SELAMUN ALEYKÜM
İnşaallah istifadeye medar olur!!!!!!
20 Ocak 2011 Perşembe
Bediüzzaman Said Nursi, Birinci Millet Meclisi’nde konuşma yaptı mı? Mustafa Kemal’le görüştü mü?
Yazar: Mary F. Weld, 31-12-2010Said Nursî, Ankara'daki Millî Hükümetten gelen ve defalarca tekrarlanan davetler üzerine, hükümete destek vermek için üç talebesini; Tevfik Demiroğlu, Molla Süleyman ve Bitlisli Binbaşı Refik Bey'i gönderdi. Bu ısrarlı davetler, İstanbul'dayken bu yöndeki bir talebi kabul edip etmemeyi danıştığı "Millî Müdafaa İmamı" ve Alay Müftüsü Osman Nuri Efendi tarafından da teyit edilmiştir. Zira Osman Nuri Efendi, Bediüzzaman'a Ankara'ya gidip orada mebuslara katılmasının çok faydalı olacağını tavsiye etmişti.[1] Aynı istikamette Van ve Erzurum'da valilik yapan ve o sıralarda mebus olarak Millet Meclisi'nde bulunan eski dostu Tahsin Bey'den de gelen ısrarlı davetler üzerine, Ankara'ya gitmeye karar verdi.[2]
O sıralarda Millî Mücadele henüz kazanılmıştı. 22 Ağustos 1922 tarihinde başlayan Büyük Taarruz, 9 Eylül 1922'de zaferle ve Anadolu'nun bağımsızlığıyla nihayete ermişti. Diğer yandan, 11 Ekim 1918 tarihinde Mudanya Ateşkes Antlaşması imzalandı.[3] Bu günler Osmanlı Devleti'nin son günleriydi. Ateşkes, Ankara hükümetiyle imzalandı; fakat Osmanlı hükümeti İstanbul'da ismi var cismi yok şekilde varlığını hâlâ sürdürmekteydi. Bu problemi çözmek için, Mustafa Kemal'in isteği üzerine Büyük Millet Meclisi, 1 Kasım 1922'de yapılan oturumda, saltanatın kaldırılması ve sadece halifeliğin devam ettirilmesi yönünde karar aldı. Halifeyi seçme hakkı ise, doğrudan Meclis'in elinde olacaktı. Görevinden azledilen Sultan Mehmed Vahidüddin, 17 Kasım 1922 tarihinde, Malaya isimli bir İngiliz savaş gemisiyle ülkeyi terk etti. Yeğeni Abdülmecid, Meclis tarafından halife olarak atandı.[4] Kısa bir süre sonra ise, Osmanlı hanedanının 407 yıldır elinde tuttuğu halifelik, 3 Mart 1924'te kaldırıldı.[5]
Bahsettiğimiz bu çok önemli ve büyük çaplı hadiseler yaşanırken, 9 Kasım 1922 Perşembe günü, Bediüzzaman için, Meclis'te resmî bir "karşılama merasimi" düzenlendi. O günün tutanaklarında törenle ilgili şu kayıtlar yer alır:
Ulemâdan Bediüzzaman Said Efendi Hazretlerine beyan-ı hoşâmedi:
Reis:
"Efendim, Bitlis Mebusu Arif Bey'le rüfekasının takriri var.
"Riyaset-i Celileye,
"Vilâyat-ı Şarkiye ulemâ-yı benamından olup Anadolu gazilerini ve Meclis-i Âli'yi ziyaret etmek üzere İstanbul'dan buraya gelerek samiin locasında bulunan Bediüzzaman Molla Said Efendi Hazretlerine hoşâmedi edilmesini teklif ediyoruz.
"Bitlis-Arif, Bitlis-Derviş, Muş-Kasım, Muş-(İlyas Sami), Siirt- Salih, Bitlis-Resul, Ergani-Hakkı"
(Alkışlar)
Rasih Efendi (Antalya): "Kürsüye teşriflerini ve dua etmelerini kendilerinden rica ederiz."[6]
Nursî bunun üzerine kürsüye çıkar, Millî Mücadele gazilerini tebrik eder ve dua eder. Bu merasim, tebrik konuşması ve duadan bir sonraki gün çıkan Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi de şöyle bahseder:
"Vilayet-i Şarkiyye ulema-ı beyamından olup Anadolu gazilerini ve meclis-i âliyi ziyaret etmek üzere İstanbul'dan buraya gelen ve samiin locasında bulunan Bediüzzaman Molla Said Efendi Hazretlerine beyan-ı hoşamedi edilmesi hakkındaki Bitlis Mebusu Arif Bey ve rüfekasının takriri alkışlar arasından kıraat edildi" [7]
Millî Mücadele'de İslâm'ın ve Türklerin zaferine çok sevinmiş olmasına ve kendisinin sıcak bir şekilde karşılanmasına rağmen Said Nursî, bir süre sonra üzücü bir tabloyla karşılaştı. Mecliste bulunan mebusların çoğu, dinî vecibelerini yerine getirmede gevşek ve lakayt bir tutum sergiliyorlardı. Bu durum karşısında çok endişelendi. Zira Ankara'ya gelmekteki asıl maksadı, Kur'ân'ı ve İslâm şeriatını esas alan bir hükümetin tesisi için çabalayan idarecileri tebrik ve teşvik etmek; onları bu yönde cesaretlendirmekti. Türk milleti, İslâm'ı ve Müslümanları imha etmek isteyenlere karşı savaşmış, İlâhî yardıma mazhariyetle düşmanlarını mağlup etmişti. Artık yeni bir dönem başlıyordu. Bu yeni cumhuriyet, İslâm medeniyetinin canlanmasına ve İslâmiyet merkezli yeniden yapılanmaya hizmet eden bir vasıta olmalıydı. Böylece bu memleketi, İslâm dünyasının merkezi ve İslâm dünyası için bir dayanak noktası hâline getirmek için bütün imkânların seferber edilmesi gerekiyordu.[8] Meclis'te sergilenen tabloda, sadece dine karşı lakaytlık yoktu. Ayrıca, ateist fikirlerin propagandası da yapılıyordu. Bu tabloyu Said Nursî şöyle anlatır:
1338'de Ankara'ya gittim. İslâm Ordusu'nun Yunan'a galebesinden neşe alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zmdıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasâne çalıştığını gördüm. "Eyvah," dedim. "Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!"[9]
Millî Mücadele'nin zaferle neticelenmesinin ardından, eski kimlikler yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başladı. Nihaî zafere kadar, herhangi bir mebusun İslâm'a muhalif bir tutum takınması vatan hainliği olarak kabul ediliyordu. Fakat Batılılaşmayı savunan ve bunun ancak dini terk etmekle sağlanabileceğini iddia edenler, zaferle birlikte gerçek yüzlerini göstermeye başladılar. Bu durum Millet Meclisi'nin açılışından itibaren yavaş yavaş kendisini göstermeye başlamıştı. Birbirine muhalif çeşitli gruplar vardı. Mustafa Kemal'in otokratik yönetimine muhalif bir grup, 1922 yazında kurulmuştu.[10] Kazanılan zaferle birlikte, Mustafa Kemal, Meclis'teki yetkilerini daha da arttıracaktı. Meclis'i tamamen kontrolü altına alabilmeye yönelik olarak, muhafazakâr İkinci Grubun Meclis'teki gücü giderek azaltıldı. Said Nursî'nin Ankara'dan ayrılışının ardından kısa bir süre sonra, 1923 Haziran'ında yapılan seçimde, Mustafa Kemal, kendisine ciddi bir muhalefete meydan vermeyecek tarzda, itaatkâr bir Meclis'in seçilmesini sağladı.
Said Nursî, Meclis'te gözlemlediği dine karşı lakaytlık ve "dinsizlik cereyanı" karşısında, Hubab ve Zeylü'l-Zeyl adlarında inkârcılığı ve dinsizlik fikrini çürüten Arapça iki eser telif etti. Fakat kendi ifadeleriyle "maatteessüf (maalesef) Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nadir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir surette (kısa ifadelerle, özet bir şeklinde) o kuvvetli burhan tesirini göstermedi. Maatteessüf, (malesef) o dinsizlik fikri, hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu."[11]Bununla birlikte, Bediüzzaman'ın Ankara'daki esas gayesi, mebuslara İslâm'a bağlı kalmalarını ve dinî vazifelerini eda etmelerini, böylesi kritik bir dönemde tekrar hatırlatmaktan ibaretti. Bu istikamette on maddelik bir beyanname hazırladı ve bütün mebuslara dağıttı. Bu beyanname, Kazım Karabekir Paşa tarafından Mustafa Kemal'e de okundu.[12]
19 Ocak 1923 tarihli bu beyannamede,[13] namaz kılmanın lüzumu üzerinde özellikle durulmaktadır. Bu beyannamenin son kısmı üzerinde bir değerlendirme yapalım. Bu bölümde Said Nursî, ilk olarak, halkı yöneten liderlerin ve halkın temsilcisi konumundaki vekillerin dinî vecibelerini yerine getirmeleri gerektiğini; bunu yapmamaları hâlinde halka büyük zarar vereceklerini dile getirir. Daha da önemlisi, böyle insanların yöneticilik için uygun olmadığını söyler:
Acaba dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve ferâizin (farzların) terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder? Bahusus(hususan) bu güruh-u mücâhidin (mücahid topluluk) ve bu yüksek meclisin ef'âli (fiilleri) taklit edilir. Kusurlarını millet ya taklit veya tenkit edecek (eleştirecek); ikisi de zarardır. Demek onlarda hukukullah (Allah'ın hukuku), hukuk-u ibâdı da(kulların hukukunu da) tazammun ediyor(içeriyor). Sırr-ı tevatür (ayetler ve sağlam rivayetlerle)ve icmâı (bütün İslam âlimlerinin ortak kanaatini) tazammun eden (içeren) hadsiz ihbaratı (haberleri) ve delâili(delilleri) dinlemeyen ve safsata-i nefis(nefsin safsatalarına) ve vesvese-i şeytandan(şeytanın vesveselerinden) gelen bir vehmi kabul eden adamlarla hakikî ve ciddi iş görülmez. Şu inkılab-ı azîmin (büyük inkılâbın) temel taşlan sağlam gerek.
Said Nursî, Millet Meclisi'nin bulunduğu konumun önemine ve üzerine yüklenen görevlere şu ifadeleriyle işaret eder:
"Meclis-i Alî'nin (yüksek meclisin) şahsiyet-i maneviyesi (manevi şahsiyeti), sahip olduğu kuvvet cihetiyle mana-yı saltanatı (saltanatın manasını ve misyonunu) deruhte etmiştir (üstlenmiştir). Eğer şeair-i İslâmiyeyi (İslami ibadet ve geleneklerini) bizzat imtisal etmek ve ettirmekle (uygulamak ve uygulattırmakla) mana-yı hilafeti (halifeliğin manasını) dahi vekâleten deruhte etmezse (üstlenmezse), hayat için dört şeye muhtaç fakat an'ane-i müstemirre (yerleşmiş adetler) ile günde lâakal (en az) beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye (medeniyetin oyunları) ile ihtiyacat-ı ruhiyesini (ruhunun ihtiyaçlarını) unutmayan bu milletin hacat-ı diniyesini (dini ihtiyaçlarını) Meclis tatmin etmezse, bilmecburiye (mecburen) mana-yı hilafeti (halifeliğin manasını), tamamen kabul ettiğiniz isme ve lafza (kelimeye) verecek. O manayı idame etmek (devam ettirmek) için kuvveti dahi verecek."
Meclisin ve mebusların dinî yükümlülükleri yerine getirmede ihmalkâr ve lakayt davranmak suretiyle böyle bir görevi ifa etmemesi hâlinde, "Allah'ın dinine ve Kur'ân'a hepbirlikte sımsıkı sarılın" [3:103] mealindeki âyete aykırı davranmış olacaklarını; bunun ise ihtilafı ve parçalanmayı arttıracağını söyler.
Said Nursî, beyannamesinde, fikirlerinin temel unsurlarından birisi olan önemli bir noktaya vurgu yapar. Bu nokta, zamanın cemaat zamanı oluşudur. Cemaatler, "şahs-ı manevînin" veya "müşterek bir ruhun" meydana gelmesini sağlar. Bu çok yönlü modern çağda, hükümet veya otoritenin ancak bir "şahs-ı manevî" yardımıyla, düzgün ve intizamlı olarak çalışabileceğini söyler. Mezkûr beyannamede, hilafetle bağlantılı olarak şu açıklamayı yapar:
"Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir. Ve tenfiz-i ahkâm-ı şer'iyeye (dini hükümlerin yerine getirilmesine) daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî (halife), ancak ona istinatla (dayanarak) vezâifi (vazifeleri) deruhte edebilir (üstlenebilir). Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim (istikametli) olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin iyiliği de, fenalığı da mahduttur (sınırlıdır). Cemaatin ise gayr-ı mahduttur (sınırsızdır). Harice (düşmanlara) karşı kazandığınız iyiliği, dâhildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki, ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız (düşmanlarınız) İslâm'ın şeâirini (İslami ibadet ve gelenekleri) tahrip ediyorlar. Öyleyse, zarurî vazifeniz, şeâiri ihya (hayatlandırmak) ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeâirde tehâvün (aldırış etmemek), zaaf-ı milliyeti (milli bir zafiyeti) gösterir. Zaaf ise, düşmanı tevkif etmez (durdurmaz), teşci eder (davet eder)."
Bu teşvik dolu ifadeler, aynı zamanda Said Nursî'nin, millet hâkimiyeti prensibini kabul ettiğini, saltanatın kaldırılmasına karşı çıkmadığını; bu yöndeki gerekli şartın, teşkil edilen temsilciler meclisinin İslâmî emirlere göre çalışması ve halifeliği de bir dereceye kadar temsil etmesi olduğunu söyler. [14] O, bu görüşleriyle, meclis ve halifeliğin birbirinden ayrılamayacağına dair düşüncelerini ortaya koymaktadır.
Said Nursî'nin, Meclis'e sunduğu bu beyanname ve yaptığı şiddetli teşvik ve tavsiyeler oldukça etkili oldu ve 60'tan fazla mebus, düzenli olarak namaz kılmaya başladılar. Bu yoğun alakadan dolayı, mescit olarak kullanılan küçük odanın yerine, daha büyük bir oda kullanılmaya başlandı. Mebuslar üzerinde ciddi tesir bırakan bu beyanname, Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa'nın tepkisini çekti. Bir gün, çok sayıda mebusun bulunduğu bir zeminde Said Nursî'ye olan kızgınlığını bağırarak şöyle gösterdi:
"Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır. Sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz."
Said Nursî de, aynı şiddet ve kararlılıkla şu cevabı verdi:
"Paşa! Paşa! İslâmiyette, imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur."[15]
Bu olay, biraz önce de belirttiğimiz gibi, birçok şahit önünde cereyan etti.[16] Bu hadiseyi ve Bediüzzaman'ın Ankara günlerini pek çok şahit nakletmiştir. Ayrıca Bediüzzaman'ın eserlerinde de ana hatlarıyla yer almıştır. Bediüzzaman'ın ifadelerinin kitaplarında yer aldığı dönemde halen hayatta olan başta İsmet İnönü gibi pek çok mebus bu konular hakkında her hangi bir inkârda bulunmaması bu ifadelerin doğruluğu konusunda bir delil olarak sunulabilir.
Hatta o esnada hazır bulunan mebuslar, Said Nursî için endişeye kapılmışlardı. Bu sözlerinden dolayı canı yanabilirdi. Fakat Mustafa Kemal kızgınlığını bastırdı ve zımnen özür diledi. Çünkü iki gün sonra, makamında Said Nursî'yle iki saatlik bir görüşme yaptı.
İslâm düşmanları arasında ün kazanmak ümidiyle İslâm'a saldırmanın ve onun şeâirini ortadan kaldırmaya çalışmanın millete, ülkeye ve İslâm dünyasına büyük zarar vereceği konusunda, Mustafa Kemal'i uyarmak için bir fırsat yakalamıştı. Eğer bir inkılâp yapılacaksa, Kur'ân esas alınarak yapılmalıydı. Hırsını; makam ve şöhret arzusunu tatmin etmek için İslâm'a saldırarak, Türk ve İslâm düşmanlarının beğenisini kazanmaya çalışmanın büyük bir yanlış olduğunu dile getirdi.
Mustafa Kemal, "bütün hissiyatını ve prensibini rencide ettiği hâlde"[17] bu sözlerinden dolayı, Said Nursî'ye, görünüşe bakılırsa kırılmamıştı. Bilakis onu sakinleştirmeye ve nüfuzundan yararlanmak için onu kazanmaya çalıştı. Nursî'ye, Şeyh Senûsî'nin makamını, yani Doğu Anadolu Genel Vaizliği'ni, 300 lira maaş, mebusluk ve Dârül-Hikmeti'l-İslâmiye'de sahip olduğu makamına denk bir makam, ayrıca bir köşk gibi cazip tekliflerde bulundu.[18] Ancak Said Nursî bu tekliflerin hiçbirisini kabul etmedi. Bunun sebeplerini incelemeye geçmeden önce, Medresetü'z-Zehrâ'nın inşaatıyla ilgili kanun teklifini imzalayan yüz altmış üç mebustan birisinin de Mustafa Kemal olduğunu ifade edelim. [19]
Bediüzzaman Said Nursî, Ankara'da bulunduğu süre içinde, Doğu'da bir üniversite kurma projesiyle ilgili yoğun çalışmalarda bulundu. Mebusların birçoğu, dinî ilimlerden ve eğitimden vazgeçmenin zamanının geldiğine; eğitimin Batılı standartlara uyumlu hâle getirilmesi ve modern bilimler eksenli olması gerektiğine inanıyordu.
Said Nursî'nin sunduğu projeyle bağlantılı üç husus, mebusları çok etkilemişti. İlk husus, Doğu vilayetlerinin coğrafî konumuydu. Bu bölge, Doğu İslâm dünyasının merkezi konumundaydı. Muasır ilim dallarıyla birlikte dinî ilimlerin de ders verilmesi gerekliydi. İkinci olarak, Said Nursî, peygamberlerin çoğunun Doğu'dan ve büyük filozofların çoğunluklaBatı'dan çıktığı tespitini yaptıktan sonra, Doğu'nun yalnız dinle yükselebileceğini ve gelişmenin ancak dinle bağlantılı olarak gerçekleşebileceğini ifade etti. Üçüncü husus olarak, çok önemli bir özelliğe dikkat çekti. Buna göre ülkenin birlik ve bütünlüğünü devam ettirmenin yegâne yolu, din ve dinin esâsâtıdır. Bu temel unsur dikkate alınmadığı takdirde, dayanışma ve ortak hareket etme ruhu teşkil edilemeyecek; daha sonraki dönemlerde, bu yöndeki bir ihtiyacın hissedilmesi hâlinde, bu talep karşılanamayacak; bölgenin Türk olmayan Müslümanları, "Türke hakikî kardeşliğini hissedemeyecek"tir.[20]
Said Nursî'nin Medresetü'z-Zehrâ olarak isimlendirdiği bu üniversitenin Van'da kurulmasını teklif eden ve yüz altmış üç mebusun imzaladığı kanun tasarısı, 2 Şubat 1923'te Meclis Başkanına sunuldu. 17 Şubat'ta ilgili komisyona gönderildi. O yılın bütçesinden 150.000 liranın ayrılmasını öngören bu kanun tasarısı, gerekli prosedürler tamamlandıktan sonra 12 Eylül 1923 tarihinde, Eğitim ve Şeriat Komisyonu'na gönderildi ve orada kaldı. Yaşanan hadiseler, Medresetü'z-Zehrâ'nın inşasına bir kez daha geçit vermedi. Komisyon, aradan iki yıl geçtikten sonra, 29 Kasım 1925'te kanun tasarısını reddetti ve Meclis'e geri gönderdi. Yapılan oylama neticesi reddedildi.[21] Zaten, tevhid-i tedrisat ve medreselerin kapatılmasıyla ilgili kanun (Mart 1924) çıkartılmış ve yürürlüğe konmuştu. Bu esnada, Said Nursî de, Batı Anadolu'da yer alan bir köye, Barla'ya sürgüne gönderilmişti.
Said Nursî'nin Mustafa Kemal'in teklif ettiği makamları reddetmesinin bir diğer sebebi, iç dünyasında meydana gelen değişimdi. Bu konuyla ilgili olarak "gidişatları, benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi" dedikten sonra, onlara "Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor. Sizinle beraber çalışamaz, fakat size de ilişmez"[22] cevabını verdiğini dile getirir. Fakat esas sebep, gidişatın hangi yöne olduğunu görmesi ve gelecekte ortaya çıkacak bazı tehlikelerin farkına varmasıydı. Said Nursî, ayrıca, Kur'ân hadimlerinin onlarla mücadele edebileceğini; ancak siyaset yoluyla değil, Kur'ân'ın i'câzının "manevi kılıncıyla" onları mağlup edilebileceğini anladı. İşte bu yüzden, yeni liderlerle birlikte çalışmayı reddetti ve inzivaya çekileceği Van'a gitmek üzere Ankara'dan ayrıldı.[23]
Ankara'dan ayrılırken, bazı dostları ve mebuslar istasyona kadar kendisine eşlik ettiler. O sıralarda, istasyonun yanında ikamet eden Mustafa Kemal Paşa da gruba katıldı. Bazı kaynaklara göre, bu esnada, ikisi arasında "heykeller"le ilgili bir konuşma geçti. Paşa, heykeller hakkında fikrini sorunca, Said Nursî, gayet kesin bir cevap verdi: "Büyük Kur'ân'ımızın bütün hücumu heykellerle putlaradır. Müslümanların heykelleri ise, hastahaneler, mektepler, yetimleri koruyan yurtlar, mabetler ve yollar gibi âbideler olmalıdır."[24] Bu gelişme, Said Nursî'nin talebelerinden Tevfık Demiroğlu tarafından da teyit edilmiştir.[25] Zira Demiroğlu, o sırada onun yanındaydı ve daha sonra, Ankara'da kalmaya devam etti.
Nursî'nin biletinin üstündeki tarih, biletin -Nursî'yi Eski Said'den Yeni Said'e götüren bilet- 17/4/39, yani 1341 Ramazan'ının ilk günü, 17 Nisan 1923'te verildiğini gösterir.
Mary F. Weld, Bediüzzaman Said Nursi Entellektüel Biyografisi isimli eserinde istifade edilerek hazırlanmıştır.
Fotoğraflar: Yeni Asya Gazetesi
Dipnotlar:
[1] Badıllı, Nursî, 1:535, 536; Mehmet Teymuroğlu, "Muhterem Said Nursî'nin Doldurduğu Boşluk," Hilal Dergisi, No: 13, (Şubat 1969), iktibas eden: Şahiner, Bilinmeyen Taraftarıyla, 257-258.
[2] Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, 2:2137; Risale-i Nur Külliyatı Müellifi Bediüzzaman Said Nursî (Tarihçe-i Hayatı), 130.
[3] Hale, Turkish Foreign Policy, 52.
[4] Lewis, Emergence of Modern Turkey, 259.
[5] Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, 4:470.
[6] TBMM Zabit Ceridesi, 1. Celse, Cilt 24, 135. içtima, Perşembe, 9 Teşrin-i Sani (Kasım), 1338 (1922), 457; iktibas eden: Şahiner, Bilinmeyen Taraftarıyla, 259.
[7] Cemalettin Canlı ve Yusuf Kenan Beysülen tarafından kaleme alınan "Zaman İçinde Bediüzzaman" isimli eserin 279. sayfasında Bediüzzaman'ın Meclis merasimi ve mezkur konuşmasının 22 Kasım 1922' de yapıldığını ve bunun haberinin Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde 23 Kasım 1922 günü yayınlandığı yer alır.
[8] Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, 2:1317-1318; Risale-i Nur Külliyatı Müellifi Be-diüzzaman Said Nursî (Tarihçe-i Hayatı), 131-133.
[9] Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, 1:667; Nursî, Lem 'alar. 292.
[10] Lewis, Emergence of Modern Turkey, 381.
[11] Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, 1:667; Nursî, Lem'alar, 292.
[12] Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, 2:2137-2138; Risale-i Nur Külliyatı Müellifi Bediüzzaman Said Nursî (Tarihçe-i Hayatı), 130.
[13] Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, 2:1317-1318; Nursî, Mesnevî-i Nuriye, 92-93. Risale-i Nur Külliyatı Müellifi Bediüzzaman Said Nursî (Tarihçe-i Hayatı), 131 -133.
[14] Nursî'nin görüşleri, Berkes tarafından saltanatın ve hilafetin kaldırılmasına ve cumhuriyetçiliğe karşı olarak tanımlanan "din adamlarının" ve "mürtecilerin" görüşlerinden bu bakımdan farklılık arzetmektedir. bk. Berkes, Development of Secularism. 449 ve devamı.
[15] Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, 2138; Risale-i Nur Külliyatı Müellifi Bediüzzaman Said Nursî (Tarihçe-i Hayatı), 135.
[16] Mesela, Siverek mebusu Abdülgani Ensari gibi. bk. Badıllı, Nursî, 1:572.
[17] Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, 2:1785; Nursî, Emirdağ Lahikası, 1:313.
[18] Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, 1:1028, 2:2139; Risale-i Nur Külliyatı Müellifi Bediüzzaman Said Nursî (Tarihçe-i Hayatı), 138; Nursî, Şualar, 462-463.
[19] Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, 2:1905; Nursî, Emirdağ Lahikası, 2:612.
[20] Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, 2:2138; Risale-i Nur Külliyatı Müellifi Bediüzzaman Said Nursî (Tarihçe-i Hayatı), 134.
[21] Badıllı, Nursî, 1:563-571.
[22] Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, 2:2151; Risale-i Nur Külliyatı Müellifi Bediüzzaman Said Nursî (Tarihçe-i Hayatı), 205.
[23] Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, 2:2139; Risale-i Nur Külliyatı Müellifi Bediuzza-man Said Nursî (Tarihçe-i Hayatı), 138.
[24] Aktürk, "Temyiz'deki Duruşmada Yaptığı Müdafaanâmesi," 447.
[25] "Tevfik Demiroğlu" maddesi, Şahiner, Son Şahitler, 1:219.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder