağlar.

Hamdi Yazır şöyle der:

“İmansızlıkla şeytanet arasında bir cazibe vardır. Korusuz bahçeye haşerat musallat olduğu gibi,

“Görmedin mi biz, kâfirlerin üzerine kendilerini iyice (azgınlığa) sevkeden şeytanları gönderdik” (Meryem, 83) medlulünce, imansız kalplere de şeytanlar musallat olur. İmansızlar şeytaneti sever. Şeytanî hasletlere, hareketlere meftun olurlar. Hayırsız, hayırsızla düşer kalkar. Eşkiyanın reisi, en büyük şaki olur. Bunun gibi, imansızların bütün temayülleri şeytanette olduğundan, önlerine şeytanlar düşer, başlarına şeytanlar geçer.”

Günümüzde, memleket çapında ve dünya çapında ehl-i imanla uğraşanları gördükçe, üstteki âyetin manasını daha iyi anlayabiliyoruz.

Vahiy – ilham farkı


Vahiyle ilham arasındaki farkları bilmek, ilhamın değerini ve keyfiyetini anlamamıza yardım edecektir. Şöyle ki:

1- İlham, mutasavvıflarca ve bazı kişilerce bir delil sayılabilir. Ancak o, çoğunluğu bağlayan bir hüccet değildir.

2- Vahyin kaynağı kesin olarak ilâhî olmakla birlikte, ilhamın kaynağı her zaman ilâhî olmayabilir. Onun için, vahiy katî olup, ilham zannîdir. Çünkü, vahiy melek vasıtasıyla gelir. Melekte hata ihtimali yoktur. Fakat kalbin akıl ve nefisle alakası olduğundan, bunlardan etkilenir. Bundan dolayı, o meyanda yanılmalar olabilir.

3- Vahiyde mündemic olan risalet, bütün beşeriyete aittir. Halbuki ilham, yalnızca buna mazhar olan şahsa mahsustur. Vahiy, bütün âlemi aydınlatan güneş gibidir. İlham ise, sadece ilhama mazhar kişiyi aydınlatan bir lamba gibidir.

4- Vahye mazhar olan peygamber, aldığı vahyi insanlara tebliğle mükellefdir. Hâlbuki bir veli, kalbine gelen ilhamı tebliğe memur değildir. Hatta çoğu kere gizlemesi daha efdal olmaktadır.

5- Vahiy gölgesizdir, safidir, peygamberlere hasdır. İlham ise, gölgelidir.

Renkler karışır. İnsandan başka, melekler ve hayvanların da mazhar olduğu bir keyfiyettir.

Hz. Musa’nın Annesi


Kur’an-ı Kerim, Hz. Musa’nın annesine gelen ilâhî ilhamdan bahseder. Şöyle ki:

Hz. Musa dünyaya geldiği sıralarda Mısır’a hükmeden Firavun, Benî İsrail’in erkek çocuklarını öldürtmektedir. Oğlunun da öldürülmesinden endişe eden Hz. Musa’nın annesine şu ilâhî teselli gelir:

“Çocuğunu emzir, Onun başına bir şey gelmesinden korktuğunda onu (sandık içinde) denize bırak. Korkma ve üzülme! Biz onu tekrar sana kavuşturacağız ve onu peygamberlerden yapacağız.” (Kasas, 7)

Hz. Musa’nın annesine gelen bu ilham, onu teselli edici ve yönlendirici bir keyfiyet arzetmektedir. Aynı zamanda ileriye yönelik iki müjdeyi taşımaktadır. Bu iki müjde, Musa’nın annesine geri döndürülmesi ve küçük Musa’nın, ilerde bir peygamber olacağıdır. Musa’nın annesine ilhamın nasıl ve ne şekilde geldiği meçhulümüz olmakla beraber, bunun rüyada bildirilmesi, ya da Hz. Meryem’de olduğu gibi, melek gönderilmesi şeklinde olabilir.

Bu şekilde bir ilhama mazhariyeti, sadece Musa’nın annesine has bir olay olarak görmek hatadır. Benzeri durumlarda böylesi ilhama mazhar pek çok kişi vardır. Bu ilhamlar, Musa’nın annesi örneğinde olduğu gibi, “teselli edici, yönlendirici ve gelecekten haber verici” özellikler taşımaktadır.

Bediüzzaman Hazretleri'nin ilminin "Ledünni" olduğu konusuna gelen itiraz ve iddialara cevaplar...



Yazar: Niyazi BEKİ (Yrd. Doç. Dr.), 11-2-2009İddia: Nur Risaleleri’nde Said Nursî’nin ilminin (!) "ledünnî" olduğu açıkça iddia edilmektedir:


İddiaya Cevap: Burada “Nur Risaleleri’nde” denilmek suretiyle, aşağıdaki ifadelerin ve yapılan tespitlerin Bizzat Bediüzzaman’a ait olduğu imajı verilmek istenmiştir. Halbuki verilen kaynaklar, Bediüzzaman’ın bir talebesine ait olup, Risale-i Nur külliyatı içerisinde yer almamaktadır. Bununla beraber, ifade edilen gerçekler milyonlarca kimseler tarafından kabul edilmektedir.


İddia: (...)Bu hadis-i şerif Nur’un tercümanına mutabık geliyor ki, ilminin ve kemâlinin tahsil ve terbiye neticesi değil lutf ve ihsan-ı Rabbânî olarak, bir harika-ı fıtrat halinde kısacık bir zamanda ihsan edileceğini bildiriyor ki, şimdiye kadar kimsede vaki olmamış olan bu hal ancak bir büyük müceddidin alâmât-ı mahsusasındandır.

Ayrıca, Kehf suresinin Hz. Musa (a.s.) ile Hızır (a.s.)’dan bahseden 65. ayetinin "tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz" anlamına gelen bölümü ebced hesabına tâbi tutularak yukarıdaki iddia delillendirilmek (!) istenmiş ve Said Nursî’ye verilen bu ilmin "Resâili’n-Nûr" olduğu belirtilmiştir:


İddiaya Cevap: Kur’an’da elbette tesadüf yok, Allah’ın sonsuz ilminin yansıması vardır. “De ki: Kur’an’ı, göklerdeki ve yerdeki bütün sırları bilen yüce Allah indirdi” (Furkan, 25/6) mealindeki ayette bu gerçek açıkça vurgulanmıştır. Bu sebeple, Kur’an’daki tevafukların, işarî tefsir çerçevesinde değerlendirilmesinin ilmî hiçbir sakıncası yoktur.

Yeter ki, ayetin işaretine mazhar olduğu söylenen konunun gerçekten buna liyakati olsun. Risale-i Nur’u önyargıdan uzak, bir namus-u ilmî çerçevesinde okuyan yüz binlerce –bilge- insanların, bu eserlerin fevkalâde bir güzelliğe, ilmîliğe, mükemmelliğe haiz olduğu yolundaki kanaatleri, bu eserlerin Kur’an’ın işaretlerine layık olduklarının reddedilmez delilidir.

-Bununla beraber, bu gibi istihraçlar, yüzde yüz kesin olmamakla beraber, yüzde doksan dokuza varan bir zann-ı galiple insana bir kanaat-ı ilmiyeyi vermektedir. Aslında, dinî olsun olmasın, sosyal bilimlerin önemli bir bölümü bu tür zannî bulgulara dayanmaktadır. Hatta tefsir ve fıkıh ilminin önemli bir kısmı –matematik gibi yüzde yüz değil-, zannî bulgulardan ibarettir. Pek çok farklı yorumların, farklı fıkhî mezheplerin varlığı bunun göstergesidir. Demek oluyor ki, yüzde yüz kesinliği ifade etmeyen ilmî değerlendirmelere, ilmen itiraz edilemez. İtiraz eden cehaletini ortaya koymuş olur.


İddia: Ayetin meali şöyledir: "Orada, katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan birini bulmuşlardı."

Metnu Mâideti’l-Kur'ân’da da şöyle denmiştir:
(...) Ve yâ ‘ilme mulhemin min ledun Hakîmi’l-Hābîr = Yani, "Ey Hakim ve Habir tarafından ilham edilmiş olan ilim (Risâletu’n-Nûr)."

Bu cümleye "Hâşiye" düşülmüş ve denilmiştir ki:
Lâ ‘ilme lenâ illâ mâ ‘allemtenâ = 974 Risâletu’n-Nûr = Aslı ile, yani lam-ı tarifle 976.

İddiaya Cevap: Bediüzzaman’ın "Manevî bir elektrik olan Risale-i Nur, ne şarkın malûmatından, ulûmundan; ve ne de garbın felsefe ve funûnundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki, semavî olan Kur'an'ın şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir." şeklindeki ifadesi, onun –Risale-i Nur’un Kur’an’dan ilhamını alan- bir tefsir olduğu yolundaki samimi kanaatini açıkça ortaya koymaktadır.

Bediüzzaman'a göre, Risale-i Nur'un Kur'an'dan mülhem olduğunu gösteren deliller vardır. Bunları muhtevanın zenginliği, her seviyedeki insanlara hitab etmesi, üstün ikna kabiliyetinin olması, özellikle eserlerin telifi esnasında Kur'an'dan başka, müellifin yanında herhangi bir kaynak eserin bulunmamasına rağmen, alışılmışın dışında bir süratle yazılmış olması gibi hususlar zikredilebilir. Risale-i Nur'un muhtevası, kendi müellifinin havsalasının üstünde bir genişliğe sahiptir. Bu ise, eserlerinin bir ilham eseri olduğunun delilidir. Aşağıdaki sözleri bunu göstermektedir.

"Hem hakâik-i imaniye ve Kur'aniye'de öyle bir genişlik var ki, en büyük zekâ-i beşeri ihata edemediği halde; benim gibi zihni müşevveş, vaziyeti perişan, müracaat edilecek kitap yokken, sıkıntılı ve sür'atle yazan bir adamda, o hakâikın ekseriyet-i mutlakası dekaikiyle zuhuru; doğrudan doğruya Kur'an-ı Hakîm'in i'caz-ı manevîsinin eseri ve inâyet-i Rabbaniyenin bir cilvesi ve kuvvetli bir işâret-i gaybiyesidir."

"Elli-altmış risaleler öyle bir tarzda ihsan edilmiş ki, değil benim gibi az düşünen ve zuhurata tebaiyet eden ve tedkikata vakit bulamayan bir insanın; belki büyük zekâlardan mürekkep bir ehl-i tedkikin sa'y ve gayretiyle yapılmayan bir tarzda telifleri, doğrudan doğruya bir eser-i inayet olduklarını gösteriyor."


İddia: Bilindiği gibi, bu cümle Bakara suresinin 32. ayetinde geçmektedir ve "senin bize öğrettiğinden başka bizim bilgimiz yoktur" anlamına gelir. Yani, Said Nursî’nin bütün ilmi Allah’tandır ve onun, Allah’ın öğrettiği Risale-i Nur’dan başka bir ilmi de yoktur!

Yüce Allah buyurmuştur ki: "Yazıklar olsun, elleriyle kitabı yazıp da, sonra onu yok pahasına satabilmek için 'bu, Allah katındandır' diyenlere; yazıklar olsun, elleriyle yazdıklarından dolayı onlara ve yazıklar olsun, böyle kazandıklarından dolayı onlara!"

"(...) Onun Allah katından olduğunu söylerler; hâlbuki o, Allah katından değildir. Böylece onlar, bile bile Allah’a karşı yalan söylerler.

İddiaya Cevap: Dinlerinden uzaklaşmış, dünya malı için dinini dünyalarına satan bir kısım Yahudilere hitap eden bu ayetleri, hayatını Allah’ın dinine, kitabının anlaşılmasına vakfeden, hayatı boyunca hiç kimseden hediye bile kabul etmeyen Bediüzzaman gibi Müceddid bir allameye teşmil etmeye çalışmak, cahilane bir cinayettir. Doğrusu, bu düşünceleri seslendirenlerin, mutlaka bir yerden bir menfaat sağlayan –bile bile- dinlerini dünyaya satan kimseler olduğu şüphesini meydana getirmektedir. Nefs-i emmarenin hatırı için Allah’ın veli kullarına cephe alanlara bin defa yazıklar olsun!

Bediüzzaman’ın bazen Cuma namazına gitmediği konusu en çok merak edilen ve sorulan bir konudur.


Bediüzzaman’ın bazen Cuma namazına gitmediği konusu en çok merak edilen ve sorulan bir konudur. Hatta birileri bunu bahane ederek Bediüzzaman’a saldırdıklarını görüyoruz. Aşağıdaki iddiaları da dikkate alarak bizi bu konuda aydınlatır mısınız?
Yazar: Niyazi BEKİ (Yrd. Doç. Dr.), 27-6-2009 İtiraz Edilen Kısım

(...) Bana itiraz edenler, gizli ayıplarımı bilmiyorlar. Yalnız zahiri bazı hatalarımı bahane edip ve yanlış olarak Risale-i Nuru benim malım zannedip Risale-i Nurun nurlarına perde çekmek, intişarına rekabet etmek için derler: "Said Cum'a cemaatine gelmiyor, sakal bırakmıyor" gibi tenkidleri var.

Elcevap: Ben, çok kusurları kabul ile beraber derim: Bu iki mes'elede büyük mâzeretlerim var.

Evvelâ: Ben Şâfiîyim. Şâfiî Mezhebinde Cum'anın bir şartı; kırk adam imam arkasında Fâtiha okumaktır. Daha başka şartlar da var. Onun için burada bana cum'a farz değil. Ben, mezheb-i Âzamîyi takliden, bâzan sünnet olarak kılıyordum. (...)


İddia

Müçtehit imamların muhtelif içtihatları hakkında yukarıdaki sözleri sarf eden Said Nursî, İmam Şafiî’nin içtihadıyla Cuma namazının farziyetini üzerinden ıskat etmiştir. Daha doğrusu, İmam Şafiî’nin görüşünü bu ıskat işine alet etmiştir

Burada, mesele hakkındaki içtihatları -özellikle Şafiî’nin görüşünü- irdeleyecek değiliz. İmam Şafiî’nin bu görüşünü doğru var sayarak diyoruz ki:


Cevap

Bediüzzaman hazretlerine ait olduğu takdirde, en doğru bir bilgiyi bile çarpıtmaya gayret etmenin nedeni ne olabilir? Bu büyük allame-i asra karşı bu kin nereden kaynaklanıyor?

İddia sahibi, İmam şafiye, Şafii mezhebine ve bu vesile ile mezheplere doğrudan saldıramadığı için dolaylı olarak ve dessasane saldırıyı daha stratejik buluyor. “Burada, mesele hakkındaki içtihatları -özellikle Şafiî’nin görüşünü- irdeleyecek değiliz. İmam Şafiî’nin bu görüşünü doğru var sayarak” ifadelerinde bu dessasane taarruzu anlamak mümkündür. Halbuki, İmam-ı şafinin arkasında ümmetin en seçkin alimleri, tefsircileri, muhaddisleri ve kelamcıları vardır.


İddia:

İmam Şafiî’ye göre, Cuma cemaatinin asgarî sayısı kırk kişi olup, bir köyde ikamet etmekte olan kırk kişi toplanırlarsa, Cuma namazı kılmak bunlar üzerine farz olur. Sayı eğer kırka ulaşmazsa, o takdirde bu köy halkına Cuma namazı kılmak farz olmaz.

Burada köyün zikredilmesi, nüfusu az olduğundandır. Yoksa şehirdekilere Cuma namazının farz olduğunda müçtehitler arasında ihtilâf yoktur.


Cevap:

Bu buluşa hayran kalmamak mümkün mü? İfadenin her tarafından zekâ fışkırıyor! “Kırk sayısı, sadece nüfusu az olan köyler için geçerlidir. Yoksa “bir şehir camiinde veya bir mahallesinde Fatihayı okuyan olmasa da, kırk sayısı bulunmasa da, yine de Şafiilere Cuma farz olur!” İn haza illa bühtanun azîm.

- Şafii mezhebine göre, cumanın sahih olmasının şartlarından biri de, mükellef, hür, erkek, mukim (sürekli cumanın kılındığı yerde oturan) -imam dahil- kırk kişiden meydana gelen -hutbenin başından namazın bitimine kadar orada bulunan- bir cemaatin olmasıdır. Şayet hutbe esnasında bazıları dışarı çıksa ve bundan ötürü kırk sayısı eksik olsa, o adamlar geri geldiği zaman hutbenin o kısmının yeniden okunması gerekir. (bk. İmam Nevevî, el-Minhac/es-Sirascu’l-Vehhac, s. 86)

Kırk kişilik cemaatte bir tek kişi ümmî ise / Fatihayı okuyacak durumda değilse, Cuma namazı sahih olmaz.( bk. a.g.y)


İddia:


İmam Şafiî, en az kırk kişinin aynı zamanda imamın arkasında Fatiha okumasını da asla şart koşmamıştır. İmama uyanın Fatiha okuyup-okumaması başka bir konudur. Şafiî’nin Fatiha okumayı imama uyanlar için farz görmesi, Cuma namazının farz olması için Cuma cemaatinden en az kırk kişinin Fatiha okumasını da Cumanın şartlarından görmesi anlamına gelemez.

Bunun şart olduğu kabul edildiği takdirde cemaatin mezhebin namaz için farz kabul ettiği her şeyi yapıp yapmadıklarını araştırmak gerekecektir.

Bu araştırmaysa hem mümkün değildir, hem de men edilmiştir. Hadi, cemaatin de Fatiha okuduğunu kabul edelim. Kişiye Cuma namazının farz olması için bu da yetmeyecektir. Çünkü Said Nursî’nin dediğine göre, Cuma namazının farz olabilmesi için cemaatten en az kırk kişi Fatiha’yı hatasız okumalıdır. Merhum İmam Şafiî (r.a.), "Namazda Fatiha suresini okumak farzdır. Okuyabilen kimse namazda Fatiha’dan bir harf bile terk ederse namazı sahih olmaz." demiştir. O hâlde, her Şafiî Cuma namazından önce cemaatin Fatiha suresini okuyuşunu imtihan etmelidir! Hatta bu iş, -bırakalım namazın farzlarını- abdestin farzlarına, ihtilâflı meselelerde bozulup bozulmamasına kadar dayanır. Cemaatin abdestinin ve namazının kendi mezhebine göre yerine getirilip getirilmediğinin hafiyeliğini yapmak, kişiyi kendisinin üzerine farz-ı ayn olan işleri bırakmasına yol açar.

Said Nursî, muhtemelen birtakım siyasî mülâhazalarla Cuma namazı kılmamıştır. Bu fiiline bahane olarak Şafiî mezhebinin görüşlerini göstermesi tamamen tutarsızdır ve Şafiî mezhebine karşı da haksızlıktır.


Cevap:

Bediüzzaman hazretlerinin vurguladığı husus, imamın arkasında kırk kişiden aşağı kimsenin fatiha okuması durumunda cumanın bir şafiiye farz olmadığıdır. Yoksa, Cuma namazı kılması caiz değil, demek değildir. “Onun için burada bana cum'a farz değil. Ben, mezheb-i Âzamîyi takliden, bâzen sünnet olarak kılıyordum” ( Emirdağ Lâhikası I, 45) şeklindeki ifadesi tereddüde yer vermeyecek açıklıktadır.

Farziyetin şartı ile sıhhatin şartını fark etmemek veya görmezlikten gelmek hakikaten manidardır.

“Said Nursî, muhtemelen birtakım siyasî mülâhazalarla Cuma namazı kılmamıştır” ifadesi, dipnotta açıklanmıştır. Bununla Bediüzzaman hazretlerinin cumayı kılmamasının asıl sebebi, onun Türkiye Cumhuriyetini –bazılar gibi- Daru’l-harb olduğunu kabul etmesi olduğuna işaret edilmiştir.

- Evvela, bizim mezhepsiz fakihimiz, öyle anlaşılıyor ki, işi köstebekliğe dökmüştür. Bediüzzaman’ın şahsında nur talebelerini “Türkiye’yi daru’l-Harb” olarak görmekle suçlamakta ve onları jurnal etmektedir. Sizce bu-İslam açısından-hangi mezhebe sığar? El-Cevap; mezhepsizlik mezhebine..!

- İkincisi, bu kehanet sadece “recmem bil-gayb = gayba taş atmak” türünden bir iftira değil, aynı zamanda “Rağmen bil-meşhud = gözle görülen hakikate rağmen” yapılan bir bühtandır. Fazla söze hacet yok. İşte dünyanın her tarafında bulunan Nur talebelerinin bilinen müspet kanaatleri; İşte Bediüzzaman hazretlerinin konuyla ilgili açık ifadeleri:

“Şeâir-i İslâmiyeyi tağyire teşebbüs edenlerin senetleri ve hüccetleri, yine her fena şeylerde olduğu gibi, ecnebîleri körü körüne taklitçilik yüzünden geliyor. Diyorlar ki: "Londra'da ihtidâ edenler ve ecnebîlerden imana gelenler, memleketlerinde ezan ve kamet gibi çok şeyleri kendi lisanlarına tercüme ediyorlar, yapıyorlar. Âlem-i İslâm onlara karşı sükût ediyor, itiraz etmiyor. Demek bir cevaz-ı şer'î var ki sükût ediliyor."

“Elcevap: Bu kıyasın o kadar zâhir bir farkı var ki, hiçbir cihette onlara kıyas etmek ve onları taklit etmek zîşuurun kârı değildir. Çünkü, ecnebî diyarına, lisan-ı şeriatta "dâr-ı harp" denilir. Dâr-ı harpte çok şeylere cevaz olabilir ki, diyar-ı İslâm’da mesağ olamaz.”

“Hem frengistan diyarı, Hıristiyan şevketi dairesidir. Istılahât-ı şer'iyenin maânîsini ve kelimât-ı mukaddesenin mefâhimini lisan-ı hal ile telkin edecek ve ihsas edecek bir muhit olmadığından, bilmecburiye, kudsî maânî, mukaddes elfâza tercih edilmiş; maânî için elfaz terk edilmiş, ehvenüşşer ihtiyar edilmiş.”

“Diyar-ı İslâmda ise, muhit(Çevre), o kelimât-ı mukaddesenin meâl-i icmâlîsini ehl-i İslâma lisan-ı hal ile ders veriyor. An'ane-i İslâmiye ve İslâmî tarih ve umum şeâir-i İslâmiye ve umum erkân-ı İslâmiyete ait muhaverât-ı ehl-i İslâm, o kelimât-ı mukaddesenin mücmel meallerini, mütemadiyen ehl-i imana telkin ediyorlar. Hattâ, şu memleketin maâbid ve medâris-i diniyesinden başka, makberistanın mezar taşları dahi birer telkin edici, birer muallim hükmündedir ki, o maânî-i mukaddeseyi ehl-i imana ihtar ediyorlar. Acaba kendine Müslüman diyen bir adam, dünyanın bir menfaati için bir günde elli kelime frengî lügatından taallüm ettiği halde, elli senede ve hergünde elli defa tekrar ettiği Sübhanallah, Elhamdülillâh ve Lâ ilâhe illâllah ve Allahuekber gibi mukaddes kelimeleri öğrenmezse, elli defa hayvandan daha aşağı düşmez mi? Böyle hayvanlar için bu kelimât-ı mukaddese tercüme ve tahrif edilmez ve tehcir edilmezler. Onları tehcir ve tağyir etmek, bütün mezar taşlarını hâkketmektir; bu tahkire karşı titreyen mezaristandaki ehl-i kuburu aleyhlerine döndürmektir.” (Mektubat/29. Mektup/7. kısım)


İddia:

Said Nursî, bir yandan Şiîler ve Alevîlerin Sünnîlerle Risale-i Nur vasıtasıyla ittifak edeceğini ileri sürerken diğer yandan Şafiî mezhebindeki bir görüşü yanlış yorumlayarak, hem de Cuma namazı gibi bütün meşrep, meslek, mezhepteki Müslümanları bir araya toplayan bir ibadette Şafiîleri Hanefîlerden ayırmaktadır. Bu kafa, Şafiîleri Malikîlerden de ayırır. Malikîlerin çoğunlukta olduğu yerlerde de Şafiîlere Cuma namazı farz olmayacaktır. Çünkü, İmam Şafiî (r.a.), besmelenin Fatiha suresinin başında bir ayet olduğunu ve Fatiha ile birlikte okunmasının farz olduğunu söylemiştir. İmam Malik ve el-Evzaî (r.a.) ise, Neml suresindeki hariç, surelerin başındaki besmelelerin Kur'an’dan olmadığını, besmelenin namazda ne gizliden ne de açıktan okunacağını söylemişlerdir. Said Nursî bu durumda, Fatiha’yı besmelesiz okuyan Malikîlerle de Cuma namazı kılmayacaktır. İşte Said Nursî’nin bu sözleri; ittifakı değil, bilâkis iftirakı müstelzimdir. İşte "teceddüd"ün âlâsı!...

Said Nursî’nin, "Risale-i Nurun zaif veya yeni şâkirdlerini vesveseden kurtarmak için beyan ediyorum ki" şeklinde başlayan mektubundan aktardığımız bu sözler, mezhebinin görüşünü tam olarak bilmeyen Şafiî okurun kalbine asıl vesveseyi atacak cinstendir. Bu ifadeleri okuyan Şafiî, hem Hanefîlerle beraber kıldığı Cuma namazlarının sıhhatinden şüphe edecek hem de bu durumda artık Cuma namazının kendisine farz olmadığı kuruntusuna kapılacaktır.


Cevap:

- Bediüzzaman’ın Şiilerle Sünnileri barıştırma çabası, anlaşılan bazı softalar tarafından hiç de tasvip görmemiştir. Onun için, hiç yeri değilken buna da işaret etmeyi uygun görmesi, ehl-i beyt ve ehl-i beyti sevmeyi meslek ittihaz eden şia düşmanlığıyla ilgili sara nöbetinin burada da başlamış olduğunu göstermektedir.

- İslam alimlerine göre, herkes -dört mezhep içerisinde kalmak, mezhepsiz olmamak şartıyla- muhalif mezhebe sahip olan imamın arkasında namaz kılabilir. Onun gizli durumunu araştırmaya gerek yoktur. Fakat eğer cemaat olan kimsenin kendi akidesine göre, imamın namazının sıhhatine aykırı bir durumu açıkça görülürse arkasında namaz kılmak caiz değildir. Bu husus, Hanefî ve Şafii mezhebinin ittifakla kabul ettiği bir görüştür.


İddia:

Muhammed b. Abdulazim şöyle demiştir:

Cehalet ve taassuptan ileri gelen davranışlardan birisi de; bir veya birden fazla müçtehidin kavline göre yerine getirme imkânı varken -sırf bir mezhebe bağlanıp kalma yüzünden- Allah Tealâ’nın farzlarından birini geçirmektir. (...) Herhangi şekilde olursa olsun farzı yerine getirmek, bütün durumlarda onu geçirmeye tercih edilir.


Cevap:

- Bir mezhebe bağlanıp kalmayı uygun görmeyen, onu taassup kabul eden Ehl-i sünnet alimlerinden bir tek kişi gösterilemez. Bu görüşü benimseyen ekol sadece mezhepsiz olan kesimdir.

Mezhepsizliğin İslam ümmeti için ne kadar tehlikeli ve sakıncalı bir akım olduğunu yakından görmek isteyenler, Çağımızın büyük alimlerinden M. Said Ramazan el-Butî’nin “Ellamezhebiye hatarun azîm = Mezhepsizlik büyük bir tehlikedir” adlı eserini okuyabilir.

Bu akımın ne kadar tehlikeli bir akım olduğunu gösteren bir misal olarak şunu belirtelim ki, bay itirazcının dava arkadaşlarından bir imam daha geçenlerde -Suudi Arabistan’da - hutbe okurken, cemaate -Hz. Muhammed (a.s.m)’in kabr-i şerifini işaret ederek- “Benim bu değneğim, şu kabirde yatan cesetten daha faydalı / hayırlıdır.” deme küstahlığında bulunmuştur.

Bu bay mezhepsize göre, İmam-ı Azam -Şafii mezhebinde imamın arkasında okunması farz olan- Fatihayı imamın arkasında okumadığı için müteassıp bir cahildir. Yine İmam Şafii -Hanefi mezhebinde imamın arkasında okunmaması vacip olan- Fatihayı okuduğu için müteaasıp bir cahildir. Bunun gibi onlarca meseleyi dört hak mezhep açısından bu şekilde değerlendirmek mümkündür. Ve bay “Neo haricî” kalıntısı ve mezhepsizliğin küçük temsilcisine göre, İmam-ı Azam, İmam-ı Şafii, İmam Malik, İmam Ahmed, İmam Gazalî, İmam Rabbanî gibi zatların hepsi de -haşa- cahil cüheladır.




İddia:

Şafiî mezhebinin görüşünü yanlış yorumlayıp, Cuma namazının kendisine farz olmadığını iddia eden mukallid "müceddid" Said Nursî’nin verdiği cevapta ileri sürdüğü ikinci mazeret, özrü kabahatinden büyük cinstendir. Şöyle diyor:

Sâniyen: (...) herkesin arkasında mezhebimce iktida edip namaz kılamıyorum ve okumakta yetişemiyorum ve daha Fâtihanın yarısını okumadan, imam rükûa gidiyor. Bizde Fâtiha okumak farzdır.

Evet, özrü kabahatinden büyüktür. Çünkü, taklit ettiği mezhebin konu hakkındaki kavlini bile bilmiyor. Oysa:

Cemaatle namaz kılan Fatiha suresini bitirememiş olsa da, imam rükûa gidince imamla birlikte rükûa gider. Namazı eksik olmaz.


Cevap:

-Şafii mezhebine göre, bütün namazlarda imamın arakasındaki cemaatin bütün fertlerinin de Fatihayı okuması farzdır. En sahih olan görüş budur ve alimlerin büyük çoğunlu bu görüşü benimsemiştir.(bk. Nevevî, el-Mecmu, 3/365).

- “Cemaatle namaz kılan Fatiha suresini bitirememiş olsa da, imam rükûa gidince imamla birlikte rükûa gider. Namazı eksik olmaz” ifadesinin dayanağı kabul edilen el-Muhezzeb’de şu ifadeler yer almaktadır: “Eğer sonradan gelip cemaate uyan bir kimse (mesbukî), kıraat / Fatihayı kaçırmaktan korkarsa, iftitah duasını bırakıp fatihadan başlar… Eğer fatihayı tamamlamadan imama rükua varırsa, bu konuda iki vecih/görüş vardır:

a. Fatihanın geri kalan kısmını okumaz, imamla birlikte rükua gider. Çünkü, imama tabi olmak daha zorunludur. Nitekim, kişi rükuda imama uysa, Fatiha okuması düşer.

b. Fatihayı tamamlayıp öyle rükua gider. Madem bir kısmını okumuş, onu tamamlamak gerekir(Mecmu, 4/212).”

- Fatihanın okunup okunmaması konusu genellikle sonradan imama uyan mesbuk hakkındadır. Nitakim, el-Macmu’da şu görüşlere yer verilmiştir:

“Mesbukî kıraatini bitirmeden imamın rükua varacağını düşünüyorsa, iftitah duasını terk edip hemen Fatiha suresine başlar… Eğer bu şahıs daha fatihayı bitirmeden imam rükua varırsa, bu konuda üç görüş vardır:

a. Fatihasını tamamlar, üç rükünde geri kalsa bile mazur sayılır.

b. Fatihayı bırakır rükua gider, okumadığı kısmı sakıt olur,

c. En sahih olan görüş şudur ki, eğer mesbukî olan şahıs istiftah ve teavvüz duasını okumadan Fatihaya başlamış olduğu halde bitiremediyse, imamla birlikte rükua gider okumadığı kısım üzerinden düşer. Yok eğer istiftah duasını okuduysa, en az o kadar fatihadan okuması şarttır.

Ayrıca, fatihayı biraz okuduktan sonra, onu artık tamamlamasının şart olduğunu kabul eden görüşe göre, fatihayı tamamlamadan rükua giden kimsenin namazı batıl olur. (4/212-213)”

Bütün bu konular sonradan gelip imama uyan mesbukî hakkındadır.

- “el-Muhezzeb”te yer alan “Kıraat için ayakta durması farz olan kimseye -gücü yetiyorsa-kıraat da farzdır” şeklindeki ifade el-Mecmu’da şöyle açıklanmıştır:

“Kıraat için ayakta durması farz olan” kaydıyla, sonradan imama uyan “mesbuk” kimsenin bundan müstesna olduğuna işaret edilmiştir. (Yani, imama rükuda kavuşan kimsenin üzerinden fatiha kalkar, onu imam üstlenir. Şayet rükudan önce kavuşursa, okuyabildiği kadar okur). “gücü yetiyorsa” kaydıyla da, “kıraatı iyi olmayan / Fatihayı iyi okuyamayan” kimsenin bundan müstesna olduğuna işaret edilmiştir. (Nevevî, el-Mecmu, 3/364). Şunu da unutmamak gerekir ki, (sonradan cemaate katılmış) Mesbuk dahi olsa okuyabildiği kadar fatihayı okumasının farz olduğuna Şafii alimleri arasında herhangi bir ihtilaf yoktur. (a.g.y).”

- Yine dipnotta kaynağı verilen Halil Günenç hoca efendinin “Hızlı okuyan imama uyan orta okuyuşlu bir kimse, tamamlayamadığı Fatiha’nın kalanından muaf tutulur” (Büyük Şafii İlmihali, İstanbul, 1979, s.93) ifadesinde yer alan “orta okuyuşlu” kimseden maksat da -Mecmu’da açıkça ifade edildiği üzere - Fatihayı düzgün okuyamayan, cehaletinden ötürü hızlı okuyamayan kimse demektir.

- Nitekim bazı kaynaklarda bu hususta “Eğer me’mumî/imama uyan kimse, -vesveseden değil- âcizliği / beceriksizliği / cehaleti sebebiyle Fatihayı tamamlamadan imam rükua gitmişse, sahih olan görüşe göre bu kimsenin fatihasını tamamlaması ve üç rükünden fazla imamdan geri kalmamak şartıyla namazını normal usule göre kılması gerekir. (V, Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî,2/215) denilmiştir.

- Oysa, Bediüzzaman’ın kast ettiği şey, -okumayı beceremediği için değil- manasını ve Allah’ın huzurunda olduğunu düşünerek yavaş okumak zorunda olduğundan, Fatihayı bitiremediği hususudur. İki okuyuş arasında yerden göğe fark vardır. Birincisinin yavaş okuması –kişinin iradesi dışında olduğu için- söz konusu ruhsata girebilir. Fakat ikincisinin yavaş okuması –iradesine bağlı olarak yapıldığından-ruhsata tabi olamaz.

- Konunun özeti şudur: Bediüzzaman hazretleri namazlarında;

a. Sonradan imama uyan mesbukî değildir,

b. Fatihayı bilmediği için geri kalıyor değildir. Velayetine yakışır bir huşu ile okuduğu için imama yetişemiyor.

c. Normal bir cemaat olduğu için iftitah ve taavvüz duasını okuyor.

Bu sebeplerden, fatihayı terk etme ruhsatından yararlanması, Şafii Mezhebine göre mümkün değildir.

sözkonusu iddianın sahibi, bu incelikleri anlamaktan âciz olduğu için -cehaletinde- mazur sayılabilir. Ancak gerçeği öğrenmek herkesin hakkıdır.


İddia:

Said Nursî’nin Cuma namazı kılmamasının kendince bir sebebi daha vardır ki, biz bu sebep üzerinde konuşmak istemiyor, yorumu okura bırakıyoruz:

(...) Hem camiye, cumaya gitmeye beni men'eden merdumgirizlik hastalığı (...)

(...) hem yirmibeş senedir ben münzevi yaşadığım için, kalabalık yerlerde huzur bulamıyorum (...)


Cevap:

Şafii mezhebine göre hastalık, camiye, cumaya gitmemek için başlıca bir mazerettir. (el-Minhac/Es-Siracu’l-Vahhac, 83-84)

Bediüzzaman Said Nursi, Birinci Millet Meclisi’nde konuşma yaptı mı? Mustafa Kemal’le görüştü mü?



Yazar: Mary F. Weld, 31-12-2010Said Nursî, Ankara'daki Millî Hükümetten gelen ve defalarca tekrar­lanan davetler üzerine, hükümete destek vermek için üç talebesini; Tevfik Demiroğlu, Molla Süleyman ve Bitlisli Binbaşı Refik Bey'i gönderdi. Bu ısrarlı davetler, İstanbul'dayken bu yöndeki bir talebi kabul edip etmeme­yi danıştığı "Millî Müdafaa İmamı" ve Alay Müftüsü Osman Nuri Efendi tarafından da teyit edilmiştir. Zira Osman Nuri Efendi, Bediüzzaman'a Ankara'ya gidip orada mebuslara katılmasının çok faydalı olacağını tavsiye etmişti.[1] Aynı istikamette Van ve Erzurum'da valilik yapan ve o sı­ralarda mebus olarak Millet Meclisi'nde bulunan eski dostu Tahsin Bey'den de gelen ısrarlı davetler üzerine, Ankara'ya gitmeye karar ver­di.[2]

O sıralarda Millî Mücadele henüz kazanılmıştı. 22 Ağustos 1922 ta­rihinde başlayan Büyük Taarruz, 9 Eylül 1922'de zaferle ve Anadolu'nun bağımsızlığıyla nihayete ermişti. Diğer yandan, 11 Ekim 1918 tarihinde Mudanya Ateşkes Antlaşması imzalandı.[3] Bu günler Osmanlı Devleti'nin son günleriydi. Ateşkes, Ankara hükümetiyle imzalandı; fakat Osmanlı hükümeti İstanbul'da ismi var cismi yok şekilde varlığını hâlâ sürdürmek­teydi. Bu problemi çözmek için, Mustafa Kemal'in isteği üzerine Büyük Millet Meclisi, 1 Kasım 1922'de yapılan oturumda, saltanatın kaldırılma­sı ve sadece halifeliğin devam ettirilmesi yönünde karar aldı. Halifeyi seçme hakkı ise, doğrudan Meclis'in elinde olacaktı. Görevinden azledi­len Sultan Mehmed Vahidüddin, 17 Kasım 1922 tarihinde, Malaya isimli bir İngiliz savaş gemisiyle ülkeyi terk etti. Yeğeni Abdülmecid, Meclis tarafından halife olarak atandı.[4] Kısa bir süre sonra ise, Osmanlı haneda­nının 407 yıldır elinde tuttuğu halifelik, 3 Mart 1924'te kaldırıldı.[5]

Bahsettiğimiz bu çok önemli ve büyük çaplı hadiseler yaşanırken, 9 Kasım 1922 Perşembe günü, Bediüzzaman için, Meclis'te resmî bir "kar­şılama merasimi" düzenlendi. O günün tutanaklarında törenle ilgili şu ka­yıtlar yer alır:

Ulemâdan Bediüzzaman Said Efendi Hazretlerine beyan-ı hoşâmedi:

Reis:

"Efendim, Bitlis Mebusu Arif Bey'le rüfekasının takriri var.

"Riyaset-i Celileye,

"Vilâyat-ı Şarkiye ulemâ-yı benamından olup Anadolu gazilerini ve Meclis-i Âli'yi ziyaret etmek üzere İstanbul'dan buraya gelerek samiin locasında bulunan Bediüzzaman Molla Said Efendi Hazretlerine hoşâme­di edilmesini teklif ediyoruz.

"Bitlis-Arif, Bitlis-Derviş, Muş-Kasım, Muş-(İlyas Sami), Siirt- Salih, Bitlis-Resul, Ergani-Hakkı"

(Alkışlar)

Rasih Efendi (Antalya): "Kürsüye teşriflerini ve dua etmelerini ken­dilerinden rica ederiz."[6]

Nursî bunun üzerine kürsüye çıkar, Millî Mücadele gazilerini tebrik eder ve dua eder. Bu merasim, tebrik konuşması ve duadan bir sonraki gün çıkan Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi de şöyle bahseder:

"Vilayet-i Şarkiyye ulema-ı beyamından olup Anadolu gazilerini ve meclis-i âliyi ziyaret etmek üzere İstanbul'dan buraya gelen ve samiin locasında bulunan Bediüzzaman Molla Said Efendi Hazretlerine beyan-ı hoşamedi edilmesi hakkındaki Bitlis Mebusu Arif Bey ve rüfekasının takriri alkışlar arasından kıraat edildi" [7]

Millî Mücadele'de İslâm'ın ve Türklerin zaferine çok sevinmiş ol­masına ve kendisinin sıcak bir şekilde karşılanmasına rağmen Said Nursî, bir süre sonra üzücü bir tabloyla karşılaştı. Mecliste bulunan mebusların çoğu, dinî vecibelerini yerine getirmede gevşek ve lakayt bir tutum sergi­liyorlardı. Bu durum karşısında çok endişelendi. Zira Ankara'ya gelmek­teki asıl maksadı, Kur'ân'ı ve İslâm şeriatını esas alan bir hükümetin tesi­si için çabalayan idarecileri tebrik ve teşvik etmek; onları bu yönde cesa­retlendirmekti. Türk milleti, İslâm'ı ve Müslümanları imha etmek iste­yenlere karşı savaşmış, İlâhî yardıma mazhariyetle düşmanlarını mağlup etmişti. Artık yeni bir dönem başlıyordu. Bu yeni cumhuriyet, İslâm me­deniyetinin canlanmasına ve İslâmiyet merkezli yeniden yapılanmaya hizmet eden bir vasıta olmalıydı. Böylece bu memleketi, İslâm dünyası­nın merkezi ve İslâm dünyası için bir dayanak noktası hâline getirmek için bütün imkânların seferber edilmesi gerekiyordu.[8] Meclis'te sergile­nen tabloda, sadece dine karşı lakaytlık yoktu. Ayrıca, ateist fikirlerin propagandası da yapılıyordu. Bu tabloyu Said Nursî şöyle anlatır:

1338'de Ankara'ya gittim. İslâm Ordusu'nun Yunan'a galebesinden neşe alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zmdıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasâne çalıştığı­nı gördüm. "Eyvah," dedim. "Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!"[9]

Millî Mücadele'nin zaferle neticelenmesinin ardından, eski kimlikler yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başladı. Nihaî zafere kadar, herhangi bir mebusun İslâm'a muhalif bir tutum takınması vatan hainliği olarak kabul ediliyordu. Fakat Batılılaşmayı savunan ve bunun ancak dini terk etmekle sağlanabileceğini iddia edenler, zaferle birlikte gerçek yüzlerini göster­meye başladılar. Bu durum Millet Meclisi'nin açılışından itibaren yavaş yavaş kendisini göstermeye başlamıştı. Birbirine muhalif çeşitli gruplar vardı. Mustafa Kemal'in otokratik yönetimine muhalif bir grup, 1922 ya­zında kurulmuştu.[10] Kazanılan zaferle birlikte, Mustafa Kemal, Meclis'teki yetkilerini daha da arttıracaktı. Meclis'i tamamen kontrolü altına alabilmeye yönelik olarak, muhafazakâr İkinci Grubun Meclis'teki gücü giderek azaltıldı. Said Nursî'nin Ankara'dan ayrılışının ardından kısa bir süre sonra, 1923 Haziran'ında yapılan seçimde, Mustafa Kemal, kendisi­ne ciddi bir muhalefete meydan vermeyecek tarzda, itaatkâr bir Meclis'in seçilmesini sağladı.

Said Nursî, Meclis'te gözlemlediği dine karşı lakaytlık ve "dinsizlik cereyanı" karşısında, Hubab ve Zeylü'l-Zeyl adlarında inkârcılığı ve din­sizlik fikrini çürüten Arapça iki eser telif etti. Fakat kendi ifadeleriyle "maatteessüf (maalesef) Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nadir olmakla beraber, gayet muhta­sar ve mücmel bir surette (kısa ifadelerle, özet bir şeklinde) o kuvvetli burhan tesirini göstermedi. Maattees­süf, (malesef) o dinsizlik fikri, hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu."[11]Bununla bir­likte, Bediüzzaman'ın Ankara'daki esas gayesi, mebuslara İslâm'a bağlı kalmalarını ve dinî vazifelerini eda etmelerini, böylesi kritik bir dönemde tekrar hatırlatmaktan ibaretti. Bu istikamette on maddelik bir beyanname hazırladı ve bütün mebuslara dağıttı. Bu beyanname, Kazım Karabekir Paşa tarafından Mustafa Kemal'e de okundu.[12]

19 Ocak 1923 tarihli bu beyannamede,[13] namaz kılmanın lüzumu üzerinde özellikle durulmaktadır. Bu beyannamenin son kısmı üzerinde bir değerlendirme yapalım. Bu bölümde Said Nursî, ilk olarak, halkı yö­neten liderlerin ve halkın temsilcisi konumundaki vekillerin dinî vecibele­rini yerine getirmeleri gerektiğini; bunu yapmamaları hâlinde halka bü­yük zarar vereceklerini dile getirir. Daha da önemlisi, böyle insanların yöneticilik için uygun olmadığını söyler:

Acaba dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve ferâizin (farzların) terkine ne baha­ne bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder? Bahusus(hususan) bu güruh-u mücâ­hidin (mücahid topluluk) ve bu yüksek meclisin ef'âli (fiilleri) taklit edilir. Kusurlarını millet ya taklit veya tenkit edecek (eleştirecek); ikisi de zarardır. Demek onlarda hukukullah (Allah'ın hukuku), hukuk-u ibâdı da(kulların hukukunu da) tazammun ediyor(içeriyor). Sırr-ı tevatür (ayetler ve sağlam rivayetlerle)ve icmâı (bütün İslam âlimlerinin ortak kanaatini) tazammun eden (içeren) had­siz ihbaratı (haberleri) ve delâili(delilleri) dinlemeyen ve safsata-i nefis(nefsin safsatalarına) ve vesvese-i şeytan­dan(şeytanın vesveselerinden) gelen bir vehmi kabul eden adamlarla hakikî ve ciddi iş görülmez. Şu inkılab-ı azîmin (büyük inkılâbın) temel taşlan sağlam gerek.

Said Nursî, Millet Meclisi'nin bulunduğu konumun önemine ve üze­rine yüklenen görevlere şu ifadeleriyle işaret eder:

"Meclis-i Alî'nin (yüksek meclisin) şahsiyet-i maneviyesi (manevi şahsiyeti), sahip olduğu kuvvet cihetiyle mana-yı saltanatı (saltanatın manasını ve misyonunu) deruh­te etmiştir (üstlenmiştir). Eğer şeair-i İslâmiyeyi (İslami ibadet ve geleneklerini) bizzat imtisal etmek ve ettirmekle (uygulamak ve uygulattırmakla) ma­na-yı hilafeti (halifeliğin manasını) dahi vekâleten deruhte etmezse (üstlenmezse), hayat için dört şeye muhtaç fakat an'ane-i müstemirre (yerleşmiş adetler) ile günde lâakal (en az) beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye (medeniyetin oyunları) ile ihtiyacat-ı ruhiyesini (ruhunun ihtiyaçlarını) unut­mayan bu milletin hacat-ı diniyesini (dini ihtiyaçlarını) Meclis tatmin etmezse, bilmecburiye (mecburen) mana-yı hilafeti (halifeliğin manasını), tamamen kabul ettiğiniz isme ve lafza (kelimeye) verecek. O mana­yı idame etmek (devam ettirmek) için kuvveti dahi verecek."

Meclisin ve mebusların dinî yükümlülükleri yerine getirmede ihmalkâr ve lakayt davranmak suretiyle böyle bir görevi ifa etmemesi hâlinde, "Allah'ın dinine ve Kur'ân'a hepbirlikte sımsıkı sarılın" [3:103] mealindeki âyete aykırı davranmış olacak­larını; bunun ise ihtilafı ve parçalanmayı arttıracağını söyler.

Said Nursî, beyannamesinde, fikirlerinin temel unsurlarından birisi olan önemli bir noktaya vurgu yapar. Bu nokta, zamanın cemaat zamanı olu­şudur. Cemaatler, "şahs-ı manevînin" veya "müşterek bir ruhun" meyda­na gelmesini sağlar. Bu çok yönlü modern çağda, hükümet veya otorite­nin ancak bir "şahs-ı manevî" yardımıyla, düzgün ve intizamlı olarak ça­lışabileceğini söyler. Mezkûr beyannamede, hilafetle bağlantılı olarak şu açıklamayı yapar:

"Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir. Ve tenfiz-i ahkâm-ı şer'iyeye (dini hükümlerin yerine getirilmesine) daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî (halife), ancak ona istinatla (dayanarak) vezâifi (vazifeleri) deruhte edebilir (üstlenebilir). Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim (istikametli) olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin iyiliği de, fenalığı da mahduttur (sınırlıdır). Cemaa­tin ise gayr-ı mahduttur (sınırsızdır). Harice (düşmanlara) karşı kazandığınız iyiliği, dâhildeki fena­lıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki, ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve ha­sımlarınız (düşmanlarınız) İslâm'ın şeâirini (İslami ibadet ve gelenekleri) tahrip ediyorlar. Öyleyse, zarurî vazifeniz, şeâiri ihya (hayatlandırmak) ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeâirde tehâvün (aldırış etmemek), zaaf-ı milliyeti (milli bir zafiyeti) gösterir. Zaaf ise, düşmanı tevkif etmez (durdurmaz), teşci eder (davet eder)."

Bu teşvik dolu ifadeler, aynı zamanda Said Nursî'nin, millet hâkimi­yeti prensibini kabul ettiğini, saltanatın kaldırılmasına karşı çıkmadığını; bu yöndeki gerekli şartın, teşkil edilen temsilciler meclisinin İslâmî emir­lere göre çalışması ve halifeliği de bir dereceye kadar temsil etmesi oldu­ğunu söyler. [14] O, bu görüşleriyle, meclis ve halifeliğin birbirinden ayrılamayacağına dair düşüncelerini ortaya koymaktadır.

Said Nursî'nin, Meclis'e sunduğu bu beyanname ve yaptığı şiddetli teşvik ve tavsiyeler oldukça etkili oldu ve 60'tan fazla mebus, düzenli olarak namaz kılmaya başladılar. Bu yoğun alakadan dolayı, mescit ola­rak kullanılan küçük odanın yerine, daha büyük bir oda kullanılmaya baş­landı. Mebuslar üzerinde ciddi tesir bırakan bu beyanname, Meclis Baş­kanı Mustafa Kemal Paşa'nın tepkisini çekti. Bir gün, çok sayıda mebu­sun bulunduğu bir zeminde Said Nursî'ye olan kızgınlığını bağırarak şöy­le gösterdi:

"Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır. Sizi, yüksek fikirleri­nizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza da­ir şeyleri yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz."

Said Nursî de, aynı şiddet ve kararlılıkla şu cevabı verdi:

"Paşa! Paşa! İslâmiyette, imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur."[15]

Bu olay, biraz önce de belirttiğimiz gibi, birçok şahit önünde cereyan etti.[16] Bu hadiseyi ve Bediüzzaman'ın Ankara günlerini pek çok şahit nakletmiştir. Ayrıca Bediüzzaman'ın eserlerinde de ana hatlarıyla yer almıştır. Bediüzzaman'ın ifadelerinin kitaplarında yer aldığı dönemde halen hayatta olan başta İsmet İnönü gibi pek çok mebus bu konular hakkında her hangi bir inkârda bulunmaması bu ifadelerin doğruluğu konusunda bir delil olarak sunulabilir.

Hatta o esnada hazır bulunan mebuslar, Said Nursî için endişeye ka­pılmışlardı. Bu sözlerinden dolayı canı yanabilirdi. Fakat Mustafa Kemal kızgınlığını bastırdı ve zımnen özür diledi. Çünkü iki gün sonra, maka­mında Said Nursî'yle iki saatlik bir görüşme yaptı.

İslâm düşmanları arasında ün kazanmak ümidiyle İslâm'a saldırma­nın ve onun şeâirini ortadan kaldırmaya çalışmanın millete, ülkeye ve İs­lâm dünyasına büyük zarar vereceği konusunda, Mustafa Kemal'i uyar­mak için bir fırsat yakalamıştı. Eğer bir inkılâp yapılacaksa, Kur'ân esas alınarak yapılmalıydı. Hırsını; makam ve şöhret arzusunu tatmin etmek için İslâm'a saldırarak, Türk ve İslâm düşmanlarının beğenisini kazanma­ya çalışmanın büyük bir yanlış olduğunu dile getirdi.

Mustafa Kemal, "bütün hissiyatını ve prensibini rencide ettiği hâl­de"[17] bu sözlerinden dolayı, Said Nursî'ye, görünüşe bakılırsa kırılmamış­tı. Bilakis onu sakinleştirmeye ve nüfuzundan yararlanmak için onu ka­zanmaya çalıştı. Nursî'ye, Şeyh Senûsî'nin makamını, yani Doğu Anado­lu Genel Vaizliği'ni, 300 lira maaş, mebusluk ve Dârül-Hikmeti'l-İslâmiye'de sahip olduğu makamına denk bir makam, ayrıca bir köşk gibi cazip tekliflerde bulundu.[18] Ancak Said Nursî bu tekliflerin hiçbirisini kabul etmedi. Bunun sebeplerini incelemeye geçmeden önce, Med­resetü'z-Zehrâ'nın inşaatıyla ilgili kanun teklifini imzalayan yüz altmış üç mebus­tan birisinin de Mustafa Kemal olduğunu ifade edelim. [19]

Bediüzzaman Said Nursî, Ankara'da bulunduğu süre içinde, Doğu'da bir üniversite kurma projesiyle ilgili yoğun çalışmalarda bulundu. Mebus­ların birçoğu, dinî ilimlerden ve eğitimden vazgeçmenin zamanının geldi­ğine; eğitimin Batılı standartlara uyumlu hâle getirilmesi ve modern bi­limler eksenli olması gerektiğine inanıyordu.

Said Nursî'nin sunduğu projeyle bağlantılı üç husus, mebusları çok etkilemişti. İlk husus, Doğu vilayetlerinin coğrafî konumuydu. Bu bölge, Doğu İslâm dünyasının merkezi konumundaydı. Muasır ilim dallarıyla birlikte dinî ilimlerin de ders verilmesi gerekliydi. İkinci olarak, Said Nursî, peygamberlerin çoğunun Doğu'dan ve büyük filozofların çoğunluklaBatı'dan çıktığı tespitini yaptıktan sonra, Doğu'nun yalnız dinle yükselebileceğini ve gelişmenin ancak dinle bağlantılı olarak gerçekleşe­bileceğini ifade etti. Üçüncü husus olarak, çok önemli bir özelliğe dikkat çekti. Buna göre ülkenin birlik ve bütünlüğünü devam ettirmenin yegâne yolu, din ve dinin esâsâtıdır. Bu temel unsur dikkate alınmadığı takdirde, dayanışma ve ortak hareket etme ruhu teşkil edilemeyecek; daha sonraki dönemlerde, bu yöndeki bir ihtiyacın hissedilmesi hâlinde, bu talep karşı­lanamayacak; bölgenin Türk olmayan Müslümanları, "Türke hakikî kar­deşliğini hissedemeyecek"tir.[20]

Said Nursî'nin Medresetü'z-Zehrâ olarak isimlendirdiği bu üniversi­tenin Van'da kurulmasını teklif eden ve yüz altmış üç mebusun imzaladığı kanun tasarısı, 2 Şubat 1923'te Meclis Başkanına sunuldu. 17 Şubat'ta ilgili komisyona gönderildi. O yılın bütçesinden 150.000 liranın ayrılmasını öngören bu kanun tasarısı, gerekli prosedürler tamamlandıktan sonra 12 Eylül 1923 tarihinde, Eğitim ve Şeriat Komisyonu'na gönderildi ve orada kaldı. Yaşanan hadiseler, Medresetü'z-Zehrâ'nın inşasına bir kez daha geçit vermedi. Komisyon, aradan iki yıl geçtikten sonra, 29 Kasım 1925'te kanun tasarısını reddetti ve Meclis'e geri gönderdi. Yapılan oylama ne­ticesi reddedildi.[21] Zaten, tevhid-i tedrisat ve medreselerin kapatılmasıyla ilgili kanun (Mart 1924) çıkartılmış ve yürürlüğe konmuştu. Bu esnada, Said Nursî de, Batı Anadolu'da yer alan bir köye, Barla'ya sürgüne gön­derilmişti.

Said Nursî'nin Mustafa Kemal'in teklif ettiği makamları reddetmesi­nin bir diğer sebebi, iç dünyasında meydana gelen değişimdi. Bu konuyla ilgili olarak "gidişatları, benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi" de­dikten sonra, onlara "Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor. Sizinle beraber çalışamaz, fakat size de ilişmez"[22] cevabını verdiğini dile getirir. Fakat esas sebep, gidişatın hangi yöne olduğunu görmesi ve gelecekte or­taya çıkacak bazı tehlikelerin farkına varmasıydı. Said Nursî, ayrıca, Kur'ân hadimlerinin onlarla mücadele edebilece­ğini; ancak siyaset yoluyla değil, Kur'ân'ın i'câzının "manevi kılıncıyla" onları mağlup edilebileceğini anladı. İşte bu yüzden, yeni liderlerle birlikte çalışmayı reddetti ve inzivaya çekileceği Van'a gitmek üzere Anka­ra'dan ayrıldı.[23]

Ankara'dan ayrılırken, bazı dostları ve mebuslar istasyona kadar kendisine eşlik ettiler. O sıralarda, istasyonun yanında ikamet eden Mus­tafa Kemal Paşa da gruba katıldı. Bazı kaynaklara göre, bu esnada, ikisi arasında "heykeller"le ilgili bir konuşma geçti. Paşa, heykeller hakkında fikrini sorunca, Said Nursî, gayet kesin bir cevap verdi: "Büyük Kur'ân'ımızın bütün hücumu heykellerle putlaradır. Müslümanların heykelleri ise, hastahaneler, mektepler, yetimleri koruyan yurtlar, mabetler ve yollar gibi âbideler olmalıdır."[24] Bu gelişme, Said Nursî'nin talebelerinden Tevfık Demiroğlu tarafından da teyit edilmiştir.[25] Zira Demiroğlu, o sırada onun yanındaydı ve daha sonra, Ankara'da kalmaya devam etti.

Nursî'nin biletinin üstündeki tarih, biletin -Nursî'yi Eski Said'den Yeni Said'e götüren bilet- 17/4/39, yani 1341 Ramazan'ının ilk günü, 17 Nisan 1923'te verildiğini gösterir.

Mary F. Weld, Bediüzzaman Said Nursi Entellektüel Biyografisi isimli eserinde istifade edilerek hazırlanmıştır.

Fotoğraflar: Yeni Asya Gazetesi

Dipnotlar:



[1] Badıllı, Nursî, 1:535, 536; Mehmet Teymuroğlu, "Muhterem Said Nursî'nin Doldurduğu Boşluk," Hilal Dergisi, No: 13, (Şubat 1969), iktibas eden: Şahiner, Bilinmeyen Taraftarıyla, 257-258.

[2] Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, 2:2137; Risale-i Nur Külliyatı Müellifi Bediüzzaman Said Nursî (Tarihçe-i Hayatı), 130.

[3] Hale, Turkish Foreign Policy, 52.

[4] Lewis, Emergence of Modern Turkey, 259.

[5] Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, 4:470.

[6] TBMM Zabit Ceridesi, 1. Celse, Cilt 24, 135. içtima, Perşembe, 9 Teşrin-i Sani (Kasım), 1338 (1922), 457; iktibas eden: Şahiner, Bilinmeyen Taraftarıyla, 259.

[7] Cemalettin Canlı ve Yusuf Kenan Beysülen tarafından kaleme alınan "Zaman İçinde Bediüzzaman" isimli eserin 279. sayfasında Bediüzzaman'ın Meclis merasimi ve mezkur konuşmasının 22 Kasım 1922' de yapıldığını ve bunun haberinin Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde 23 Kasım 1922 günü yayınlandığı yer alır.

[8] Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, 2:1317-1318; Risale-i Nur Külliyatı Müellifi Be-diüzzaman Said Nursî (Tarihçe-i Hayatı), 131-133.

[9] Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, 1:667; Nursî, Lem 'alar. 292.

[10] Lewis, Emergence of Modern Turkey, 381.

[11] Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, 1:667; Nursî, Lem'alar, 292.

[12] Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, 2:2137-2138; Risale-i Nur Külliyatı Müellifi Bediüzzaman Said Nursî (Tarihçe-i Hayatı), 130.

[13] Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, 2:1317-1318; Nursî, Mesnevî-i Nuriye, 92-93. Risale-i Nur Külliyatı Müellifi Bediüzzaman Said Nursî (Tarihçe-i Hayatı), 131 -133.

[14] Nursî'nin görüşleri, Berkes tarafından saltanatın ve hilafetin kaldırılmasına ve cumhuriyetçiliğe karşı olarak tanımlanan "din adamlarının" ve "mürtecilerin" görüşlerinden bu bakımdan farklılık arzetmektedir. bk. Berkes, Development of Secularism. 449 ve devamı.

[15] Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, 2138; Risale-i Nur Külliyatı Müellifi Bediüzzaman Said Nursî (Tarihçe-i Hayatı), 135.

[16] Mesela, Siverek mebusu Abdülgani Ensari gibi. bk. Badıllı, Nursî, 1:572.

[17] Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, 2:1785; Nursî, Emirdağ Lahikası, 1:313.

[18] Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, 1:1028, 2:2139; Risale-i Nur Külliyatı Müellifi Bediüzzaman Said Nursî (Tarihçe-i Hayatı), 138; Nursî, Şualar, 462-463.

[19] Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, 2:1905; Nursî, Emirdağ Lahikası, 2:612.

[20] Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, 2:2138; Risale-i Nur Külliyatı Müellifi Bediüzzaman Said Nursî (Tarihçe-i Hayatı), 134.

[21] Badıllı, Nursî, 1:563-571.

[22] Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, 2:2151; Risale-i Nur Külliyatı Müellifi Bediüzzaman Said Nursî (Tarihçe-i Hayatı), 205.

[23] Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, 2:2139; Risale-i Nur Külliyatı Müellifi Bediuzza-man Said Nursî (Tarihçe-i Hayatı), 138.

[24] Aktürk, "Temyiz'deki Duruşmada Yaptığı Müdafaanâmesi," 447.

[25] "Tevfik Demiroğlu" maddesi, Şahiner, Son Şahitler, 1:219.

Sünnetin Kıymetini İdrak


Sünnet, Allah Resûlü ve O’nun nurlu ashabının yaşadığı çağdan günümüze kadar, Kitab’ın yanında korunup kollanan ve her asırda
yüzlerce devâsâ insanın, kabullenip hemen her meselede müracaat ettiği tertemiz ilâhî bir kaynak ve teşrîde de ikinci esastır.

Mahlûkatın en şereflisi olan insanoğluna (Tîn, 95/4), Cenâb-ı Hak (celle celâlühü) tarafından hususî lütuflar bahşedilmiş; yeryüzünde ve gökyüzündeki bütün varlıklar onun emrine âmâde kılınmıştır (İbrahim, 14/33). Kendisine yeryüzünün halifesi olma şerefi bahşedilmiş olan insanoğluna (Bakara, 2/30), akıl, kalb, ruh, idrak ve vicdan gibi latifelerini kullanabilme hususiyetiyle de diğer canlılardan daha üstün bir mertebe kazandırılmıştır (Mü’minûn, 23/78). Bu vasıflar insanın, Allah (celle celâlühü) katında üstün bir varlık olarak değer kazandığını gösterir. Lakin bu gibi üstün vasıflarla donatılmış insanoğlu, elbette başı-boş bırakılmamış (Kıyâme, 75/36) ve ondan bu vasıflarına yaraşır bir vazife ve aksiyon sahibi (kul) olması istenmiştir: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56) Allah Teâlâ, insanoğluna hayatın mânâsını, yaratılışın gayesini, var olmanın hikmetlerini duyuracak, insanları yalnızlıktan, gayesizlikten, hedefsizlikten kurtaracak özel donanımlı, müstesna bazı karakterleri seçerek onları peygamber olarak göndermiştir. Bu üstün fıtratlar, kendi devirlerinde, kendi sorumluluk sahaları içerisinde hakka hakikate tercüman olmuşlar, mesuliyet alanlarındaki insanlara rehberlik etmişlerdir.1

Risaleti bütün insanlığı ve cinler taifesini kuşatan, nübüvvet zincirinin son halkası Efendiler Efendisi (sallallahü aleyhi ve sellem) de, tertemiz fıtratı, kusursuz görüntü ve sûreti, yüksek ahlâkı, emniyeti, sadakati, âbidevî iffet ve namusu, üstün istidadı, şaşmayan istikrarı, harika beyan kabiliyeti, derinlerden derin kulluk şuuru ve fevkalâde donanımıyla gönderiliş gayesine tamı tamına mutabık bir ömür sürmüştür. O (sallallahü aleyhi ve sellem) bu müstesna donanımıyla insanlığın önünde, emin bir rehber, kusursuz bir mürşit, mükemmel bir terbiyeci ve fetanetle hareket eden ciddi bir halaskâr olarak temayüz etmiştir. Allah Resûlü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) bu muhteşem örnekliği Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ifade edilmiştir: “Hakikaten, Allah’ın Resulünde sizler için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah’ı çokça zikredenler için en güzel bir örnek vardır.”(Ahzâb, 33/21)

Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) eşsiz, benzersiz bir modeldir; O (sallallahü aleyhi ve sellem), kulluğun Allah’ın muradına uygun bir şekilde nasıl ifa edilebileceği hususunda emsalsiz bir kılavuzdur. O’nun kılavuzluğuna dikkat kesilmek, hayatının her kesitine hikmet penceresinden bakabilmek, O’na saygı, sevgi ve hürmette asla kusur etmemek, sözde ve fiilde hiçbir şekilde O’nun önüne geçmemek (Hucurât, 49/1), müminler için Allah’a (celle celâlühü) itaat ve muhabbetin olmazsa olmaz temel şartıdır (Âl-i İmrân, 3/31). ‘Efendimiz’in hayatı boyunca izlediği yolu, hayat tarzı, dünya görüşü, beşerî ve içtimaî hayatı yönetip yönlendirmede esas aldığı prensipler bütünü’ diye tarif edebileceğimiz Sünnet-i Seniyye ise, O’nun bize mukaddes bir emanetidir. O’na (sallallahü aleyhi ve sellem) iman ve itaat yükümlülüğümüzü (Nisâ, 4/59), ancak O’nun bir hayat tarzı olarak ortaya koyduğu Sünnet’ine karşı göstereceğimiz saygı, hürmet ve itaatle îfa edebiliriz.

Sünnet’in kıymetini ve fonksiyonunu idrak ufku ile kastımız, hayatın bütün yönlerini kuşatan bir esas olarak Allah Resûlü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) Sünnet’ine gönülden bağlanma ve teslim olma şuurudur. Allah’ın Elçisi’ne karşı göstermemiz gereken saygı ve hürmet de, Sünnet’inin hayatımızı bütün yönleriyle kuşatan ve fonksiyonerliğini yaşantımızın bütün kılcallarında hissettiğimiz bir idrak ufkunu edinmiş olmamıza bağlıdır.

Sünnet’e Gönülden Bağlanmak
‘Sünnet’in kıymetini ve fonksiyonunu idrak’, her şeyden önce Sünnet’in varlığını kabul ve tasdik ile başlar. İslâm’a boyun eğmiş her ferdin, murad-ı ilâhîye uygun bir şekilde yaşayabilmek için Sünnet-i Seniyye’ye muhtaç olduğunu gönülden kabullenmesi gerekir. Kur’ân-ı Hakîm, Allah’a (celle celâlühü) iman ve itaate giden yolun, Elçisi’nin gösterdiği yola uymaktan geçtiğini açıkça ifade buyurmaktadır: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl-i İmrân, 3/31). Bu âyetin nüzûl sebebiyle ilgili olarak şöyle bir hâdise nakledilir: “Bu âyet nazil olduğu zaman münafıkların reisi Abdullah b. Übey, ‘Bakın, Muhammed kendisine itaat ve ibadeti Allah’a taat gibi tutuyor ve bize, Hıristiyanların İsa’yı sevdikleri gibi kendisini sevmemizi emrediyor.’ demişti de, bunun üzerine şu âyet nazil olmuştu: “De ki: “Allah’a ve Resulullah’a itaat ediniz. Şayet yüz çevirirlerse, bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i İmrân, 3/32). Ve böyle bir şüphenin yerinde olmadığını gösterdi. Yani Resûlüllah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) uymak, Hıristiyanlar’ın Hz. İsa hakkında iddia ettikleri gibi, tanrılığa ortak olmak demek değildir. Allah sevgisini bölüp üç ayrı ortağa paylaştırmak değil, yalnız “Ben özümü Allah’a teslim ettim.” diyerek bütün sevgiyi sırf Allah’ta toplayıp, O’na teslim olmak ve itaati yalnızca O’na yapmaktır. Hz. Muhammed’e (sallallahü aleyhi ve sellem) de sırf Allah’ın Resûlü, görevlendirdiği peygamberi, dinin tebliğcisi, hidayetinin ve emirlerinin dellâlı ve habercisi olduğundan dolayı, yine sırf Allah için uymak ve izinden gitmektir. Bir elçiyi tanımak demek, sadece onun kendisini değil, onu görevlendirip gönderen makamı da tanımak demektir. Nasıl bir devletin elçisini ve memurunu reddetmek, o devleti ve onun kanunlarını reddetmek anlamına geliyorsa, Allah’ın Elçisi demek olan Peygamberini kabul etmeyip reddetmek de Allah’ı inkâr ve saygısızlık demektir.” 2

Sünnet’in Mahiyetini Kavramak
Sünnet’in fonksiyonunu idrak etmek, Sünnet’in mahiyetinin ne olduğunu ve hayatı yönetip yönlendirmede Sünnet’e dair hangi esasların bulunduğunu bilmeyi ve kavramayı da gerektirir. Bu husus, Sünnet’in kıymetini ve değerini kavramış mü’min bir kimse için önemli bir vecibedir. Malum olduğu üzere, bir kimse kendi yaşantısı için ihtiyaç hissettiği veya değer verdiği hususları bilmek ve öğrenmek için hususî bir gayret gösterir. Bu, hayatın anlamını ortaya koyan “ne, niçin ve nasıl” sorularını soran şuurlu kimseler için atılması gereken önemli bir adımdır. Bu adım, kıymet verdiğimiz, inandığımız ve ehemmiyet atfettiğimiz Sünnet’in de bu şuurla bilinmesi ve kavranması, fonksiyonunun idrak açısından fevkalâde ehemmiyet arz etmektedir. Bu, Sünnet’in değerinin farkına varıldığını, hayatı tanzim için Sünnet’in ne derece lüzumlu olduğunu gösteren sözden öte fiilî bir davranıştır.

İlmî temeli bulunmayan kabullerin diri ve sağlam kalması çok zor, hatta imkânsızdır. İnançlarımızı ve kabullerimizi mutlaka ilmî bir temele dayandırmamız gerekir. Zîrâ insan ancak ilim ve tefekkür gücü nispetinde ayakta kalabilir. Aksi hâlde inançlarına ve hayat tarzına yönelik şüpheler ve saldırılar karşısında mukavemet gücünün zaafiyete uğraması mukadderdir. Geçmişten günümüze Müslümanca yaşamanın esasını teşkil eden Sünnet’in varlığına karşı içerden ve dışarıdan çeşitli tehditler yöneltildiği bilinen bir husustur. Dünyevîleşme ve seküler hayat anlayışının bizi biz yapan değerlerimizi kuşattığı günümüz şartlarında, muhtelif fikrî akımlar, Sünnet’e uygun İslâmî anlayışı çeşitli açılardan tenkit konusu yapmakta, buna dair deliller geliştirmektedir. Sünnet’e uygun yaşamanın modern hayata uygun düşmeyeceği tezi masum zihinlere zerkedilmeye çalışılmaktadır. Oysa çağımız insanının karşı karşıya kaldığı yıkıcı problemleri üreten anlayışın, esasen temelde Batı kaynaklı modern veya post modern hayat anlayışı olduğu bilindiği hâlde, bu anlayışın alternatifsiz olduğu âdeta dayatılmaktadır.

İnsanın tabiatına uygun, onu bütün değerleriyle kabul eden, sun’î birtakım yargılara mahkûm etmeyen Sünnet eksenli hayat anlayışı, haddizatında bu problemlerin oluşumunda asla pay sahibi olmamıştır. Asrımız insanının en temel problemleri olarak belirginleşen ekonomik adaletsizliğin doğurduğu ‘fakirlik’, eğitim eşitsizliğinin sebep olduğu ‘cehalet’, kitlesel ve beynelmilel terör ve ırk ayrımcılığından neşet eden ‘ırkçılık (tefrika)’ gibi kronikleşmiş problemlerin çözümü, Sünnet’in cihanşümul prensiplerine dayalı bir hayat anlayışını özümsemekten geçmektedir. Bu da ancak hakiki mânâda Sünnet’in ne olduğunun, ne gibi prensipleri öngördüğünün bilinmesi ve şuurlu bir Sünnet anlayışının yerleştirilmesiyle mümkündür. Batı kaynaklı çeşitli fikrî cereyanların tesiri altında kalmış günümüz modern insanı, kendi hayat tarzına uymadığı gerekçesiyle Sünnet’in kimi unsurlarını tahrif etmek ve onun kutlu mesajını zan altında bırakmak gibi bir yol izleyebiliyor. Oysa doğru bir bakış açısıyla hareket ederek, suçu Sünnet’in çağları aşan rehberliğinde aramak yerine, tabiatı tahrip eden, yerküremizin geleceğini tehdit eden, doymak bilmeyen egoist ve pragmatist (materyalist) anlayışta aramak, yegâne suçlu olarak onu mahkûm etmek en isabetli yol olmalıdır.

Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde yaşanan Sünnet’in ne olduğunun tespitinde, aradan asırlar geçmiş olduğu bahane edilerek ve hadîslerin tespiti konusundaki bazı gelişmeleri öne sürerek birtakım belirsizliklerin bulunduğuna dair şüpheler üretmek, kendi kültürümüze ve aslımıza karşı yapılabilecek en büyük haksızlıktır. Batılı misyoner ve oryantalistlerin bazı emellerini gerçekleştirmek maksadıyla ürettikleri bazı şüpheler, bizim Sünnet eksenli düşünce ve hayat anlayışımıza sadakatimiz konusunda asla zaafiyet oluşturmamalıdır. Sünnet, asla hayalî bir medeniyet nazariyesi değildir; O, yaşanmış, esasları belirlenmiş, onun rehberliğinde yol alan birçok milletin kendini keşfetmesinin âmili olmuş, İlâhî lütfun bir eseridir. Allah Resûlü tarafından çeyrek asırlık bir zaman diliminde, O’nun rehberliğine sarılan Arap toplumunu şaha kaldırmış, Selçukluyu ilim ve medeniyette zirveye taşımış, Osmanlı toplumunu asırlarca milletler ve kültürler arası muvazenede başarıdan başarıya koşturmuş; İmam Ebû Hanife (v.150/767), İmam Buhârî (v.256/869), İmam Tahâvî (v.321/933), İmam Mâturidî (v.333/944), İmam Gazzâlî (v.505/1111), Abdulkadir Geylânî (v.561/1166), Mevlâna Celâleddin Rûmî (v.672/1273), Şâh-ı Nakşibend (v.791/1389), İmam Rabbânî (v.1034/1624) ve Bediüzzaman Said Nursî (1878–1960) gibi dünyayı aydınlatan fikir ve gönül erlerini insanlığın yüz akı olarak sunmuş, büyük ve yüce bir medeniyet iksiridir.

Günümüz Müslüman toplumlarına düşen, geçmişin bu parlak ve güven veren şahitliği karşısında sadece övünmek ve geçmişle avunmak değil, Sünnet’in asrı okumamızı sağlayacak cihanşümul mesajlarına kulak vermek, hayatımızı yeniden şekillendirmesine imkân tanımak ve ona olan bağlılığımızı bir kez daha göstermektir. Bu konuda en çok muzdarip olduğumuz husus, saygı ve hürmet konusuna sözde büyük önem atfettiğimiz hâlde, özde ve temsil itibariyle yaya kalmamız, özümüzle sözümüzü uyuşturamamamız ve hayatımızı ona bağlı sürdürme konusunda büyük uçurumlar yaşamış olmamızdır. Esasen Sünnet’e saygı ve hürmetin tek bir ifade ediliş tarzı vardır ki, o da, hayatımızı ilmek ilmek onun mesaj ve buyrukları doğrultusunda dokumak, sözün değil fiilin fonksiyonel kılınmasına fırsat vermektir. Geçmişte yaşananlardan alacağımız en temel ders bu olsa gerektir.

Sünnet’i Doğru Okumak ve Yaşamak
Mevlâ-i Müteâl’in evrensel mesajını ve Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’sini, Asr-ı Saadet ikliminde doğru okuyan ve çeyrek asırlık bir zaman dilimindeki mucizevî bir inkılâbı gerçekleştiren kutlu bir nazarla yeniden okumak gibi bir mükellefiyet altındayız. ‘Yeniden okumak’ deyimiyle kastımız, günümüz Müslüman toplumlarının içine düştüğü problemler yumağından, çaresizlik sarmalından kurtuluşa vesile olabilecek bir bakış ve idrak ufkudur. Çağımızın en derin fikir mimarlarından Bediüzzaman Said Nursî’nin tecdit ettiği bir bakış açısıyla okumayı, yani bir taraftan ilâhî/teşriî mesajları muhtevası, mânâsı ve bütün derinlikleriyle büyük bir itina ile okurken, diğer taraftan da tekvînî emirler diyebileceğimiz kâinat kitabının da aynı titizlikle okunmasına odaklanmayı kastediyoruz. Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’si dikkatle tahlil edilecek olursa, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) da o kutlu çağda bu metodun izlenmesi ve her iki kitabın da aynı ciddiyetle ve aynı derinlikle okunması gerektiği mesajını verdiğini görürüz. Nitekim Mekke’nin o zorlu ve işkenceli siyasî iklimini üstün bir liderlik ferasetiyle çözmeyi bilmiş ve “kötülüğü iyilikle savmak” (Ra’d, 13/22) gibi evrensel bir prensiple aleyhine gibi görünen şartları –Allah’ın lütfu ve inayetiyle– lehine çevirmeye muvaffak olmuştur. Meselâ Bedir Savaşı’nda ashaptan Hubâb b. Münzir’in önerisi üzerine ordusunu Kureyş’e en yakın su kuyularının başına konuşlandırmak suretiyle üstün bir savaş stratejisi izlemiş (İbn Sa’d, Tabakât, II/15), Hendek Muharebesi’nde de “Savaş, (bir tür taktik ve) aldatmadır” (Buhârî, Cihâd 156) buyurarak düşmana karşı şaşırtıcı ve farklı bir manevra yapmanın önemine dikkat çekmiştir. Bunun gibi daha birçok uygulama, O’nun, Allah’ın yardım ve inayetini bütün gönlüyle dilemesinin yanında iradenin hakkını verdiğini ve dolayısıyla sebeplere de kusursuz bir şekilde riayet ettiğini göstermektedir.

Sünnet-i Seniyye’yi günümüz İslâm âleminin kronikleşmiş problemlerini çözmede temel bir referans kaynağı olarak takdim ederken, söz konusu iki temel bakış açısını birlikte ele almak, yani hem teşriî, hem de tekvînî kanunları birlikte mütalâa etmek gerekecektir. Doğru okuma, anlama ve uygulama, muvaffakiyetin ve maddî-mânevî terakkinin en önemli tarafını ve en temel sebeplerini teşkil etmektedir. Efendiler Efendisi’nin bize telkin ettiği söz konusu bu bakış açısı, son birkaç yüzyıldır Müslümanlarca ihmal edildiğinden, maalesef yaşanan sıkıntıların ve maddî plandaki çöküşün faturası maalesef dine, diyanete çıkartılmıştır. Oysa bu hususta kusur, İlâhî Kelâmı bildiği hâlde tekvînî kurallara gerekli itinayı göstermeyen, sebepler plânını ihmal eden biz insanlara aittir. İtikadı ne olursa olsun, bu kurallara riayet etmeyen insan mutlaka cezalandırılır. Meselâ, hilkatinin özünde su olan canlı bir varlık, suya bağımlı olduğunu bildiği hâlde susuz kalmakta inat ederse, bu kanun onun bu hatasını cezalandırır ve hayatiyetine son verir. Dolayısıyla Sünnetullah diye bilinen bu kanunlara riayet ederek Allah’a sığınma, O’nun inayetini talep etme anlayışı, hayatı ve de Sünnet-i Seniyye’yi doğru okumak demektir.

Asrın Problemlerine Sünnet’ten Çözümler
Meseleyi günümüz Müslümanlarının öteden beri muzdarip olduğu temel bazı problemlerin halli konusuyla irtibatlandırarak açacak olursak, şunu ifade edebiliriz ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde Sünnet-i Seniyye’nin rehberliği sayesinde çözüme kavuşturulmuş ‘cehalet, fakr u zaruret ve iftirak’ günümüz için de en çetin problemler arasındadır. Bugün Müslümanlar bu problemleri çözememenin sancısını yaşayıp durmaktadırlar. Bediüzzaman Hazretleri de haklı olarak bu hususa dikkat çekerek, “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı; sanat, mârifet, ittifak silahıyla cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimizle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zîrâ husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur.”3 demektedir. Son birkaç asırdır İslâm âlemini derinden sarsan, dün verici iken bu gün dilenci durumuna düşüren, borçlarının faizini dahi veremeyecek kadar zavallılaştıran en temel sebep, yıllar yılı kâinat kitabını okumayı ihmal eden bir bakış açısının ezici baskısı altında kıvranıp durmaktır. O hâlde Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu problemlere nasıl çözüm bulduğuna yakından bakalım:

Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’si de başlangıçta bu gibi problemlerden muzdaripti; hicretin ilk yıllarında açlık sınırının altında yaşamak durumunda kalan Ashab-ı Suffa’nın hâli Efendimiz’i derinden sarsıyordu. Çalışmaktan elleri nasır bağlamış kızı Hz. Fatıma, bazı esirlerin getirildiği haberini duyunca, Kendisinden bir hizmetçi istemişti de, O buna, “Ashab-ı Suffa açlıktan kıvranıp dururken size hizmetçi veremem. Henüz onların maişetlerini temin edemedim. Esirleri satıp onunla ancak Ashab-ı Suffa’nın ihtiyaçlarını karşılarım” diye cevap vermişti. (İbn Hanbel, Müsned, I/106) Resulüllah’ın hane-i saadetlerinde de haftalar ve hatta aylarca ateş yanmadığı olurdu. Ashab-ı Suffa’dan Ebû Hüreyre (ra) ve Ebû Zer (ra), akşam olunca Allah Resulü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) kapısında toplandıklarını, O’nun da onları birer ikişer sahabeye taksim ettiğini, kalanları da Kendisi götürerek yedirdiğini anlatırlar.4 O günlerde Medine sokakları, bu güzide insanların fakr u zaruretle imtihanlarına şahitlik ediyordu. Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “fitnesinden Allah’a sığındığı” (Buhârî, Daavât 39), “neredeyse küfürle aynı olacağını” beyan ettiği (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, VI/210) bu fakr u zaruretin halli için öncelikle müminler arasındaki birliği tesis etmeye matuf olarak mal-mülk sahibi Ensar ile canlarından başka her şeylerini geride bırakarak hicret etmiş bulunan Muhacirler arasında kardeşlik akdi (muâhât) tesis etti. Bu muâhât çerçevesinde Ensar’ın Muhacirlere karşı gösterdikleri âlicenaplıkları, yardım ve feragatleri, muvakkaten onların yaralarına merhem olmuş; akabinde Müslümanların Medine’nin iktisadî hayatında söz sahibi olmalarına vesile olmuştu. Muhacirler vasıtasıyla kurulan Müslüman çarşı-pazarında İslâm iktisadının ticarî hayata getirdiği prensipler uygulanmış ve Yahudilerin ticarî hayattaki hâkimiyeti zamanla sona erdirilmişti.5 Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hareket tarzı, sebeplere riayet ederek fakr u zaruretin halline dâir verdiği önemli bir mesajdır.

Hicretin ilk yıllarında ashap arasında okuma-yazma bilenlerin sayısı son derece sınırlı idi. Kur’ân’ın Arapları ümmî bir toplum olarak tanıtmasının (Cuma, 62/2) bir sebebi de bu olsa gerektir. Efendimiz de bu hususu, “Bizler ümmî bir toplumuz; ne yazmasını ne de hesap etmesini biliriz.” diye ifade etmişti. (Buhârî, Savm 13) Bu münasebetle toplumdaki okur-yazar seviyesinin yükseltil­me­si için daha ilk günden itibaren büyük bir gayret sarfedildiği görülür. Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’ye varınca önce mescit inşa ettirmiş, burada tesis edilen ilim meclislerinde sahabenin eğitim-öğretimini sağlayacak muallimler tayin etmişti. Mescidin müştemilatı içerisinde bulunan Suffa’nın müdavimlerine Kur’ân talimi ve okuma-yazma öğretmesi için Ubâde b. Sâmit (ra) görevlendirilmiş; Abdullah b. Sa’d el-Âs’a (ra) da hikmetle meşguliyeti dolayısıyla ‘hikmet muallimi’ namı verilmişti.6 Bedir Savaşı’nda esir alınan Mekkelilerin, on Müslüman çocuğa okuma-yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakılmasına dair yapılan anlaşma da, ashabın eğitim-öğretimi için her türlü fırsatın değerlendirildiğini göstermektedir. Resülullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), yoğun bir eğitim-öğretim seferberliği yaparak cehaleti yenmenin lüzumunu açıkça ortaya koymakta ve günümüz eğitim gönüllülerinin adanmışlık ruhuyla dünyanın dört bir tarafında icra ettikleri dillere destan barış fedailiğine de çağlar ötesinden ilham kaynağı olmaktadır.

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) risaleti öncesinde Arap âleminde yaşanan kavmiyetçilik ve kabilecilik asabiyeti, toplumların en temel iftirak (ayrılık) sebepleri arasında yer alıyordu. Resûlüllah’ın hicretiyle birlikte Medine’de yaşayan Evs ve Hazrec kabileleri de aynı dertten muzdarip durumdaydılar. İslâm’la müşerref olmadan önce kin, öfke, haset ve düşmanlık duyguları içinde yüzen; yüz yıllık kan davasından dolayı birbirlerinin canına kıyan, mallarını yağma eden; asla bir araya gelemeyen, anlaşamayan, uzlaşamayan ve Resûlü Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) biat edişlerinden birkaç sene önce tutuştukları Buâs Harbi’nde acımasızca birbirlerini boğazlayan bu iki kabile, Allah’ın lütfu ve inayeti sayesinde sevgiyle birbirlerine kenetlenmiş (Enfâl, 8/63) ve hepsi tek yürek hâline gelip huzura ermişlerdi. Bu tali’li insanlar, Allah Resulü’nün onlara ilâhî bir mesaj olarak sunduğu, “Mü’minler ancak kardeştirler. O hâlde ihtilaf eden kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki O’nun merhametine nâil olasınız.” (Hucurât, 49/10) buyruğuna sımsıkı sarılarak kurtuluşa ermişlerdi. Onlar o Kutlu Elçi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Şunu iyi bilin ki, takva dışında hiçbir Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arab’a, hiçbir siyahın beyaza, beyazın da siyaha karşı üstünlüğü yoktur. İlâhî huzurda sizin en değerli olanınız en müttakî olanınızdır.” (İbn Hanbel, Müsned, VI/411) beyanına tam bir sadakat göstermişler ve yaşadıkları bu muvaffakiyetin ancak İlâhî bir lütuf sayesinde olduğunu unutmamışlardı. Medine’de yaşanan bu uhuvvet ve ittifak, hissî olmanın ötesinde, aklî, mantıkî ve iradî bir gayretin neticesiydi.

Sünnet-i Seniyye’nin günümüz Müslümanları için bu hususta verdiği en önemli mesaj şudur ki, ‘muhabbet ve birlikte esas olan, sadece hissîlik değil, onunla birlikte duygu, düşünce, inanç ve itikat birliğinin içtimaî mutabakatı iktiza etmesine bağlı mantıkî bir kardeşliktir. Bundan dolayıdır ki, Nur Müellifi, meselenin dâima mantıkî yönlerini ve dinamiklerini nazara vermiştir. Meselâ; “Hâlikınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir, bir, bir... Bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir... Bir, bir, yüze kadar bir, bir!..” demiştir. Öyleyse, insan, bütün bu ortak noktaları nazar-ı itibara almalı, ittifak ve uhuvvetin lüzumunu kavramalı ve sonra da onun tesisi için iradesini ortaya koymalıdır.’7

Netice itibariyle, Sünnet’in hayatımızdaki fonksiyonunu idrak edebilmek fevkalâde ehemmiyet arz etmektedir. Bunun farkına varabilmek ise, Sünnet-i Seniyye’ye olan ihtiyacı kalbinin derinliklerinde hissederek ona gönülden bağlanmak, mahiyetini kavramak, bize bahşedilen hayatı yönetip yönlendirmede hangi esaslarının bulunduğunu öğrenip anlamak ve anlamakla kalmayıp onun âb-ı hayat çeşmesinden doyasıya yudumlamak, onu hayatımıza hayat kılmakla mümkündür. Hususen Efendiler Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) o ‘menhelü’l-azbi’l-mevrûd’unu (tatlı su kaynağını) günümüz Müslümanlarının nazarlarına sunarken, onu ‘teşriî ve tekvînî’ emirler kuşağında anlamak ve her iki zaviyeden de bakarak idrak etmek fevkalâde önemi haizdir. Böyle bir idrak ufkuyla dün nasıl Sünnet-i Seniyye’nin aydınlığında medeniyetler kurmuş ve insanlığın hayrına gelişmeler kaydetmişsek, bu, Allah’ın inayetiyle bu gün de, yarın da olabileceğini göstermektedir. Allah’ın nurunu söndürmeye çalışanların beyhude çabalarına kulak asmadan, gönülden hürmet ve saygıyla baş tacı ettiğimiz, bizi biz yaptığına ve yapacağına inandığımız, hikmeti, ilmi ve irfanıyla donandığımız, sözde değil özde bağlandığımız Sünnet-i Seniyye’yi, düşünce dünyamızın ve beşerî hayatımızın en temel mimarı hâline getirmek bizlere düşen en büyük vazifedir.

*Prof. Dr. Osman Güner
Ondokuz Mayıs Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi

Dipnotlar
1. Bkz. Fethullah Gülen, Kendi Dünyamıza Doğru, s.132.
2. M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, II/343.
3. Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s.57.
4. Ebû Nuaym, Hılyetü’l-evliyâ, I/352.
5. Hüseyin Algül, “Muâhât”, DİA, XXX/308.
6. İbn Abdilberr, el-İstîâb, I/293.
7. Fethullah Gülen, Kırık Testi 9 (Kalp İbresi), s. 88.