SELAMUN ALEYKÜM

İnşaallah istifadeye medar olur!!!!!!

27 Temmuz 2010 Salı

FATİHA’YA GİRERKEN BESMELE


Şimdi de Besmele-i Şerîf’in ma’nâlarını arzetmeye çalışalım: بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِِ الرَّحِيمِ bütün hayırlı işlerin başıdır. O Arş-ı A’zâm’dan insanların eline uzatılmış nurânî bir hayttan ibarettir. “Bismillah”a dayanan insan, bütün kâinata meydan okuyabilir. Çünkü orada Allah’a güvenme, dayanma ve itimat etmekten bahsedilmektedir. Dünyanın kapısı “Bismillah”la açılmıştır. Kâinat “Bismillah”la kurulmuştur. Her hâdise “Bismillah”la meydana gelir. Ve kıyâmet “Bismillah”la kopacak, Haşr ü Neşr, Cennet-Cehennem “Bismillah”la teessüs edecek, mü’minler “Bismillah” dediklerinde cennetin kapısı açılacak ve orada mü’minler, بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِِ الرَّحِيمِ de anlatılan Allah’ı, Rahmân ve Rahîm olan Zât’ı göreceklerdir. Âlem “Bismillah”la başladığı gibi “Bismillah” la bitecektir.
Besmele harf-i cer olan ب(be) ile başlar. Harf-i cer ismin sonunu cer eder. Burada اسم (isim) kelimesini cer etmiş ve bu kelimenin sonu kesre kılınmıştır. Kesre, inkisârdan gelir. Ve başlangıçtaki bu kesre bize Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna gelirken âdeta münkesir, yani kırık bir kalple gelmeyi ders verir. Esâsen, her hayırlı işte havl ve kuvvetine dayanacağımız Cenâb-ı Hakk’a karşı kalbimiz münkesir olmalıdır ki, aczimiz O’nun kuvvetini davet eden ب bir şefaatçı olsun...
ب (be)’de musâhabet (yakınlık, dostluk) ma’nâsı vardır. İnsan, Allah ve Resûlü’ne yakın olmak istiyorsa besmele çekmelidir. Ve yine ب de ilsak (birlikte olma, sarılma) ma’nâsı vardır. İnsan, besmele ile Allah’ın Rahmân ve Rahîmiyetine sarılır. Bütün muamma ب nin noktasıyla başlar. ب nin mimiyle sona erer. ب nin altındaki nokta kaldırıldığında iki sonsuz arasında uzayıp giden bir elif akla gelir. Elif, hakikat ilminde Allah’ın remzidir. Elif’in alt tarafına bir nokta koyup onu ب “be” yapacağımız güne kadar, kâinatta gölge olmadığından dolayı o büyük ve nâmütenâhî ışık da bilinmiyor ve bulunmuyordu. كُنْتُ كَنْزًا مَخْفِيًّا “Ben gizli hazine idim” ifadesi bu hakikate parmak basmakta ve bize bu hakikati şerh etmektedir.
ب (be) nâmütenâhî uzayıp giden ve zıddı olmayan, nûrânî bir hattır. O, Allah’ın remzidir. Elif harfinin ilk yazıldığı yerde Hz. Ahmed’in adına remiz yapılmıştı. Onun başında da bir elif vardı. İş elifle başlar ve ebedlere kadar da öyle kalır. Nokta, Hz. Muhammed (sav)’in remzidir. Kâinatın çekirdeği ve nüvesi olan Hz. Muhammed (sav) اَوَّلٌ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِى “İlk yaratılan benim nûrumdur.” sözüyle bunu anlatmaktadır. Hz. Muhammed (sav) yaratılmasaydı Allah bilinmezdi. Allah kendini kendinde görüyor ve kendi ilmiyle kendini biliyordu ama, Allah başka gözlerle görülmek; başka kulaklarla duyulmak ve başka gönüllerde de bilinmek istedi. Onun için Hz. Muhammed (sav)’in nûrunu yarattı. Kâinatı da O’nun nûrundan halketti, nihâyet kâinatın müntehâsında insan, bir semere olarak zuhûr edip ortaya çıktı. “Mir’ât-ı Muhammed’de Allah görünür daim” sözünden biz bunu anlıyoruz.
Ayna ve aynada tecelli eden şey بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِِ الرَّحِيمِ de yer almış bulunmaktadır.
“Bismillah”ta ilk isim Allah’ın adıdır. “Allah’ın adıyla” ma’nâsına “Bismillah”la işlerimize başlıyoruz. “Bismillah”ın sonundaki “Rahîm” Allah’ın sıfatıdır, ama, kendi sıfatını Kur’ân’da Habîb-i Edîb’ine isim olarak takmıştır.» بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُفٌ رَحِيمٌ “(O) mü’minlere karşı çok bağışlayıcı, çok merhamet edendir” (Tevbe, 9/128) derken, Hazret-i Muhammed’i kasdetmektedir.
وَمَآ اَرْسَلْنَاكَ الاَّ رَحْمَىً لِلْعَالَمِينَ “Biz seni ancak âlemlere Rahmet olarak gönderdik” (Enbiya, 21/107) derken de âlemlere rahmet için gelen Hz. Muhammed (sav)’in rahîmiyetine parmak basmaktadır. “Bismillah”da Allah anlatılır. Ve “Bismillah” da Allah’ı anlatan Hz. Muhammed (sav) dile getirilir.
ب nin alâkalı olduğu bir fiil vardır. Zaten kâinat fiillerden ibarettir. Bu fiil, ya başa ya da sona takdir edilir. Biz Allah kelimesini başa alarak diyoruz ki, Allah vardı, hiçbir fiil yoktu. Allah zâtında fa’aldi. Belki, ef’âli de Zâtıyla beraberdi. İşte bu noktaya gelince susup bir şey diyemiyoruz...
Takdir edilen bu fiil ya اَبْدَأُ veya إبْتِدَائِ şeklinde olur. Eğer اَبْدَأُ dersek, fâil, altındaki أَنَا dir. إِبْتِدَائِ dersek, ى fâildir. Böylece besmele yedi kelimeden meydana gelmiştir. Bunlardan dördü sarîhtir. Diğer üçünü ise biz takdir ediyoruz.
اِسْمٌ (isim) ya سَمَا - يَسْمُو den veya وَسَمَ – يَسِمُ den gelir.
Birinciye göre ma’nâ: Yüksek oldu, yüce oldu şeklindedir. Allah zaten hem zâtıyla, hem de isimleriyle yücedir. وَللهِ اْلاَسْمَاءُ الْحُسْنَى “Allah’ın güzel isimleri vardır” (A’raf, 7/180) âyeti bize bunu anlatmaktadır.
İkinciye göre ise ma’nâ, “alâmet ve işâret oldu” demektir. Başka hiç kimseye “Allah” denmez. “Allah” dendiği zaman insanın aklına; kâinatı idare eden, Vâcibü’l-Vücud’la tarif ettiğimiz Zât-ı Ecell-i A’lâ gelir.
اِسْمٌ kelimesi üzerinde bir nebze durmamız gerekiyor. Allah (cc) kendi isminden evvel bu kelimeyi zikrediyor. بِِ اللهِ (Billah) demiyor, بِسْمِ اللهِ diyor. Belki biraz düşününce بِاللهِ ile de aynı şey anlaşılırdı; ancak, bununla evvelâ, kasem (yemin) ma’nâsı hatıra gelirdi. Halbuki bizim maksadımız yemin etmek değil; Allah’ın inâyetiyle, Allah’ın emirlerine yapışarak, cismâniyetin karanlıklarından, rûhâniyat ve kalp nûrâniyatına yükselmektir. Yani biz insanî kemâlâta yükselmek ve insanî mi’râca çıkmak için bu kelimeyi söylüyor, bu kelimeye tutunuyoruz.
“İsim” dendiği zaman akla, Allah’ın bütün isimleri gelir. Ve kâinattaki tasarrufu sayısınca Allah’ın isimleri vardır. İşte bu kelimeyi söylerken âdeta gözümüz önünde tecessüm eden Cenâb-ı Hakk’ın isimleri اَللهِ lafz-ı şerîfiyle, bütünüyle niyet edilmiş ve niyetteki genişlik nisbetinde de bütünüyle zikredilmiş olur. Yani bir insan aynı zamanda Rahmân, Rahîm, Rezzâk, Hâlık vs. gibi sayısız ismi söylemeyi de niyet etmiş ve bu isimleri şefaatçi yaparak isteyeceğini istemiştir. Her hareket ve talep bu isme dayalı olduğuna göre, “Bismillah” ifadesindeki geniş ve güçlü kuvvet hakikaten mânidardır. “Bismillah” diyen bir insan bütün Esmâ-ı Hüsnâ’yı söylemiş ve bu isimleri şefaatçi yaparak Allah’tan dilemiş oluyor.
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِِ الرَّحِيمِ diyen insan aynı zamanda gaybûbet makâmındadır. Yâni, Makâm-ı Fark’ta; yani Allah’a “O” diyeceği makamda bulunmaktadır. İşte böyle bir makamda “Bismillah” derken yardım talebiyle araya Allah’ın ismi girmektedir. Yani Lâfz-ı Celâle ile insan arasına “isim” kelimesi girmektedir.
Kâinat, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin cilvelerinden ibârettir. Her yerde dalgalanan, Allah’ın isimleridir. “İsim” dendiğinde bütün bu dalgalanmalar hatıra gelir. İşte ifâde edilen bu lâhutî ve ulûhiyete ait ma’nâ ne ise, biz onu “Allah” diye ifâde etmekteyiz.
Besmelenin ب (be)’si, ب nin noktası ve بِسْمِ “Bismi”. İşte biz bu besmelenin altında o noktadan ibaretiz. Şiblî’ye: “Sen Şiblî misin?” diye soranlara, o şu ce-vabı verir: “Hayır, ben, müstakim ve nurânî hat altında gölge yapıp O’nun vücûduna âyine olan noktayım.”
اَللهُِ Allah” lafz-ı şerîfini başka bir lügatten nakledilmiş olarak kabul etmek ve iştikak ilmine göre şu kelime-den veya bu kelimeden türemiştir deyip O’na bir asıl bulmaya çalışmak gönlüme uygun gelmiyor. Vâkıa, bazıları O’nu bir kısım kelimelere ircâ ederek bir temel kelime bulmaya çalışmışlardır. Fakat âcizane diyorum ki: Zât-ı Bâri, nasıl ezelî ise, ezelden beri O’nun adı “Allah”tır. “Allah” kelimesine de bir temel kelime aramak uygun değildir. Ama bu kelimenin etrafında “ben bu kelimeye benziyorum” diyen kelimeler vardır ki, ben de onların ma’nâlarını arzedeceğim:
Herşey Allah’a bağlı ve herşey Allah’la ayakta durmaktadır. Kâinatın yüzünün nûru ve ziyâsı اَللهُِkelimesidir. “Allah” kelimesinin mevcût olmadığı yerde, bütün ilimler ve bilgiler; evhâm, hayâl ve seraptan ibaret olur ve iki ucu birleşmeyen bir kısım anlaşılmaz, karmakarışık fikir yığınları olarak kalır. Yirminci asırda bütün ilimlerin tıkanması işte bu noktaya dayalıdır. Günümüzde “Allah” kelimesine dayanmayan bütün ilim, teknik ve fenlerin hepsi tıkalıdır ve altlarında bir kısım tereddüt ve şüpheler vardır. İlim adamı bunlara hipotez, nazariye veya başka başka nâmlar takar, ma’nâsı ve mâhiyeti anlaşılmış gibi takdime çalışır. Fakat esas itibariyle ne ma’nâsı ne de mahiyeti anlaşılmıştır.
Kâinatta her şey bir hakikate dayanmakta, her şeyin temelinde bir hakikatin vücudu gerekmektedir. Şu muhteşem kâinatın temeline de büyük bir hakikat gerekir ki, bu kâinat o büyük hakikate dayansın ve ma’nâsını, tonunu bulmuş olsun. İnsan gibi âbide ve yaratılış ağacının meyvesi olan bir varlık, bir kısım faraziyelere meselâ, denizlerin dibindeki amiplere, solucanlara, tesadüf rüzgârlarına dayanmaz. Bu âbidenin altında büyük bir hakikat olması lâzımdır ki, o da Allah, “Rahmân” ve “Rahîm” kelimeleridir.
Burada bir hususa dikkatinizi çekmek istiyorum. Dünyanın doğusunda, batısında, kuzeyinde ve güneyinde gelişen ilmî akımlar, ilim ve teknoloji yönüyle oldukça ileride bulunan devletler vardır. Allah’a inanmayan bu insanlar, herşeyin tıkandığı noktada, gönlü Allah’a bağlı, bütün hissiyatıyla O’na imân etrafında pervane gibi uçan ve gerçekten inanan insanların bu hususta imdada koşmalarını beklemektedirler.
Eğer bütün ilimlerin tensik edilmesi düşünülüyorsa, bu “Allah” kelimesine dayandırılarak yapılacaktır. O zaman ilimler ve maârif bir hakikate dayanmış ve ma’nâsını, tonunu bulmuş olacaktır.
İlme ve fenne yeni bir mecrayı Allah’a inananlar verecektir. İlim ve fen sağlam temeller üzerine, inanmış insanlar tarafından oturtulacaktır. Yoksa kâinatın ma’nâsı anlaşılamadığından ve kâinat Allah’ın yarattığı istikâmette gidip değerlendirilmediğinden ötürü, Cenâb-ı Hakk kâinatı yıkıp dağıtacaktır. Bu, belki bir insanın, belki bir gezegenin, belki bir seyyarenin eliyle olacaktır. Çünkü böyle bir kâinatın artık ma’nâsı kalmamıştır.
Allah (cc), Mâ’bûd-u bi’l-Hâk ve Maksûd-u bi’l-İstihkâk’tır, yani, Kendisi’ne ibadet edilmeye lâyık yegâne varlıktır. Allah bizâtihi mahbûbtur. Kalpler Allah’ı zikirle doygunluğa ulaşır. Bütün kırık gönüller Allah’a vardıkları zaman içlerinde sekine hasıl olur. Allah en yüksektir, müşriğin şirki O’nun izzet ve azâmetine ulaşamaz. Allah Muhtecîp’tir, bu gözlerle O’nu görmek mümkün değildir. O çok muallâdır. Bütün kâinatı idare eden O’dur. Allah’ı gözümüzle göremeyiz; fakat her şeyde âyândan daha âyân olan Allah’ın eserlerini görmekteyiz. Ve anlıyoruz ki O, şiddet-i zuhûrundan gizlidir. Bütün kalbi kırıkların sığınağı Allah’tır. Allah mü’min için bir hayret kaynağıdır. Allah hakkında ma’rifetini artıran herkes hayrete dalacaktır. Allah bütün insanların Ma’bûd’udur. Allah, Allah olduğu için Ma’bûd’dur. Şimdi de bütün bu arzettiğim sözlerin hepsini “Allah” kelimesiyle alâkalı ve Lafz-ı Celâle’ye yakın kelimelerden çıkarmaya çalışalım:
İlâh kelimesi اَلَهَ den gelir. اَلَهْتُ اِلَى فُلاَنَ “Elehtü ilâ Fülânin” ise سَكَنْتُ اِلَيْهِ ‘Sakin oldum, kemâle erdim’ gibi ma’nâlara gelmektedir. İnsan, kemâl için koşup durmakta, kemâli buluncaya kadar da durmadan ve yorulma bilmeden mesâfe katetmektedir. İnsanlığını kaybetmemiş, vicdân ve kalp taşıyan bir insan, neticede kendisi için mukadder olan kemâli buluncaya kadar durmadan koşacaktır. Kâmil-i Mutlak olan Allah, ona kemâl verecektir. O, hayret ve dehşet içinde insanlık makamından isimler makamına, isimler makamından sıfâtlar makamına, sıfâtlar makamından Zâtî şuûnât makamına yükselecek ve yükseldikçe hayret ve dehşeti artacak ve mutlak kemâle ereceği âna kadar da koşacaktır. Allah onu olgunlaştırdığı, kemâle erdirdiği anda da, içinde sekîne hâsıl olacaktır.
اَلاَ بِذِكْرِاللهش تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ “Dikkat edin! Kalpler ancak, Allah’la oturaklaşır, Allah’a imânla huzur ve itmi’nâna kavuşur” (Râd, 13/28) Öyle ise kemâl arayanların sığınağı, son durak noktası Allah’tır. Dolayısıyla اَللهُ kelimesiyle أَلَهْتُ اِلَيْهِ sözü arasında bir münasebet vardır ve Allah kelimesinin altında bu ma’nâ sezilmektedir.
Lafz-ı Celâle ile alâkası olan bir diğer kelime de وَلَهَ (velehe) dir. وَلَهَ ‘irtifa etti, yükseldi’ ma’nâsına gelir. Yeryüzünde müşrik istediği kadar şirk koşadursun ve haddinden taşkın olarak: “Ben fezaları dolaştım da Allah’ı göremedim” desin. Bütün zaman ve mekândan münezzeh, bütün kâinatı idâre eden, herşeyi tesbih taneleri gibi evirip çeviren ve her yerde nizâmıyla kendisini ilân eden Allah, müşriğin her türlü şirkinden münezzeh ve muallâdır. İşte, Allah öyle mürtefi, öyle yüksektir. Bu da, Lâfz-ı Celâle’nin altındaki ma’nâda mündemiç bulunmaktadır.
Bir başka kelime de وَلَْه (velh) kelimesidir. وَلْه Velh, ‘şaşkınlık ve aklın gitmesi’ demektir. Bu kelime, bir yönüyle hayret mâkâmını bildirir. Aslında her insanda bir hayret ve şaşkınlık vardır. Bu da tevhid nûrunun bir cilvesidir.
İnsanlardan bazısı, cismâniyetini aşamaz, ten tenceresinin sıkıcı ve boğucu havası içinde hapsolur. Ne yapacağını bir türlü bilemez ve bu bir şaşkınlık hâlidir. Bir diğeri ise, esmâ makâmını aşar, sıfata yanaşır. Ama daha ilerisini keşfedemez. Bu da ayrı bir şaşkınlık içindir. İster ulvî isterse süflî şekliyle olsun, bu hayret ve şaşkınlık, tevhid nûrunun bir cilvesi, bir tecellisidir; ve bu büyük ma’nâ da yine Lafz-ı Celâle’de meknûzdur.
Yine Lafz-ı Celâle ile alâkalı bir kelime de, لاَهَ “Lâhe”dir. اِحْصَبَ: لاَهَ – يَلُوهُ ma’nâsındadır ki, ‘gizli oldu, gizlendi’ demektir. Allah (cc), gözle görülmez. Halbuki âyândan daha âyândır. Görünmemesi, varlık kemâlinin zirvesinde bulunmasından yani şiddet-i zuhurdan ileri gelmektedir. Görünmek, zıddı olan ve varlığın kemâl noktasına gelememiş olanlar için söz konusudur. Gece gündüzün, gündüz gecenin zıddı olduğu için görünür ve bilinir. Sıcaklık soğuklukla, aksi de aksiyle hissedilir. Halbuki Cenâb-ı Hakk’ın zıddı ve benzeri yoktur.
O Allah ki, görme, işitme, hayat-memat, imân-küfür, adâlet-zulüm ve bütün zıtlar hep O’nun tecellisiyledir. Hayır ve şer O’ndandır. Böylesine her şey O’ndan olan, zıddı ve benzeri bulunmayan Allah’ı görmeye imkân var mıdır? Onun için O’na, “O, şiddet-i zuhûrundan gizlidir” diyoruz. Bin seneden beri ehl-i kalp, “ey şiddet-i zuhûrundan gizli olan, ey kemâl-i nûrundan muhtefî bulunan Allah’ım!” diye O’na münâcatlarını arz ve takdim etmektedirler. Hz. İbrahim Hakkı:
Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi misl-ü âlemde
Ve sûretten münezzehtir, mukaddestir Taâlâllah
Şerîki yok, berîdir doğmadan doğurmadan ancak
Ehad’dir, küfvü yok, İhlas içinde zikreder Allah.
Ayrı bir kelime de اَلِهَ (elihe)’dir. اَلِهَ ‘iltica etti, sığındı’ ma’nâsına gelir. Arap, اَلِهَ الْفَسِيلُ ‘bu, yavru annesine sığındı, iltica etti’ der, yani وَلِعَ اِلَى اُمِّهِdemektir.
Bir yavru, aczi ve zaâfını şefâatçi yaparak anasına sığınır. Hatta ondan tokat yer, yine ona ilticâ eder. Kul da öyledir. Kolu kanadı kırık, âciz ve fakir olan insan, yavrunun annesinin şefkat dolu sinesine sığınması gibi, Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve merhametine sığınır. Kendisine ilticâ edilen ve ona ilticanın bir faydası olan sadece Cenâb-ı Hakk’tır ve bu iltica ma’nâsı da Lafz-ı Celâle’de gizlidir.
اَلِهَ kelimesinin bir diğer ma’nâsı da عَبَدَ ‘kulluk yaptı’dır. Ve Allah “Ma’bûd” ma’nâsınadır ki, kulluğa tek lâyık zât demektir.
Ve yine اَلِهَ ‘himaye etti’ ma’nâsına da kullanılır ki, Cenâb-ı Hakk’ın kulunu koruyup, himâye etmesini ifade eder. Aynı kökten اَلَّهَ ise ‘ilâh edinildi’ demektir. Zaten, Allah’tan başka ilâh yoktur. Ve ilâh kabul edilmeye layık ve şâyeste sadece ve sadece O (cc) vardır.
Şimdi hep beraber bu cümlelerle bize anlatılmak istenen Ma’bûd-u Mutlak’ı, Lafz-ı Celâle’nin altında müşâhede edelim: Allah, kolu kanadı kırıkların sığınağıdır. O, ibadet edenlerin Ma’bûd’udur. O, dertlilerin dermânı, yaralı gönüllerin derdinin şifasıdır. O, kâinatın nûru ve ziyâsıdır. Her şey O’nunla hâllolur. O’nu bulduğun zaman hâdiselerin senin başına getirdiği dağdağalardan, sıkıntılardan, belâ ve musibetlerden kurtulursun.
Lâfz-ı Celâle’nin diğer bir hususiyeti, başka isimlerle ifâde edemeyeceğimiz bir mu’cizelik ifâde etmesidir. Başından ا (elifi) kaldırdığımız zaman لله kalır ki, yine “Allah” demektir. ِللَّهِ ما فِي السَّمَاواتِ وَمَا فِي الأَرْضِ (Bakara, 2/284) (Nisa, 4/131,132); ve وَلِلَّهِ جُنُودُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ (Fetih, 48/4,7) âyetlerinde olduğu gibi. Başından ل(Lâm)’ı kaldırdığımız zaman له yine “Allah” demektir. Her iki ل la beraber ا i kaldırdığımız zaman ـه (Hû) kalır ki, Allah’ın zâtının ünvânıdır ve yine “Allah” demektir. Ve biz çok defa zikir, vird ve fikrimizi ـه demekle ifade ederiz.
ـه (Hû) aynı zamanda İsm-i A’zâm arasında sayılmaktadır. Lâfz-ı Celâle’nin son harfi ـه dur ve Allah’ı ifade etmektedir. Hatta çok defa diğer isimlerle Allah’a yönelmektense, ـه ile yönelmek daha uygun olur. İşte Lâfz-ı Celâl’e, böyle mu’cizevî bir kelimedir. Onun bu son harfi üzerinde kısaca duralım, sonra umûmî ma’nâsına tekrar dönelim:
ـه (hû) başlı başına bir mu’cizedir. İnsan ـه dediği zaman şu ma’nâları mülâhaza eder veya şu ma’nâların mülâhazası ona ـه dedirtir: “Nerede ben, nerede Sen? Ben bir damla hakir sudan mahlûk, Sen ezel ve ebed sultanı Ma’bûd. Ben, Sana sen diyemem. Sana ancak, kâinatı dolduran, Senin Esmâ’na ait ma’nâları birden ifade etme sadedinde, ünvanın olan ـه ile sesleniyorum. Ve ancak ـه (hû) demekle gönlümdeki ateşi söndürüyorum.”
İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerini anarken, çok kere o ismin varlıkla olan alâkalarını hatırlar ve zikrettiği ismin kendisiyle olan alâkasını nazara alır. Meselâ: “Yâ Kerîm” dediği zaman, Allah’ın kendisine olan ikrâmını hatırına getirir. “Yâ Muhsîn” dediği zaman, Allah’ın ihsânını, “Yâ Cemîl” dediği zaman da Allah’ın cemâl ile tecellisini hatırına getirir. Böylece, kısmen de olsa ihlâsı zedelenir. Halbuki ـه (hû) dediği zaman, Zât-ı Ecell-i A’lâ’ya has bir ünvân ile, her türlü beklentinin, her türlü karşılığın üstünde; Allah, Allah olduğu için, O’nun Ma’bûd-u Mutlak olduğunu ilân etme sadedinde “hû” demek gönle öyle şifâ verir, öyle su serper ki, tâ gönlünün derinliklerinden ـه (hû) demiş insanlar ancak bu zevkin ne demek olduğunu bilirler. Bu ifâdenin, rûhu terbiyedeki tesiri ise başka hiçbir isimde yoktur.
Ayrıca, Allah (cc) bize, kendini eserleri ve icraâtı ile tanıtmaktadır. Biz de O’nu kendimizde mevcud tecelli ve eserleri nisbetinde tanımaktayız. Bu tanımalar hep izâfîdir, hakiki ma’rifet yanında da noksandır. Çünkü, insan kendisine yapılan kerem, lütuf ve ihsân adesesinden, bütün kâinatta cereyan eden bu fiilleri ve bu fiillerin fâilini idrâk edip kavrayamaz. Belki kendi ölçüleri içinde mes’eleyi değerlendirir. Halbuki “hû” deyince, nefsü’l-emirde var olan ve bütün güzel isimlerin sahibi bulunan Zât-ı Ecell-i A’lâ kasdolunmaktadır. Böylece de hem enfüsî hem de âfâkî bütün delilleriyle, bize kendini tanıtan ve kâinatta bütünüyle tecelli eden Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda, O’na hitap sıgasıyla “Sen” demekten teeddüp ederek, gayb makamında sadece ve tek kelimeyle “O” ma’nâsı, “hû” denmektedir ki, aslında her nefes alışverişimiz, bir “hû” dan ibarettir. Yani “hû” bizim hayat kaynağımızdır. O’nu demeden yaşamamız mümkün değildir.
Diğer bir husus da şudur:
İnsan, o Sultan’ın huzurunda ve O’nun muhteşem saltanatı karşısında, açlığını, susuzluğunu, her türlü debdebe ve âlâyişi ve hattâ kendisiyle beraber varlığını unutur. Nazarını, başka her şeyden alır, sadece O’na çevirir ve orada “O” ma’nâsına deyiverir. Herşey onun gözünden kendisi ile beraber silinir, yok olur. Bismillah derken, işte bu ma’nâları mütâlâa ve müşâhede etmiş oluyoruz.
*****Hikmet Işık *********

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder