SELAMUN ALEYKÜM

İnşaallah istifadeye medar olur!!!!!!

30 Temmuz 2010 Cuma


بِسْــــمِ اللَّهِ الرَّحْمـنِ الرَّحِيـمِ
اَلْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ *
مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ * إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ *
اهدِنَا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ * صِرَاطَ الَّذِينَ أَنعَمتَ عَلَيهِمْ
غَيرِ المَغضُوبِ عَلَيهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ

SÛRE VE ÂYETLER ARASINDA MÜNASEBETLER

Kur’ân-ı Kerîm’in sûre ve âyetleri arasında çok ciddi bir münasebet ve alâka vardır. Sanki Kur’ân, bir anda ve tek bir mes’ele için inmiş gibi bir tenâsüp arzetmektedir. Besmele ile Fâtiha sûresi arasında da aynı hususu görmekteyiz. Ancak bu münasebeti arzdan evvel bir iki mes’eleye temâsta fayda vardır:
Bir lâfzın ma’nâya üç şekilde delâleti olur:
Birincisi: Vaz’ delâletidir. Her kelime, kendine ait bir ma’nâya delâlet eder ki, herkesin anladığı ve anlayacağı bu ma’nâya, ifade edilen lâfız vaz’edilmiştir; yani o lâfız, önce herkesin anlayacağı o ma’nâ içindir. Umum insanların anlayışı bu merkezdedir. Meselâ اَلْحَمْدُ ِللهِِ dediğimizde “Hamd âlemlerin Rabbi Allah’â mahsustur” ma’nâsı vaz’î bir delâlettir.
İkincisi: Aklî delâlettir ki, bir mertebe daha hâstır. Meselâ: Aynı cümlede, niçin اَلْحَمْدُ (hamd) önce, (lillah) sonra zikredilmiştir? “Allah” lâfzının delâlet ettiği ma’nâlar nasıldır? gibi sorularla bazı hakikatlere yol bulma aklî bir delâlettir.
Üçüncüsü: Zevkî delâlettir; bu, ikinci mertebe olan aklî delâletin bir mertebe daha üstündedir. Havâssü’l-havâsa has bir husustur. Meselâ; اَلْحَمْدُ ِللهِِ cümlesini meydana getiren kelimelerin sıralanışı ve eş anlamlılarına kıyasla bu kelimelerin tercih hikmeti gibi mes’elelerin yanında, zâhirden öte bazı ma’nâları duyarak zevketme bu ma’nâya dahildir.
İşte bu üç yolla Kur’ân-ı Kerîm’i incelemeyi denemek hem benim, hem de belki çoklarının başından aşkın bir mes’eledir. Bununla beraber Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’a hürmetimin ifadesi olarak O’nun bu cephesine temas etmeden geçmeyi de Kur’ân’a karşı hürmetsizlik ve sû-i edep sayıyorum. Anlatılan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’dır. Anlatmak istediğim mes’eleleri ben tam anlatamazsam, siz de tam anlamasanız dahi yine de anlayacaksınız ki, bu kelâm Allah Kelâmı’dır. İşte o anlamama içindeki anlama, idrâk gibi büyük ma’nâ ile Mevlâ’nın huzuruna gelip اَلْحَمْدُderseniz tam halis bir teveccüh yapmış, belki de insanî mi’raca çıkmış olursunuz. Burada başka bir hususu da arzedeyim:
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ın ma’nâsını detaylarıyla namazda düşünmek hoş görülmemiştir ve mekruhtur. Çünkü huzuru ihlâl eder. Namazda Kur’ân’ı Allah’ın kelâmı olma ma’nâsını, Mevlâ’nın huzurunda durmayı ifade eden ma’nâyı, onu idrâk edememe ma’nâsını müşâhede, mütalâa, tefekkür etme havası ve o havanın insan üzerindeki baskısı ve ağırlığı derken, derin bir haşyet ve saygı ile Allah huzuruna gelme ki, bence asıl üzerinde durulması gereken de budur.
Fâtiha sûresinin çeşitli isimleri vardır. Kur’ân-ı Kerîm, bu sûre hakkında “es-Sebu’l-Mesâni” tâbirini kullanmıştır. Ayrıca Efendimiz’in dilinde bu sûreye “Ümmü’l-Kitap” “eş-Şâfiye”, “el-Vâfiye” denmiştir.
O, İlâhî bir hazinedir. Her dertli, derdinin çaresini onda bulur. Fâtiha halkı, Hakk’a ve Hâlık’a yaklaştıran sırlı bir sûredir.
Fâtiha sûresinin kendisinden sonraki sûrelerle ciddi bir alâka ve irtibatı olduğu gibi, kendisinden evvelki besmele ile de alâka ve irtibatı vardır ki, buna “siyâk ve sibâk” denir. Zaten her söz sıyâk ve sibâkıyla değerlendirilir ve aradaki münasebetler de ancak bu şekilde tesbit edilmiş olur.
Fâtiha sûresi, Kur’ân-ı Kerîm’in ilk sûresidir. Dolayısıyla evvelinde başka bir sûre yoktur. Ancak, bu sûrenin başına takdir edeceğimiz bir fiil, Fâtiha sûresine sibâk olabileceği gibi besmele de ona sibâk olabilir.
Fâtiha’nın evveline bir, اِقْرَأْ (oku) veya قُلْ (söyle) fiili takdir olunur. Ebû Nuaym ve Beyhâkî’nin Delâillerinde, vahyin başlangıcına ait şu vak’â anlatılır:
Peygamber Efendimiz (sav) beşerin ızdırabıyla kalbi dilgir, insanlığı kurtarmak için bir mübarek mağarada çareler ararken, karanlık yerlerde Mehbit-i Vahy-i İlahiyye’ye, yani, İlâhî vahye almaya tam ma’kes olabilecek derecede semavîleşen mukaddes kalb-i pâkini feyz-i akdesten gelen nurlara yöneltip açtığı sıralarda, ara sıra ses duyuyordu. Ses duyulunca da koşa koşa eve geliyordu. Bir gün içini, o mübarek hayat arkadaşı ve hayatının sonuna kadar kendisine sadâkattan ayrılmayan Hz. Hatice’ye açmıştı. O da elinden tutup O’nu amcazâdesi Varaka b. Nevfel’e götürmüştü. Varaka Hristiyanlığı kabul etmiş, Arapça İncil yazıp halka İncil’i anlatan bir zâttı. Allah Resûlü’nden evvel halka İncil’i gösteriyor ve bu Allah’ın kitabıdır diyordu. İncil’de Allah Resûlü’nün geleceğine dair işaret ve beşareti gördüğü için hemen hemen O’nun gölgesini başının üzerinde hissediyordu. Kimbilir belki de etrafındaki çok kimselere bunu fısıldamıştı. Onun çok yukarılarda aradığı belli bir zaman sonra başının üzerinde bir rahmet bulutu gibi belirecek, beşeri sulayacak, yeryüzünün yeşermesine vesile olacak Hz. Muhammed (sav) onun yanına geliverdi: “Ben kırlarda, sahralarda dolaşırken, mağaraya girip çıkarken, Rahmet Dağından aşağıya inerken, daima arkamda Ya Muhammed, Ya Muhammed... sesini duyuyorum” dedi. Varaka İncil’de vahyin keyfiyetini gördüğü ve her Peygamberin Allah’a böyle muhatap olacağını bildiği için: “Bir daha böyle seslenirlerse kaçma ve yerinde dur. Ne diyorlar dinle, belle ondan sonra benim yanıma gel” cevabını verdi. Allah Resûlü (sav), Varaka’nın dediğini yaptı. Hz. Cibril-i Emîn: “Ya Muhammed!” dediği zaman Allah Resûlü yerinde durdu, durunca da vahiy başladı. Cibril nakletti, Allah Resûlü de belledi. Ve Fâtiha-yı Şerife’yi sonuna kadar okudu.
Cibril’in gelip Efendimiz’e ismiyle hitap ettikten sonra بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ * الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ قُل: diyerek bu ilk sûreyi getirdiği rivâyet edilmektedir.
Bu itibarla, Fatiha’nın sibâkında, yani evvelinde Cenâb-ı Hakk’ın “oku!” veya “söyle!” emirleri vardır. Ve Fâtiha bu iki kelimeden birine dayanmaktadır.
O, sûrelerin evvelidir. Onun içindir ki, her şey Fâtiha ile başlar. Zaten, bütün Kur’ân-ı Kerîm, esâs itibâriyle Vahy-i Semâvîye dayalıdır. Fâtiha da öyle. O da, Cibril vasıtasıyla beşerin en efdalinin pâk ve mübârek kalbine vahiy yoluyla gelmiştir. Geldikten sonra da öyle dal budak salmıştır ki, bütün beşeriyet ve cin âdeta O’nun siyânet kanatları altına sığınmıştır. O, beşerin her türlü derdine derman olacak şekilde kâfi ve vâfidir.
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ (Bismillahirrahmânirrahim) ile Fâtiha’nın çok sıkı münâsebeti vardır. Âdetâ o, Fâtiha’dan bir âyet gibidir. Onun içindir ki birçok fukaha بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ’i Fâtiha’nın yedi âyetinden biri saymıştır. “Bismillah” ile Fâtiha arasında âdeta şiir ahengi içerisinde bir münasebet mevcuttur. بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ in ma’nâ-i münifini arzederken; Cenâb-ı Hakk’ın Celâli ile mahlukâtı çalkaladığını, yarattığını ve yokluğa varlık tohumu attığını, Hz. Muhammed (sav)’in çekirdeğinin nûru etrafında kâinatı geliştirip ma’nâlandırdığını ve kâinat ağacı insanı meyve verdirdiğini arzetmeye çalışmıştık. “Bismillah” Allah’ın ismiyle başlar, Allah var başka bir şey yok. Ve sonra Allah (cc), besmelenin sonunda, Habibine ad olarak taktığı, “Rahmetenlilâlemîn” ve “Rahîm”* dediği Hz. Muhammed (sav)’in nûrunu yarattı. O’nun nûrundan kâinat sıralanıp geldi. Hâdiseler zincirleme birbirini takip etti. Siz isterseniz onlara “jeolojik devirler”, isterseniz “gazların kaynaştığı devirler” deyin. Atılan çekirdek artık ağaç olmuş, büyümeye doğru gidiyordu...
Siz bağınıza, bahçenize meyve verecek olan bir ağaç dikersiniz. Bu ağacı diktikten sonra çeşitli devrelerde gösterdiğiniz çeşitli tımar ve ameliyelerle hep onu karşınızda görür ve nazarınızı daima onun başındaki meyvelere çevirirsiniz. Hattâ ağacın kökünde hayatiyet olmayabilir, ağacın kabuğu ma’nâsız olabilir, meyve vereceği âna kadar açan dalı budağı, yaprağı hepsi de ma’nâsız olabilir. Fakat o ağaç esasen büyük bir ma’nâ için dikilmiştir. Sizin bakışlarınızın hedefi ağacın başında, çiçekler arasında arz-ı endamla size tebessüm edecek, kendini sizin kucağınıza atacak ve Allah tarafından konserve mahiyetinde hazırlanmış olan meyvelerdir. Onun gibi Allah (cc) yokluğa Hz. Muhammed nûrunu tohum olarak attı. İşte bu varlık, ondan meydana geldi. İsterseniz, elektronlar ondan teşekkül etti, atom âlemi ondan hâsıl oldu diyebilirsiniz. Bütün bunlar bizim malûmat ve idrâkimizin dışında olan mes’elelerdir. Bildiğimiz bir şey varsa o da, Arş-ı A’zâm’dan bize doğru uzanan ve yokluğa atılmış Hz. Muhammed çekirdeği üzerinde boy salan kâinat ağacıdır. Ve bu ağaç neticede meyve verdi. O meyve insandır. O meyvenin meyvesi de insanlığın hulâsası Allah’ın “sâfi, öz, hulâsa” ma’nâsına “Mustafa” adını verdiği Hz. Muhammed (sav)’dir.
İşte Bismillah bize bu ma’nâları ifade ediyor. Allah, Celâl’iyle kâinatı çalkalıyor, bir ağaç meydana getiriyor. Rahîmiyet’iyle bizlere irâde veriyor; kâinatın ma’nâsını, büyüklüğünü anlamaya muvaffak kılıyor. Bu ma’nâları ifade edince Bismillahirrahmânirrahim ile Elhamdülillah arasında münasebet kurabiliriz.
Besmelede Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin bir câzibesi vardır. Hiçbir şey kendini bu câzibeden kurtaramaz. Öyle ise Fâtiha sûresi de bu câzibeden uzak kalmayacaktır. Zaten biz, bütünüyle Kur’ân okumaya başlarken besmele ile başladığımız gibi, Fâtiha’ya da besmele ile başlıyoruz. Bu başlayışın altında bize ister istemez şu sorular yöneltilmektedir: Besmele’de, kendisini bu şekilde, Rahmâniyet ve Rahîmiyetiyle anlatan Cenâb-ı Hakk’a karşı siz nasıl mukâbele etmelisiniz? Bismillah’da, Celâl’iyle, Cemâl’iyle tecelli eden bu Câzibe-i Rahmet’e karşı, hangi sözle karşılık vereceksiniz? İşte bu mukadder sorulara bizim cevabımız اَلْحَمْدُ ِللّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ (Elhamdülillahi Rabbi’l-Âlemîn) şeklinde oluyor. Bununla, bizi bu kadar rahmetiyle kuşatıp besleyen Zât’a hamd ve senâlar olsun demek istiyoruz. بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ (Bismillahirrahmânirrahîm)’le Cenâb-ı Hakk, küllî ve umumî olarak tecelli ediyor ve Rahîmiyetiyle de bize kendi iradesinden bir irade veriyor ve artık eşyanın ma’nâsını anladığımıza göre, birşeyler alma yolunu açıp bize hidâyet ediyor. Yani, Allah, bizi önce varlığa, sonra insanlığa sonra da Müslümanlığa erdiriyor ve Besmele’nin sonundaki en son isimle şereflendirdiği ismin sahibine bizi ümmet kılıyor. Böylesine rahmet câzibesiyle çepeçevre bizi saran Allah’ın rahmeti, bize اَلْحَمْدُ ِللّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ dedirtiyor: Allah’a hamd olsun bizi var etti. Allah’a hamd olsun bizi insan olarak yarattı. Allah’a hamd olsun bizi Müslüman kıldı. Allah’a hamd olsun bizi insaniyet-i kübrâ (en büyük insanlık) sayılan Hz. Muhammed (sav)’e ümmet olma şerefiyle şereflendirdi...
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ (Bismillahirrahmânirrahîm)’de henüz doğrudan Allah’a yönelmeksizin dolaşıyor ve Allah’ın eserlerinde Allah’a ait delilleri araştırıyoruz. Sonra Allah (cc) Rabbülâlemin olarak kâinatı tesbih yapıp evirip çeviriyor ve bize büyüklüğünü gösteriyor. Sonra da hemen Fâtiha’da da “er-Rahmâni’r-Rahîm” isimlerini mütâlâaya davet ediyor. Yani yeryüzünü bir nimet sofrası gibi merhamet ve şefkatiyle hazırladığını gösteriyor. Ve görüyoruz ki, kâinat âdetâ Rahmâni’r-Rahîm’le kaynayan bir şefkat dalgasıdır; dalgalar birbirini takip edip gitmekte, peş peşe merhâmet dalgaları oluşmakta ve bütün bunların ötesinde de Allah kendisini hissettirmektedir. Kendisini bize rahmetiyle böyle hissettiren Allah’ın sonsuz rahmetine karşı, bütün mahlûkatın ağızlarıyla, duyuşlarıyla ve kalbî hissedişleriyle اَلْحَمْدُ ِللّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ diyoruz. İşte اَلْحَمْدُ ِللّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ ile بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ arasında böyle münasebetler var.
Biz araştırmalarımızı gâib (henüz Allah’a yönelmek-sizin; üçüncü şahıs olarak) ve Allah’dan uzak olarak yapıyor ve bir ma’nâda Allah’tan uzak bulunuyoruz. Bismillah’ın başında da gaybûbet ve fark makamı olduğunu tasavvufî bir edâyla arzetmeye çalışmıştık. Bu makam, gaybûbet ve fark makamıdır. Halbuki cem’ makamı, insanın kâinattaki bütün hakikatleri, teleskobik bir gözle kavrayıp, onunla Allah’ın huzuruna gelmesi şeklinde olur. Bunu şöyle arzedebiliriz:
Allah’ın büyüklüğüne uygun bir kavrayış ve idrak, insanın kalbinde o büyüklüğe uygun bir teveccüh ve Allah’a kulluk ancak bütün kâinatın ma’nâsını birden kavramakla olur. Bütün kâinatın ma’nâsını birden kavramak için de o sonsuz makamı görecek bir teleskop lazımdır ki, bu geniş dairede Allah’ın icraatını müşahede edebilsin, anlayabilsin, kavrayabilsin ve içinden geldiği gibi اَللهُ اَكْبَرُ diyebilsin veyahut da Allah’ı tesbih ve takdis edebilsin. Halbuki bütün bunlara kâmil ma’nâda ulaşamadığımız için biz daima gayb makamında bulunuyoruz ve gayba imân ediyoruz.
İnsan kâinattaki geniş tasarrufa baktıkça Allah’a doğru bir kurbiyet ve yaklaşma kazanır. Kazanılan bu kurbiyet ve yakınlık onun içindeki buzları çözer ve eritir. Artık o, o güne kadar anladığı şeylerden çok başka şeyler hissetmeye başlar ve sonra كُلُ مَا خَطَرَ بِبَالِكَ فَااللهُ وَرَآْ ذَلِكَ hakikatına yükselir. Bu öyle bir zirvedir ki akla ne geliyorsa verâsında Allah vardır. Meselâ çiçeğe baktığınızda kalbinizde “onu o vaziyette tanzim eden Allah’tır” hissi belirir. Ağacın başındaki meyveyi gördüğünüz zaman, bunu böyle tasvir eden, buna bu şekli veren ve onu böylesine kıvâma getiren Allah’tır hakikatı içinizi sarıverir. Ve kendi nev’inizin sîmâsında, bütün güzelliğiyle Rahmân ve Rahîm’in tecellisini müşâhede edersiniz. İşte bütün bu duyuş, görüş ve hissedişlerle insan, gaybûbet (uzakta ve 3. şahıs olma) makamından kurtulmak için çırpınıp durur. Ve derken kalp ve vicdanında Cenâb-ı Hakk’a karşı “Sen” diyebileceği bir “sen” hissi belirir. Ve bu his belirir belirmez, o, kendini Mevlâ’nın huzurunda hisseder. Diğer bir tabirle, kendini Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın isimlerinin halitası önünde görür. Ve bütün samimiyet ve içtenlikle: إِيَّاكَنَعْبُدُ “Yalnız sana kulluk yaparız” der ve Allah’a “sen” diyebileceği makama erer.
Sultan’ın huzuruna çıkılırken hediye ile çıkılır. Allah’a vereceğimiz hediye ise, Cenâb-ı Hakk’ın bizi yaratmada tuttuğu maksat olacaktır. O da Ma’rifet-i İlâhi’dir. Biz, O’nu bildiğimizi O’na takdim edecek, zimamın O’nun elinde olduğunu kabullenecek ve ancak bu sayede vicdanımız “sen” diyeceği muhâtabını bulmuş olacaktır. Esasen vicdanımızdaki Allah’a ait bu duygu yaratılıştandır. Ancak, vicdanımız üzerine konan tozu, toprağı süpürdükten sonra, yani “Rabbülâlemin”in icrâatını ve rahmetle tecelli ettiğini gördükten sonra içimizdeki toz toprak silinecek ve apaçık “sen” ortaya çıkıverecektir. Ondan sonra “sadece” ma’nâsını ifade eden إِيَّا ya sen” ma’nâsına gelen ك i ekleyecek ve وَ إِ يَّاكَنَعْبُدُ “Ancak Sana kulluk yapıyoruz” diyeceğiz.
Kul bu yakınlığı kazandıktan sonra اِهْدِنَا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ der. Zirâ o, kulluk mükellefiyetinin altından, ancak böyle bir yardım talebiyle kalkabilir. Artık arada vasıta ve vesile de yoktur. Hitap makamına yükseldiği böyle bir an ve zamanda, elbette yardımı da sadece Allah’tan isteyecektir. Çünkü o, her şeyin ötesinde, Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azametini müşahede etmiş ve gayb makamından hitap makamına da ancak bu sayede ermiştir.
Ve sanki insan, bu makamda kendisine bir fırsat ve selâhiyet verildiğini keşfeder gibi olur. Binaenaleyh, onun bu fırsatı en iyi bir şekilde değerlendirmesi gerekir. Bu itibarla istenmeye en lâyık husus ne ise o istenmeli ve bu fırsat kaçırılmamalıdır. Onun içindir ki, hiç vakit kaybetmeden, doğru yola hidâyeti taleb sadedinde اِهْدِنَا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ der ve Rabbinden kendini sırât-ı müstakîme ulaştırmasını ister.
Demek oluyor ki, ezelde ve besmelede gizli olan hakikat, Fâtiha’da ve şu anda bizim hâlihazır durumumuzda açık bir konuşan olmuştur. Bu muammaya parmak basan Nebiler Sultanı: “Allah, kendi kelâmında kullarına zuhur etmiştir. Fakat onlar O’nu göremezler” sözüyle bunu ifade etmektedir. Bütün bu anlattıklarımız “Bismillahirrahmânirrahîm” ile Fatiha’nın münasebeti idi. Böylece hep beraber görmüş olduk ki, bu ikisi bir şiir ahengi içerisinde ve birbirine çok sıkı bağlanmış durumdadır. Besmelenin siyâkıyla alâkalı münasebette de birçok nükteler vardır: Nasıl ki biz, besmeleye dayalı Fatiha’da tam huzura erebiliyorsak, öyle de Fatiha’nın bizzat kendisinde de bu huzuru bulmamız mümkündür.
Zira Fatiha ile “Rabbülâlemin” ünvanının Sahibi, bizim elimizden tutar ve bize kâinatı gezdirir. Biz eşya ve hâdiseleri işte bu “Rabbülâlemin” ünvanı altında kavrar ve idrâkına ereriz. Kâinatta câri bütün kanunlar, namuslar ve bütünüyle fıtrat, Cenâb-ı Hakk’ın bu ünvanına bağlı olarak cereyan etmektedir. Ancak, hâdiseler dehşet verici ve ürkütücüdür. Sadece bu ünvana bakan insan hayret ve dehşetten dona kalır. İşte burada, “er-Rahmân” ve “er-Rahîm” isimleri imdada yetişir ve ünsiyet verir. O Allah ki, sonsuz bir şefkat ve merhamete sahiptir, öyleyse O’nun saltanat ve mülkünde korku ve dehşete yer vermek gereksizdir. Aynı zamanda O, Din Günü’nün sahibidir. İyilerin mükâfat, kötülerin ceza göreceği o günün varlığı, bir insanın huzuru tadabilmesi için en lüzumlu bir husustur. “Zira huzurlu olabilmek için huzursuz olmamak kâfi sebep değildir. Huzur, bizzat var olmalıdır.” Bu var olma ise, ancak ve ancak gücü, iyilere mükâfat, kötülere ise ceza vermeye kâfi bir zâtın öyle bir güne sahibiyetiyle mümkündür. Ve işte insan, Fâtiha’nın içinde dolaşırken, onda, siyâk itibariyle böyle bir huzura erer. Erer çünkü o, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyecek ve Cenâb-ı Hakk’a bizzat muhatap olacak bir makama yükselmiştir.
Böylece anlıyoruz ki, Fatiha, hem siyâk hem sibâk itibariyle bir bütünlük arzediyor. Zira Fatiha’nın Kur’ân’la öyle bir alâkası var ki, sanki tek başına bir yıldız gibi ve diğer gezegenlerle hiçbir bağı yok ve âdeta bir güneş gibi tek başına dolaşıyor, ama sanki diğer sistemlerle içli-dışlı. Yıldızlar Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerine, sûrelerine çok benzerler. Zirâ Kur’ân âyetlerinin bir ma’nâsı da “Necm”dir. Necm, aynı zamanda yıldız demektir. Semânın yıldızları nasıl hem aynı hem gayrı, hem bağlı hem kopuk; öyle de Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ın âyetleri dahi sanki müstakil ve sanki birbirine bağlı, işte böyle bir nizâm ve âhenk içindedir.
***Hikmet Işık *******

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder