SELAMUN ALEYKÜM

İnşaallah istifadeye medar olur!!!!!!

30 Temmuz 2010 Cuma

Onbirinci Lem'a'dan




لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ أَنْفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنِينَ رَءُوفٌ رَحِيمٌ
Şu âyetin birinci makamı Sünnet-i Seniyyenin geniş caddesi, ikinci makamı Sünnet'in dereceleridir.
فَإِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِيَ اللهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ
قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ
Bu iki ayet-i kerimenin yüzer nüktesinden onbir nüktesi kısaca beyan edilecek.

BİRİNCİ NÜKTE
Rasül-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselam ferman etmiş:
"Ümmetimin fesadı zamanında kim benim sünnetime yapışırsa ona yüz şehidin ecir ve sevabı vardır."
Evet, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ etme, mutlaka çok kıymettardır. Özellikle bid'aların istilası zamanında Sünnet-i Seniyyeye ittiba etmek daha ziyade kıymettardır. Özellikle ümmetin bozulma zamanında Sünnet-i Seniyyenin küçük bir âdâbına uymak, ehemmiyetli bir takvayı ve kuvvetli bir imanı hissettirip duyuruyor. Doğrudan doğruya, Sünnete ittiba etmek, Rasul-ü Ekrem (a.s.)i hatıra getiriyor. O hatırlatma sebebiyle, o hâtıra, bir huzur-u ilâhî hâtırasına inkılâb edip, dönüşür. Hatta en küçük bir muamelede, hatta yemek içmek ve yatmak âdâbında Sünnet-i Seniyyeye uygun hareket ettiği dakikada, o yapılan normal iş ve o fıtrî amel, sevaplı bir ibadet ve şer'î bir hareket oluyor. Çünkü o normalde yapıla gelen hareketle Rasulü Ekrem (a.s.)e uymayı düşünüyor ve şeriatın bir âdâbı olduğunu tasavvur ediyor. Ve şeriat sahibi O olduğu hatırına gelir. Ve ondan şeriatın hakiki sahibi olan Cenab-ı Hakk'a kalbi müteveccih olur. Bir nevi huzur ve ibadet kazanır.
İşte bu sırra binaen, Sünnet-i Seniyyeye uymayı kendine âdet eden, âdetlerini ibâdete çevirir, bütün ömrünü semereli ve sevaplı yapabilir.

İKİNCİ NÜKTE
İmam-ı Rabbani Ahmed-i Fârukî demiş ki: "Ben rûhânî seyr-i sülûkda mertebeler katederken, evliya tabakaları içinde en parlak, en haşmetli, en sevimli, en emniyetli Sünnet-i Seniyyeye uymayı, tarikatlarının esası kabul edenleri gördüm. Hatta o tabakanın âmi velileri diğer tabakaların has velilerinden daha muhteşem görünüyordu."
Evet, Müceddidi Elfi Sâni (İkinci Bin Senenin Mücedidi) İmam Rabbani hak söylüyor. Sünnet-i seniyyeyi esas tutan, Habibullah'ın zilli altında mahbûbiyet makamına mazhardır.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE
Bu fakir Said, Eski Said'den çıkmaya çalıştığı bir zamanda, rehbersizlikten ve nefs-i emmarenin gururundan gayet müthiş ve mânevi bir fırtınada akıl ve kalbim hakikatlar arasında yuvarlandılar. Kâh Süreyya'dan serâya kâh serâdan Süreyya'ya kadar inip çıkma içerisinde çalkanıyorlardı.
İşte, o zaman müşahade ettim ki, Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hatta küçük adâbı, gemilerde hareket yönünü gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, karanlıklı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. Hem o rûhî seyahatta, çok tazyikler altında, gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyyenin o vaziyete temas eden meselelerine uydukça, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hafiflik hissediyordum. Bir teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani, "Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?" diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum tazyikler çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet acizim. Nazarım kısa, yol da karanlık. Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlanıyor, selametli yol görünüyor. Yük hafifleşiyor, tazyikler kalkıyor gibi bir hal ve durum hissediyordum. İşte o zamanlarımda İmam Rabbanî'nin hükmünü bizzat görerek tasdik edip doğruladım.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE
Bir zaman ölümü tefekkür edip düşünmekten ve (Ölüm haktır) hükmündeki tasdikten ve âlemin gidiş ve yokoluşundan gelen bir ruh halinden kendimi acip bir âlemde gördüm. Baktım ki ben bir cenazeyim, üç mühim büyük cenazenin başında duruyorum.
Birisi: Benim hayatımla ilgili ve mâzi kabrine giren canlı varlıkların hemen hepsinin mânevi cenazesi başında bir mezar taşı hükmündeyim.
İkincisi: Yeryüzü kabristanında, beşer nev'inin hayatıyla alâkadar bütün canlıların yine hepsinin mâzi mezarına defnedilen büyük cenazenin başında bulunan bir mezar taşı olan bu asrın yüzünde çabuk silinecek bir nokta ve çabuk ölecek bir karıncayım.
Üçüncüsü: Şu kâinatın kıyamet vaktinde ölmesi vukuu muhakkak olduğundan nazarımda vâki hükmüne geçti. O azim cenazenin sekerâtından dehşet ve vefâtından şaşkınlık ve hayret içinde kendimi görmekle beraber, istikbalde de vaki olacağı muhakkak olan vefatım o zaman vuku buluyor gibi göründü ve "fein tevellev" sırrıyla, bütün mevcudat, bütün sevgililer benim ölümümle bana arkalarını çevirip beni terkettiler, yalnız bıraktılar. Hadsiz bir deniz suretini alan ebed tarafındaki istikbâle ruhum sevk ediliyordu. O denize ister istemez atılmak lazım geliyordu.
İşte o pek acip ve çok hazin durumda iken, iman ve Kur'ân'dan gelen bir medetle
فَإِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِيَ اللهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ
ayeti imdâdıma yetişti ve gayet emniyetli ve selametli bir gemi hükmüne geçti. Ruh gayet emniyet ve sürurla o âyetin içine girdi. Evet, anladım ki, âyetin sarih mânâsından başka bir işârî mânâsı beni teselli' etti ki sekîne verdi ve sükûnet buldum.
Evet, nasıl ki, sarih mânâsı Rasul-ü Ekrem(a.s.)e der: Eğer dalalet ve sapıklık ehli sırt çevirip senin şeriat ve sünnetinden yüzlerini dönüp Kur'ân'ı dinlemeseler, merak etme. Ve deki "Cenab-ı Hak bana kafidir. Ona tevekkül ediyorum. Sizin yerlerinize, ittiba edip uyacakları yetiştirir. O'nun saltanatı herşeyi kuşatmıştır; ne âsiler hududundan kaçabilirler ve ne de yardım isteyenler yardımsız kalırlar." Öyle de işârî mânâsıyla der ki:
"Ey insan ve ey insanın reisi ve mürşidi! Eğer bütün mevcûdât seni bırakıp fena yolunda yokluğa giderse, eğer canlılar senden ayrılıp ölüm yolunda koşarsa, eğer İnsanlar seni terk edip kabristana girerse, eğer gaflet ehli ve sapıklar seni dinlemeyip karanlıklara düşerse, merak etme. De ki: Cenab-ı Hak bana kâfidir. Madem O var, herşey var. Ve o halde o gidenler yokluğa gitmediler; O'nun başka memleketine gidiyorlar. Ve onların bedeline O büyük arşın sahibi, sayısız nefer ve askerinden, başkalarını gönderir. Ve dalalete düşenlere bedel hak yolu takip edecek itaatkâr kullarını gönderebilir. Madem öyledir, O herşeye bedeldir. Bütün eşya birtek teveccühüne bedel olamaz." der.
İşte şu işârî mânâ vasıtasıyla, bana dehşet veren üç müthiş cenaze başka şekil aldılar. Yani, hem Hakîm, hem Rahîm, hem Adil, hem Kadîr bir Celâl sahibi Zât'ın tedbir ve rubûbiyeti altında ve hikmet ve rahmeti içinde hikmet ve ibret veren bir gezinti, belli bir vazife için yapılan bir seyahat ve yolculuktur ve bir vazifelendirme ve terhistir ki, böylece kâinat çalkalanıyor, gidiyor, geliyor.

BEŞİNCİ NÜKTE
قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ
âyeti, Sünnet-i Seniyyeye uymanın ne kadar mühim ve lüzumlu olduğunu pek kat'i bir surette ilan ediyor. Evet, şu âyet-i kerime, mantık kıyasları içinde istisna kıyası kısmının en kuvvetli ve kat'î bir kıyasıdır.
Nasıl mantıkça istisna kıyasına misal olarak deniliyor: "Eğer güneş çıksa gündüz olacak." Müsbet netice için denilir: "Güneş çıktı. Öyleyse netice veriyor ki şimdi gündüzdür." Menfi netice için deniliyor: "Gündüz yok. Öyle ise netice veriyor ki güneş çıkmamış". Mantıkça bu müsbet ve menfi iki netice kafidirler.
Aynen böyle de, şu âyet-i kerime der ki: "Eğer Allah'a muhabbetiniz varsa Habibullah'a ittibâ edilecek. İttibâ edilmezse, netice veriyor ki, Allah'a muhabbetiniz yoktur. Allah'a olan muhabbet ve sevgi, Habibullah'a ittibâ ve onun sünnetine uyma neticesini verir. Evet, Cenab-ı Hakka iman eden elbette O'na itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası hiç şüphesiz Habibullah'ın gösterdiği ve takip ettiği yoldur."
Evet, kâinatı bu derece nimetlerle dolduran Kerîm ve Cemâl sahibi Zât, şuur sahiplerinden o nimetlere karşı şükür istemesi, zaruri ve bedîhîdir. Hem bu kâinatı bu kadar sanat mucizeleriyle süsleyip tezyin eden O Celâl sahibi Hakîm Zât, elbette ve açıkça, şuurlular içinde en seçkin birisini kendine muhatap ve tercüman ve kullarına bir tebliğ edici ve imam yapacaktır. Hem bu kâinatı had ve hesaba gelmez Cemâl ve Kemâl tecellilerine mazhar eden o Kemâl sahibi Cemîl Zât, elbette ve bilbedahe sevdiği ve açıklanmasını istediği Cemâl ve Kemâl ve isimlerinin ve san'atının en câmi ve en mükemmel bir ölçü ve odak noktası olan bir Zât'a herhalde en mükemmel bir kulluk vaziyeti verecek ve onun durumunu diğerlerine uyulması gereken bir örnek kılıp herkesi ona uymaya sevk edecek. Tâ ki o güzel vaziyeti başkalarında da görünsün.
Özetle: Muhabbetullah, Sünneti Seniyyeye uymayı gerektirip netice veriyor. Ne mutlu o kimseye ki Sünnet-i Seniyyeye uymaktan hissesi ziyade ola. Yazık o kimseye ki, Sünnet-i Seniyyenin kıymetini bilemeyip bid'alara giriyor.

ALTINCI NÜKTE
Resul-ü Ekrem (a.s.) ferman etmiş: "küllü bid’atin dalaletün" Yani “elyevme ekmeltü…” sırrı ile, parlak ve yüce şeriatın kaideleri ve Sünnet-i Seniyenin düsturları tamam olup kemâlini bulduktan sonra, yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyaut -hâşâ ve kellâ- noksan görmek hissini veren bid'alan icad etmek dalalettir, ateştir.
Sünnet-i Seniyyenin dereceleri var:
Bir kısmı vaciptir terk edilmez. O kısım Şeriat-ı Garra'da tafsilatıyla beyan edilmiş. Onlar muhkemâttır; hiçbir cihetle değiştirilemez. Bir kısmı da nafileler kısmındandır. O da ayrıca iki kısımdır.:
Bir kısmı, ibadete tabi Sünnet-i Seniyye kısmıdır. Onlar dahi Şeriat kitaplarında açıklanıp beyan edilmiş; onlann değiştirilmesi bid'attır. Diğer kısmı, "âdâb" tâbir ediliyor ki Siyeri Seniyye kitaplarında zikredilmiş. Onlara muhalefete Bid'a denilmez; fakat Nebi'nin âdâbına bir nevi muhalefettir ve onların nurundan ve o hakiki edepten istifade etmemektir. Bu kısım ise, örf ve âdetlerin fıtrî muamelelerde Resul-ü Ekrem (a.s.)ın tevâtürle bilinen hareketlerine tabi olup uymasıdır. Meselâ, söylemek âdâbını gösteren ve yemek, içmek ve yatmak gibi hallerin adabını açıklayıp beyan eden ve toplu halde yaşamayla ilgili çok Sünnet-i Seniyye var. Bu çeşit sünnetlere "âdâb" ismi verilir. Fakat o âdâba uyan, âdetlerini ibadete çevirir. O âdâbtan mühim bir feyz alır. En küçük bir âdâbı gözetmek, Resul-ü Ekrem(a.s.)ı hatırlatıyor, kalbe bir nur veriyor.
Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimmi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeaire taalluk eden sünnetlerdir. Şeair, âdeta umûmî hukuk nev'inden, cemiyete âit bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umûmen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mesul olur. Bu nevi şeaire riya giremez ve ilan edilir. Nafile nev'inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.

YEDİNCİ NÜKTE
Sünneti Seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nûr, bir edep bulunmasın. Resul-ü Ekrem (a.s.) ferman etmiş: "Rabbim bana edebi güzel bir surette ihsan etmiş, edeplendirmiş" Evet, Siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyyeyi bilen, katiyyen anlar ki, edebin çeşitlerini Cenab-ı Hak, Habibi'nde toplamıştır. O'nun Sünnet-i Seniyyesini terk eden edebi terk eder. "Edebi terkeden de Rabbin bütün lütuflarından mahrum kalır" kaidesine düçar olur, hasaretli bir edepsizliğe düşer.
Sual: herşeyi bilen ve gören ve hiçbir şey O'ndan(sav) gizlenemeyen Allâm'ül-Guyûb'a karşı edep nasıl olur? Utanma sebebi olan durumlar Ondan gizlenemez. Edebin bir çeşidi tesettürdür, çirkin görünüp yadırganan vaziyet ve durumları örtmek ve gizlemektir. Allam'ül-Guyub'a karşı tesettür olamaz.
Cevap: Evvelâ; Sâni-i Zülcelâl nasıl ki gayet ehemmiyetle san'atını güzel göstermek istiyor ve çirkin görünen şeyleri perdeler altına alıyor ve nimetlerine, o nimetleri süslendirmek cihetiyle nazar-ı dikkati celbediyor. Öyle de mahlûkatını ve kullarını diğer şuurlu varlıklara güzel göstermek istiyor. Çirkin vaziyetlerde görünmeleri, Cemîl, Müzeyyin, Lâtif ve Hakîm gibi isimlerine karşı bir nevi isyan ve edep dışı oluyor. İşte Sünnet-i Seniyyedeki edep, o Celâl sahibi Sani' in isimlerinin sınırları içinde bütünüyle bir edep vaziyetini takınmaktır.
İkincisi: Nasıl ki bir tabib, doktorluk noktasında, bir nâmahremin en nâmahrem uzvuna bakar ve zaruret olduğu vakit ona gösterilir, edep dışı denilmez. Belki" tıp edebi öyle gerektirir", denilir. Fakat o tabib, herhangi bir erkek olarak yahut vâiz ismiyle yahut hoca sıfatıyla o nâmahremlere bakamaz, ona gösterilmesini edep fetva veremez. Ve bu yönüyle ona göstermek hayasızlıktır. Öyle de, Sâni-i Zülcelâl'in çok isimleri var; herbir ismin çok cilvesi var. Meselâ, Gaffâr ismi günahların, Settâr ismi de kusurların bulunmasını gerektirdiği gibi, Cemîl ismi dahi çirkinliği görmek istemez. Lâtîf, Kerîm, Hakîm, Rahîm gibi cemâl ve kemâli ifade eden isimler varlıkların güzel bir surette ve olabilecek vaziyetlerin en iyisinde bulunmalarını gerektirirler. Ve o cemâl ve kemâl manalarını ifade eden isimler ise, melâike ve ruhânî ve cin ve insanların nazarında güzelliklerini, varlıkların güzel durumlarıyla ve edep güzelliğiyle göstermek isterler. İşte Sünnet-i Seniyyedeki edepler, bu ulvî edeplerin işaretidir, prensipleri ve örnekleridir.

SEKİZİNCİ NÜKTE
“Fein tevellev fe kul hasbiyellah”dan evvel olan “lekad caeküm rasulün” âyeti, Resulü Ekrem (sav)ın, ümmetine karşı son derece şefkat ve merhametini gösterdikten sonra, şu “fein tevellev” âyetiyle der kî:
"Ey insanlar! Ey Müslümanlar!.. Böyle hadsiz şefkatiyle sizi irşâd eden ve sizin menfaatiniz için bütün kuvvetini harcayan ve mânevî yaralarınız için, sonsuz şefkatle, getirdiği ahkâm ve Sünnet-i Seniyyesiyle tedavi edip merhem süren şefkatli bir Zât'ın apaçık şefkatini inkar etmek ve gözle görünen merhametini ittiham etmek derecesinde O'nun sünnetinden ve tebliğ ettiği hükümlerden yüzlerinizi çevirmek ne kadar vicdansızlık, ne kadar akılsızlık olduğunu biliniz."
"Ve ey şefkatli Resul ve ey merhametli Nebi! Eğer senin bu büyük şefkatini ve ulu merhametini tanımayıp akılsızlıklarından sana arka verip dinlemeseler, merak etme. Yerlerin ve göklerin orduları emri altında olan, herşeyi kuşatan Yüce arşı altında, rubûbiyet saltanatı hükmeden Celâl sahibi Zât sana kâfidir. Hakiki itaatkâr tâifeleri senin etrafına toplattırır, seni onlara dinlettirir, senin hükümlerini onlara kabul ettirir!"
Evet, Şeriat-ı Muhammediye ve Sünnet-i Ahmediye'de hiçbir mesele yoktur ki birçok hikmeti bulunmasın. Bu fakir, bütün kusur ve aczimle beraber bunu iddiâ ediyorum ve bu dâvânın isbâtına da hazırım. Hem şimdiye kadar yazılan yetmiş seksen Nûr risaleleri Sünnet-i Ahmediye'nin ve Şeriat-ı Muhammediye'nin (a.s.) meseleleri ne kadar hikmetli ve hakikatli olduğuna yetmiş-seksen sadık şahid hükmüne geçmiştir. Eğer bu mevzua dair iktidar olsa, yazılsa, yetmiş değil, belki yedibin risale, o hikmetleri bitiremeyecek.
Hem ben şahsımda görüp tattığım belki bin tecrübem var ki, şer'i meselelerle Sünnet-i Seniyye düsturları, kalbî ruhî ve aklî rahatsızlıklarda ve özellikle ictimaî rahatsızlıklarda gayet faydalı birer devadır bildiğimi ve onların yerini başka felsefî ve hikmetli meseleler tutamadığını, açıkça kendim hissettiğimi ve başkalarına da bir derece risalelerde hissettirebildiğimi ilân ediyorum. Bu dâvâmda tereddüt edenler, Nûr Risalelerine müracaat edip baksınlar.
İşte böyle bir Zât'in Sünnet-i Seniyyesine elden geldiği kadar ittibaa çalışmak ne kadar kârlı ve ebedî hayat için ne kadar saadetli ve dünya hayatı için ne kadar menfaatli olduğu kıyas edilsin.
DOKUZUNCU NÜKTE
Sünnet-i Seniyyenin herbir nev'ini bütünüyle yaşamak en seçkin insanlara dahi ancak müyesser olur. Ona bilfiil olmasa da niyetle, kasıtla, taraftarlıkla ve lüzumuna inanarak talip olmak, herkesin elinden gelir. Farz ve vacip kısımlara zaten uyma mecburiyeti var. Ve ibadetlerdeki, müstehap olan Sünnet-i Seniyyenin terkinde, günah olmasa dahi büyük sevabın elden kaçırılması var. Değiştirilmesinde ise büyük hata vardır. Âdet ve muamelelerdeki Sünnet-i Seniyye ise, ittiba ettikçe o âdetler ibadet olur. Etmese itab yok; fakat Habibullah'ın hayat edebinin nurundan istifadesi azalır. Ubudiyete ait hükümlerde yeni icatlar bid'attır. Bid'atlar ise, “elyevme ekmeltü leküm dineküm” sırrına münafi olduğu için, merduttur. Fakat, tarikatta evrad ve ezkar ve meşrepler cinsinden olsa ve asılları Kitap ve Sünnetten alınmak şartıyla ayrı ayrı tarzda, ayrı ayrı surette olmakla beraber, kabul olunan usul ve esaslar Sünnet-i Seniyyeye muhalefet etmemek ve onu değiştirmemek şartıyla bid'a değillerdir. Fakat, bir kısım ilim ehli, bunlardan bazılarını bid'aya dahil edip, ancak "Bid'a-i basene" nâmını vermiş. İmam Rabbani diyor ki:
"Ben seyri sülûk-i rûhanide görüyordum ki, Resul-ü Ekrem (a.s.)dan rivayet olunan kelimeler nurludur, Sünnet-i Seniyye şuaı ile parlıyor. O'ndan rivayet olunmayan parlak ve kuvvetli virdleri ve halleri gördüğüm vakit, üstünde o nur yoktu. Bu kısmın en parlağı, evvelkinin en azına mukabil gelmiyordu. Bundan anladım ki, Sünnet-i Seniyyenin şuaı bir iksirdir. Hem o sünnet nur isteyenlere kâfidir; dışarda nur aramaya ihtiyaç yoktur."
İşte böyle hakikat ve şeriatın bir kahramanı olan bir Zât'ın bu hükmü gösteriyor ki, Sünnet-i Seniyye, iki dünya saadetinin temel taşıdır ve kemale erip olgunlaşmanın madeni ve menbaıdır.

ONUNCU NÜKTE
قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ
âyetinde mucizeli bir vecizlik vardır. Çünkü çok cümleler bu üç cümlenin içinde yerleştirilmiştir. Şöyle ki:
Şu âyet diyor ki: "Allah'a (c.c.) imanınız varsa, elbette Allah'ı seveceksiniz. Madem Allah'ı seversiniz, Allah'ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise; Allah'ın sevdiği Zat'a benzemekle olur. O'na benzemek ise, Ona uyup ittiba etmektir. Ne vakit O'na ittiba etseniz Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah'ı seversiniz, ta ki Allah da sizi sevsin."
İşte bütün bu cümleler, şu âyetin yalnız mücmel ve kısa bir mealidir. Demek oluyor ki, insan için en önemli yüksek gaye Cenab-ı Hakk'ın sevgisini kazanmaktır. Bu âyet açıkça gösteriyor ki, o yüce gaye ve idealin yolu Habibullah'a uymaktır ve Sünnet-i Seniyyesini tatbiktir. Bu makamda üç nokta isbat edilse, yukarda geçen hakikat tamamıyla anlaşılır.
Birinci Nokta: Beşer fıtrat olarak, şu kâinatın yaratıcısına karşı hadsiz bir sevgi ve muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünkü beşer fıtratında güzele karşı bir sevgi ve kemâle karşı saygılı davranmak ve ihsana karşı bir minnet vardır. Cemâl, kemâl ve ihsan derecelerine göre o sevgi artar, aşkın en son noktasına kadar gider.
Hem bu küçük insanın küçücük kalbinde kâinat kadar bir aşk yerleşir. Evet, kalbin mercimek kadar bir sandukçası olan hafıza, bir kütüphane hükmünde binler kitap kadar yazı, içinde yazılması gösteriyor ki, insan kalbi, kâinatı içine alabilir ve o kadar sevgi taşıyabilir.
Madem beşer fıtratında ihsan, cemâl ve kemâle karşı böyle sınırsız bir sevgi ve muhabbet kabiliyeti vardır. Ve madem bu kâinatın Yaratıcısı kâinatta görünen eserleriyle açıkça varlığı sabit olan sonsuz mukaddes cemâli, varlıklarda görünen sanat nakışlarıyla zaruret derecesinde varlığı sabit olan sonsuz mukaddes kemâli ve bütün canlılarda görülen sınırsız ihsan ve nimetlendirmesiyle katiyetle hatta gözle görülür derecede varlığı sabit olan sonsuz ihsanları vardır. Elbette şuurlu varlıklar içinde en mükemmeli, en muhtacı ve en mütefekkiri ve en arzulusu olan beşerden, sınırsız bir sevgiyi gerektiriyor.
Evet, herbir insan o celâl sahibi Yaratıcı'ya karşı sınırsız bir sevgi beslemeye kabiliyetli olduğu gibi, o Yaratıcı dahi herkesten ziyade cemâl, kemâl ve ihsanına karşı sınırsız bir şekilde sevilmeye layıktır. Hatta inanan insanda hayatına, bekasına, vücuduna, dünyasına nefsine ve varlıklara karşı türlü türlü sevgileri ve şiddetli alâkaları, O ilahî sevgi kabiliyet ve istidadının belirtileridir. Hatta insanın şiddetli hisleri, o sevgi kabiliyetinin başka hallere dönüşmüş ve değişik şekillere girmiş sızıntılarıdır. Malumdur ki, insan kendi saadetiyle zevklendiği gibi, ilgili olduğu şahısların mutluluk ve saadetleriyle de zevklenir. Ve kendini beladan kurtaranı sevdiği gibi, sevdiklerini kurtaranı da öyle sever.
İşte bu ruh haline binâen, insan eğer bir insana ait her çeşit ilâhî ihsandan yalnız bunu düşünse ki: "Benim Hâlıkım beni ebedî karanlık olan yokluktan kurtarıp bu dünyada güzel bir hayatı bana verdiği gibi, ecelim geldiği zaman beni ebedî idam olan yok olup gitmekten yine kurtarıp bâki bir âlemde ebedî ve çok şaşaalı bir âlemi bana ihsan ve o âlemin bütün çeşitli lezzet ve güzelliklerinden istifade edecek ve dinlenmek için gezip dolaşacak dış ve iç duygulan bana verdiği gibi, çok sevdiğim ve çok alâkadar olduğum bütün akraba, sevgili ve hemcinslerimi de öyle sınırsız ihsanlara mazhar ediyor ve o ihsanlar bir yönüyle bana ait oluyor. Zira onların mutluluklarıyla mutlu ve sevinçli oluyorum. Madem "insan, ihsanın kölesidir" sırrıyla böyle sınırsız ebedî iyilik ve ihsanlara karşı, kâinat kadar bir kalbim olsa, o ihsana karşı sevgiyle dolması gerekir ve doldurmak isterim. Ben bilfiil o sevgiyi yapamasam da, istidadımla, imanımla, niyetimle, kabulümle, takdirimle, iştiyakımla, iltizamımla ve irademle yapıyorum" diyecek ve hâkeza...
Cemâl ve kemâle karşı insanın göstereceği muhabbet, kısaca işaret ettiğimiz ihsana karşı olan muhabbet ve sevgiye kıyas edilsin. Kafir ise, küfründen dolayı, sınırsız bir düşmanlık eder. Hatta kâinata ve varlıklara karşı zalimane aşağılayarak bir düşmanlık taşıyor.
İkinci Nokta: Allah'ı sevmek, Muhammed aleyhisselamın Sünnet-i Seniyyesine uymayı gerektirir. Çünkü Allah'ı sevmek, O'nun razı olacağı şeyleri yapmaktır. Razı oldukları ise en mükemmel bir surette Muhammed aleyhisselamın Zât'ında tezahür ediyor. O'nun zatına hareket ve fiillerde benzemek iki cihetledir.
Birisi: Cenab-ı Hakkı sevmek cihetinde emrine itaat ve rızası dairesinde hareket etmek, öyle bir uymayı gerektiriyor. Çünkü bu işte en mükemmel imam Muhammed aleyhisselamın zâtıdır.
İkincisi: Madem Ahmed aleyhisselamın zâti insanlara olan hadsiz ilâhî ihsanların en mühim bir vesilesidir; elbette Cenab-ı Hak hesabına sonsuz bir sevgiye layıktır. İnsan sevdiği zâta, eğer benzemek kâbilse, fıtrat olarak benzemek ister. İşte Habibullah'ı sevenlerin, katiyyen Sünnet-i Seniyye'ye uymakla ona benzemeye çalışmalar iktiza eder.
Üçüncü Nokta: Cenab-ı Hakkın sonsuz merhameti olduğu gibi, sonsuz bir muhabbeti de vardır. Bütün kâinattaki sanatlı varlıkların güzellikleriyle ve süs-lendirmesiyle kendini hadsiz bir surette sevdirdiği gibi, kendi sanat eserlerini, özellikle, sevdirmesine sevmekle mukabele eden şuur sahiplerini sever. Cennetin bütün iyilik ve güzellikleri ve nimetleri Rahmetinin bir cilvesi olan bir Zâtin sevgi bakışını kendine celbe çalışmak ne kadar mühim ve yüce bir gaye olduğu açıkça anlaşılır. Madem, kelâmının hükmüyle, O'nun sevgisine yalnız Muhammed aleyhisselamın Sünnetine uymakla ulaşılır, elbette bu Sünnet insanın en büyük gaye ve hedefi ve beşerin en ulvî vazifesi olduğu tahakkuk eder.

ONBİRİNCİ NÜKTE
Üç meseledir.
Birinci Mesele: Resul-ü Ekrem aleyhisselamın Sünnet-i Seniyyesinin menbaı üçtür: Sözleri, fiilleri ve halleri. Bu üç kısım dahi üç kısımdır: Farzlar, nafileler ve güzel âdetleridir.
Farz ve vacip kısmında uymaya mecburiyet var; terkinde azap ve ceza vardır. Herkes ona uyma zorundadır. Nafileler kısmında daha güzelini yapmak prensibinden hareketle iman ehli yine mükelleftir; fakat terkinde azap ve ceza yoktur. Yapılmasında ise büyük sevap var. Ve bunları tebdil edip değiştirmek bid'a, dalalet ve büyük hatadır. Herşeyi ile güzel âdet ve hareketleri ise, hikmet, maslahat ve ferdî ve ictimâî hayat açısından onu taklit etmek ve ona uymak her zaman en uygun olanıdır. Çünkü onun normalde yapa geldiği herbir hareketinde hayat için çok faydalar olduğu gibi O’na tabi olmakla âdetler ibâdet hükmüne geçer.
Evet, madem dost ve düşmanın ittifakıyla, Ahmed aleyhisselamın Zâtı ahlakî güzelliklerin en yüksek mertebesine ermiştir. Ve madem ittifakla beşeriyet içinde en meşhur ve seçkin bir şahsiyettir. Ve madem binler mucizelerin delâletiyle ve şekillendirdiği İslâm âleminin ve kendi olgunluğunun şahidliğiyle ve tebliğ edip tercümanlığını yaptığı Kur'an-ı Hakimin hakikatlarının tasdikiyle en mükemmel bir kâmil insan ve en mükemmel bir mürşiddir. Ve madem Ona uyma neticesinde milyonlarca kemâl ehli olgunluk mertebelerine terakki edip iki dünya saadetine kavuşmuşlardır. Elbette o zatın sünneti, hareketleri uyulacak en güzel nümûnelerdir ve takip edilecek en güzel rehberlerdir ve prensip kabul edilecek en sağlam kanunlardır. Bahtiyar odur ki, bu sünnete tabi olmada hissesi fazla ola. Sünnete ittiba etmeyen, tembellik ederse, büyük hasaret; ehemmiyetsiz görürse büyük cinayet; yalanlamayı hissettiren tenkitlerde bulunursa büyük bir sapıklık işlemiş olur.
İkinci Mesele: Cenab-ı Hak Kur'an-ı Hakimde “ve inneke leala hulukin azim” ferman eder. Sahih rivayetlerin bildirdiğine göre, Hazreti Aişe gibi seçkin sahabeler Hazreti Peygamber aleyhisselamı tarif ettikleri zaman, "Hulukuhu 'I Kur'an" diye tarif ediyorlardı. Yani Kur'an'ın beyan ettiği güzel ahlâkın misali Muhammed aleyhisselamdır. Ve o güzel ahlâka en çok uyan ve fıtraten o güzellikler üstünde yaratılan Odur.
İşte böyle bir Zât'ın fiilleri, halleri ve sözleri ve hareketlerinin her biri beşeriyete model hükmüne geçmeye layık iken, ona iman eden ve ümmetinden olan gâfillerin (Sünnetine ehemmiyet vermeyen veya değiştirmek isteyen) ne kadar talihsiz olduğunu divaneler de anlar.
Üçüncü Mesele: Resul-ü Ekrem aleyhisselam yaratılış olarak en mûtedil bir vaziyette ve en mükemmel bir surette yaratıldığından, hareket ve duruşu itidal ve istikamet üzere olmuştur. Bütün hayatı kati bir surette gösterir ki, her hareketinde istikamet ve itidal üzere gitmiş, ifrat ve tefritten kaçınmıştır.
Evet, Rasul-ü Ekrem aleyhisselam “Festekim kema ümirte” emrini tamamıyla yerine getirdiği için, bütün fiillerinde bütün söz ve hallerinde kati bir surette istikamet görülüyor. Meselâ, akıl gücünün fesat ve karanlığı hükmündeki ifrat ve tefriti olan gabilik ve cerbezeden uzak olarak, vasat yol ve istikametin odak noktası olan hikmet üzere akıl gücü daima hareket etmiştir. Gadap duygusunun fesadı ve ifrat ve tefriti olan korkaklık ve saldırganlıktan uzak olarak, gadap duygusunun istikamet noktası ve vasat durumu olan kudsî şecaat ile gadap duygusu hareket kazanmıştır. Şehvet duygusunun fesadı olan ifrat ve tefritten (humûd ve fücurdan) duru olarak, o duygunun istikamet şekli olan iffette, şehvet duygusu dâima iffeti, masumiyetin en doruğunda olmak kaydıyla rehber kabul etmiştir. Ve... Bütün Sünnet-i Seniyyesinde, fıtrî hallerinde ve şer'î hükümlerinde istikamet çizgisini seçip, zulüm ve karanlık olan ifrat ve tefritten, saçıp savurmaktan kaçınmıştır. Hatta konuşmasında, yeme ve içmesinde iktisadı rehber ve israftan katiyyen içtinab etmiştir. Bu hakikatın tafsilatına dair binler cilt kitap telif edilmiştir. Arife bir işaret yeterlidir, sırrınca bu denizden bu katre ile yetinip, meseleyi kısa keseriz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder