SELAMUN ALEYKÜM

İnşaallah istifadeye medar olur!!!!!!

30 Temmuz 2010 Cuma

FATİHA ÜZERİNE MÜLAHAZALAR


Fâtiha, “Hamd” kelimesiyle başlar. Hamd, kelime olarak şükür ve medih ma’nâlarına geldiği de olur. Ancak arada birçok farklar vardır. Onun içindir ki Fatiha sûresi, اَشُّكْرُ ِللّهِ، اَلْمَدْحُ ِللهِ ile değil de اَ لْحَمْدُ للّهِ ile başlıyor.

HAMD: Hamd edilecek Zât’ın hür irade ve tercihiyle verdiği nimetlerine mukâbelede bulunma ve O’na teşekkür etmenin yanı sıra O, hamdedilmeye lâyık ve bütün iyiliklerin kaynağı olması sebebiyle de O’na karşı arz-ı şükür etme ma’nâsını ihtiva eder. Hamd’de O’nun sahip olduğu ihsan ve nimetlerin bize ulaşıp ulaşmaması önemli değildir. Önemli olan, o Zât’ın böyle bir hamde lâyık olmasıdır. Dolayısıyla bizim Cenâb-ı Hakk’ın büyüklük ve lütuflarına karşı şükür ve medih hissimizi arzetmemiz bir hamddir.

ŞÜKÜR: Şükür, kendisine teşekkür edeceğimiz zât tarafından, bize ihsan edilen nimetlere mukâbil yapılan bir teşekkürdür. Bu teşekkür nimete karşı olur. Bu da ya lisan, ya davranış, ya da kalple yapılır. Görülüyor ki, teşekkür umumidir. Hem dille, hem kalple, hem de hareketlerle yapılabilir. Onun içindir ki namaz, Allah’a karşı bir teşekkürdür. “eş-şükrü lillah” demek, Allah’a karşı bir teşekkürdür. Ve kalbin Allah’ın nimetleri karşısında eziklik hissetmesi veyahut o nimetlerden dolayı Mevlâ’nın kendisine merhamet ettiğini düşünüp vecd ve istiğrak içinde bulunması, Allah’ın nimetlerine mukâbil bir teşekkürdür.

MEDİH: Medhe gelince, o hem canlı hem de cansız varlıklar için kullanılabilir. Allah’a güzelliğinden dolayı medih olabilir. “Güzelsin Allah’ım, Cemâl sahibisin Allah’ım, dalga dalga kâinatta dalgalanan bütün güzellikler, Senin güzelliklerinden bir cilvenin yansımasıdır Allah’ım” demek, bütün bunlar birer medih olur. Bununla beraber medih, bir ağacın veya bir yemeğin medhi gibi cansız şeylere de olur. Bazen de medih hiç lüzumu olmadığı halde, başkalarına karşı yaranma işinde kullanılabilir. Onun içindir ki, Allahu Teâlâ Hazretleri’ne medyûniyet ve şükran hislerimizi teşekkür ve medihle değil, hamdle ifade ediyoruz. Allah Resûlü: اِذَا لَقِيتُمُ الْمَدَّاحِينَ فَاحْثُوا فِى وُجُوهِهِمِ التُّرَابَ “Yüzünüze karşı medih edenlerin yüzÂlerine toprak saçın”1 demek suretiyle medhi zemmediyor ve buna izin vermiyor. Allah Resûlü (sav): مَنْ لَمْ يَشْكُرُ النَّاسَ لَمْ يَشْكُرُ اللهَ buyurarak hamdi de medhediyor. “İnsanlara karşı hamd ü senâda bulunmayan, onların nimetlerine karşı nankörlük yapan insan, Allah’a karşı da hamd etmez.”2 diyerek medih ile hamd’i birbirinden ayırmaktadır. Medih başkadır hamd başkadır. Allah’a hamd ve şükür etmenin bir bakıma iç içe girdiği ve bir bakıma da birbirinden ayrıldığı noktalar vardır. Şükür, sadık insanların şiarıdır ve buna muvaffak olan insanlar da çok azdır. Allah’ın nimetleri sayısız ve sonsuzdur. Sadi Şirâzî, Gülistan’ında: “Bir insan her nefeste Allah’a karşı iki şükür borçludur” der. Bir soluk alıp vermede hayatını iki defa bağışlayan Allah’tır. Böyle bir Allah’a elbette dilinle, halinle, kalbinle teşekkür etmen icâb eder. Bundan dolayı teşekkür çok ağır, teşekküre muvaffak olan da çok azdır. Onun için Kur’ân-ı Kerîm: وَقَلِيلٌ مِنْ عِبَادِىَ الشَّكُورِ “Kullarımdan şükreden ne kadar az” (Sebe, 34/13) diyor. Fakat şükür, sadâkat makamıdır. Her hâlükârda Allah’a şükretmek, Allah’a karşı “minnet ve şükran Sana’dır” demek bu sadâkatın nişanıdır. Hamde gelince; Allah Resûlü: اَلْحَمْدُ رَأْسُ الشُّكْرِ “Hamd, Allah’a teşekkür etmenin başıdır” buyurmaktadır. Hamd bir bakıma, Allah’tan bize ihsan gelse de, gelmese de kulluğumuzu, aczimizi anlayıp O’na minnet ve şükran hislerimizi ifade etme bakımından ivazsız, garazsız, mukabelesiz, samimi olarak Allah’a teveccühün ifadesi olması itibariyle şükürden üstündür. Hamd, ihlâs makamında söylenir, hiçbir karşılık beklemeden, hiçbir mukabele görmeden Allah’a karşı kulluğunu idrâk edip اَ لْحَمْدُ ِللهِ demek, samimi ve muhlis kimselerin şiârıdır.
Buraya kadar hamdin, şükrün, medhin ma’nâlarını anlatmaya çalıştık. Şimdi de, hamdin makamını kısa da olsa arzedelim:
Hamd, kendisine nimet verilenin nimetlendirme işini idrâk makamıdır. O, nimetten istifade makamından çok üstündür. Üstündür çünkü, nimetlendirmeyi idrâk Nimet Vereni anlamaya vesiledir. Onun içindir ki bu makama, “Makam-ı Mahmûd” denilir. Hattâ bu makamda Hamîdiyet ve Mahmûdiyetin bir olması söz konusudur. Bu ince mes’eleyi şu şekilde izah edebiliriz:
Bir padişahın hediyesi bize iki hususu düşündürür. Birincisi: Bu hediyenin maddî kıymet ve değeridir ki, bu hususta, ondan alınacak zevk ve lezzet sadece maddesi itibariyle ve maddesi kıymetindedir. İkincisi ise, onun bir padişah hediyesi olması hususudur ki, burada artık maddî kıymetin hiçbir değeri yoktur. Belki bu makamda mühim olan bu hediyenin padişaha ait oluşudur. Şimdi böyle bir hediyeden alınacak zevk ve sürûr, evvelkinden bin derece daha fazladır. Zirâ bu hediyeden onu veren padişaha intikal mevzubahistir ve önemli olan da odur. Cenâb-ı Hakk’ın in’âm (nimetlendirmesi) ve ihsanı karşısında da durum bundan farklı değildir. Verilen nimetlerden istifade ile, bu nimetleri verene intikal etme ve O’nunla huzur bulma arasındaki fark ise küçümsene-meyecek kadar mühimdir.
İnsan hem hâmiddir, hem de mahmûddur, yani hem hamd eden, hem de övülendir. O, Cenâb-ı Hakk’a karşı yerine getirdiği hamdiyle hâmid, gökte ve yerde övülüp medhedilmesiyle de mahmûddur. Zaten kâinatın hülâsası ve beşeriyetin İftihar Tablosu’nun isimleri olan “Ahmed, Mahmûd ve Muhammed” kelimeleri de hep “hamd” masdarının etrafında dönüp durmaktadır.
O’nun adı Ahmed’dir. Çünkü ilk defa kâinat Ahmed’le başlamıştır. Kâinatın başında Ahmed, sonunda ise Muhammed vardır. Allah’ın Elif’inin ilk sembolleştiği yer, Hz. Ahmed’in adının başıdır. Ve Muhammed adı, kâinat şiirine bir kâfiye olarak gelmiştir. Orada Ahmed, burada Muhammed’dir. Ve böylece insanlık manzûmesi sona ermiştir.
Hz. Muhammed (sav) hayatta kulluk yaptıkça Cenâb-ı Hakk tarafından övülmüş, övüldükçe de mütemâdiyen kulluk yapmış, Hamîdiyet ve Mahmûdiyeti bir araya getirmiş ve Allah O’nu medih, O da Allah’a hamd etmiştir. Zira Makâm-ı Mahmûd’u hak ve elde eden bir insan, öyle bir lütfa mazhardır ki, o âna kadar Allah’a ettiği bütün şükürlerden başka, bu makama mazhar olmanın da şükrünü bir miktar daha artırdı mı, onun da şükrünü eda etmelidir. Onun içindir ki Cenâb-ı Hakk:لَئِنْ شَكَرْتُمْ لاَ زِيدَنَّكُمْ “Eğer şükrederseniz nimetimi artırırım.”(İbrahim, 14/7) yani Makâm-ı Mahmûdu genişletirim buyurmaktadır. Ve biz de Makam-ı Mahmûda yönelik duâlarımızda ezan okunduğu zaman ellerimizi açar:مَقَامًا مَحمثودًا الَّذِى وَعَدْتَهُ اِنَّكَ لاَ تُخْلِفُ الْمِيعَادِ “Onu va’dettiğin Makam-ı Mahmûd’a, övdüğün insanların makamına ulaştır; makamını genişlettikçe genişlettir” deriz.3

Çünkü Makam-ı Mahmûd’un sahibinin elinde Livâü’l-Hamd vardır. Beşer, kâinata Ahmed’le girmiş, nûrunu Muhammed’le bulmuştur; ve gerçek emniyet ve azaptan korunmayı da Livâü’l-Hamd’in altında elde edecektir ve bu sayede, وَآخِرُ دَعْوَاهُمْ أَنِ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ (Yunus, 10/10) diyerek cennete girecektir. Hamd, kâinatın başlangıç ve ruhudur. O, Cenâb-ı Hakk’ın nazarlarının odaklaştığı merkez olan Hz. Muhammed’in (sav) etrafında nûranî bir haliçe halinde, O’nu örmekte ve hep O’nu ifade etmektedir. Bizler de Cenâb-ı Hakk’dan Livaü’l-Hamd’in altında toplanmayı niyaz ediyoruz ki, bu hakikate işaretle Allah Resûlü: “Ümmetim hammâddır.” buyurmaktadır. Hammâd, durmadan Allah’a hamd eden demektir. Ve biz de devamlı, hem işin başında hem de nihâyetinde hamd etmekteyiz.
İbn-i Ebi Hatim’in rivâyet ettiği İbn-i Abbas hadîsinde Hz. Ömer (ra) Hz. Ali’ye sorar: “Günde beş vakit namazdan sonra ‘Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahuekber ve Lâilâhe illallah’ diyoruz. ‘Sübhanallah, Lâilâhe illallah ve Allahuekber’i anlıyoruz, ama ‘Elhamdülillah’ ne demektir?” Cevap verir: كَلِمَةٌ رَضِيهَا رَبُّهَا لِنَفْسِهِ “Öyle bir kelimedir ki, o kelimenin Rabbi o kelimeden razı olmuştur, o kelime Allah’ın hoşnut olduğu bir kelimedir.” Bu cevap ince ve önemli bir sırrı ifade etmektedir.
Neseî ve Tirmizî’nin İbn-i Ömer (ra)’den rivâyet ettiği bir hadîs-i şerifte de Allah Resûlü (sav) şöyle buyurdular: اِنَّ عَبْدًا مِنْ عشبَادِ اللهِ قَالَ: يَا رَبِّ! لَكَ الْحَمْدُ بِجَلاَلِ وَجْهِكَ وضبِعَظِيمِ سُلْطَانِكَ Allah’ın kullarından bir kul: ‘Allah’ım Celâl-i Vechinle azim sultanlığınla Sana hamd olsun’ dediği zaman melekler ne yazacaklarını bilemediler, Allah’ın huzuruna çıktılar ve: ‘Allah’ım kulun bir şey söyledi, fakat biz bu sözlere mukabil ne yazacağımızı bilemedik’ dediler. Cenâb-ı Hakk, onların ne dediğini iyi biliyordu fakat:‘Kulum ne dedi?’ diye sordu. Melekler: يَا رَبِّ! لَكَ الْحَمْدُ بِجَلاَلِ وَجَلاَلِ وَجْهِكَ وَبِعَظِيمِ dedi, dediler. Bunun üzerine ‘Siz, kulum ne dediyse onu yazın, o söz bana öyle ulaşsın. Ve ben, onun mükafatını esas mahiyetine göre vereceğim’ buyurdu.”4
Başka bir hadîslerinde Allah Resûlü: اَلْحَمْدُ تَمْـَلأُ الْمِيزَانَ “Hamd, mizanı dolduracak tek şeydir”5 buyurmaktadır. Terazinin diğer kefesinde ne bulunursa bulunsun, Allah’a karşı saygı dolu bir kalp ile “minnet ve şükran Sana” diyerek hamdetme, fiilen O’nun huzuruna gelme ve lisânı o istikamette çalıştırma ve bütün bunlara ek olarak kalbi Allah’ın huzurunda durmanın heyecanıyla dalgalandırma, mizanı doldurmaya yetecektir ki, Allah Resûlü böyle buyurmuştur.
رَبْ “Rabb” kelimesi, ism-i fail ma’nâsında bir mastardır ki, terbiye eden demektir. Ancak اَلْحَمْدُ ِللهِ مُرَبِّى الْعَالَمِينَ “Hamd, âlemlerin terbiyecisi Allah içindir” demeyip de, رَبُّ الْعَالَمِينَ denmesinde bir hikmet ve bir nükte vardır.
Şöyle ki, sanki Rabb, terbiyecinin (mürebbi) ta kendisidir. Çünkü kâinatın geniş safha ve sahifelerinde terbiye ettiği binlerce hâdise için lâzım gelen ne kadar şey varsa hepsini Allah yapmaktadır. Özetle: Sadece beşerin terbiyesini ele alacak olsak, beşere cenneti gösteren, onu terbiye eden Allah’tır. Cehennemi gösteren, ondan sakındıran, Peygamberimiz’i gösteren O’na uymayı teşvik eden, Kur’ân hakikatlerini gösterip insanın gözünü gönlünü açan, Kur’ân’da da kâinatı dile getiren, kâinatı anlatıp insanın karşısına apaçık hakikatleri ayân beyân seren, Allah’tır. Bütün bu dairelerde umumî tasarruf yapanın Allah olması itibariyle, “Adl” dediğimiz zaman, mahz-ı adalet (adaletin ta kendisi) ma’nâsını anladığımız gibi, “Rabb” dediğimiz zaman da sırf ‘terbiye edici’ ma’nâsı anlaşılır. Bu ma’nâda O’ndan terbiye etmenin dışında bir fiil sâdır olmaz.
Hz. İbrahim Hakkı:
“Her işte hikmeti vardır
Abes fiil işlemez, Allah”
demek suretiyle bu hakikati anlatmaya çalışmaktadır.
Varlığa gelen ve eren bütün mahlûkatı terbiye eden Allah’tır. Ve her varlık, bizzat Cenâb-ı Hakk tarafından kendi fıtrat hudutları içerisinde terbiye edilmektedir. Terbiye hudutlarının dışına çıkmış hiçbir varlık gösterilemez. Bu âlemşümûl terbiyenin tek ve yegâne sahibi Rabbül-âlemîn olan Allah’tır. İnsanı da terbiye eden O’dur. Belki, hidâyet ve dalâlet yolunu göstermek ve gönderdiği peygamberleri, dünya ve ahiret hayatının lider ve önderleri kılmakla Cenâb-ı Hakk insanı terbiye etmektedir. Ve yine, bir nebi ile bir bedeviyi, kabiliyet ve istidat ölçülerine göre terbiye etmektedir.
Beşeriyet, ancak O’nun terbiyesi ile hakiki kemâle ulaşabilir. Bunun en sağlam yolu ise, Kur’ân’ı rehber edinmektir. Terbiye, her varlığın kendi sınırları içinde tekâmül etmesi demektir. Onları kemâle erdiren ise, Rabb olan Allah’dır.
Felsefe, eşyayı birbirine düşman gösterir. Halbuki Kur’ân, hayatta yardımlaşmanın hâkim olduğunu muhtelif vesilelerle dile getirir ve hayata o açıdan bakar.
Evet, kâinatta geçerli olan kanunlar, hep bir yardımlaşma örneğidir. Cansız unsurlar (elementler) bitkilerin, bitkiler hayvanların ve hayvanlar da insanların imdadına koşuyor. Aynı zamanda bu, onlar için kemâle tırmanma ma’nâsına geliyor. Toprak, şefkatli bir ana gibi sinesinde bitki yetiştiriyorsa, buna nasıl kavga ve cidal denebilir? Felsefe, mes’eleye ters yönden baktığı için, bu yardımlaşma ve imdâda koşmayı, karşı taraftan gerçek-leştirilmiş bir gasp şeklinde görmektedir. Bu kabûl edilemez ve hatalı bir yaklaşımdır.
Cenab-ı Hakk, nizam ve intizam içinde, hâdise ve kanunlar eliyle bütün kâinatı çalkalamakta ve herşeyi kemâle sevketmektedir. Bunlardan hâsıl olan yegâne hikmet ise, iyiyi kötüden, hayrı şerden, aydınlığı karanlıktan ve elması kömürden ayırmaktır. Bu, kanun ve çalkalama iledir ki, mü’min cennete, kâfir ve günâhkâr da cehenneme ehil hâle gelir. Cenâb-ı Hakk, burada ayırdığı gibi Ahiret yurdunda da bu iki sınıfı birbirinden ayıracak ve وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ “Ayrılın bugün ey mücrimler!” diyecektir (Yâsin, 59).
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, kâinatta geçerli tek şey; Cenâb-ı Hakk’ın terbiyesidir. Ve Allah (cc) hâdiseleri “Rabb” ismiyle terbiye etmektedir. Sadece, insandaki kemâle sevkedilişi müşahede edebilen bir insan, bu hakikati kabul edecek ve başka bir delile de ihtiyaç duymayacaktır.
Hâdiseler, Allah (cc)’ın kudret elindedir. İlk hareket ettirici dâima Cenâb-ı Hakk olduğu gibi, belli bir gayeye doğru bu hareketi devam ettiren de O’dur. Ve eşya, işte bu ilk harekete geçirmeyle kemâle doğru sevk edilir. Bir çocuğu ele alacak olursak, onun varlığa ermesine sebep ne sperm, ne de yumurtadır. Önce anne-babayı yaratan, sonra da çocuğu anne karnı gibi üç karanlık içinde geliştiren ancak ve ancak Allah’tır. Çünkü sebeple netice arasında münasebet olması lazımdır. Yani bir tenasüb-ü illiyet (sebeple neticenin birbirine uygun olması) prensibi vardır ve bunu görmemezlikten gelmek kat’iyen doğru değildir. Bu hükmü şöyle bir misalle açıklayabiliriz: Siz ortada büyük bir âbidenin yapıldığını ve bu âbidenin hemen yanında eli kolu bağlanmış bir çocuğun bulunduğunu görseniz, çocuk ‘bunu ben yaptım’ iddiasında bulunsa, elbette siz buna inanmazsınız. Çünkü yapanla-yapılan şey arasında bir uygunluk ve bir münasebet olması gerekirken, burada bu uyum ve münasebet yoktur. Aynen öyle de, ortada her şeyiyle mükemmel âbide-misâl bir kâinat durmakta ve bunun etrafında da eli kolu bağlı çocuk hükmünde sebepler bulunmakta. Nasıl ki âbidenin yapılmasını çocuğa veremiyorsak, bu kâinatın yaratılışını da sebeplere veremeyiz. Öyle ise bu kâinatı yaratan, terbiye edip kemâle doğru sevkeden ancak Rabbülâlemin olan Allah’tır. Doğrusu inkârcının Allah’ı inkârda ısrarını anlamak mümkün değil... Halbuki serâdan süreyyaya, zeminden göklere, delillerle bezenmiş, süslenmiş, her hâl, her keyfiyet Allah’ın varlığına delâlet etmektedir. Her şey O’na delâlet ettiği halde O’nu inkâr etmek ve tanımamak, şaşılacak ve aynı zamanda korkunç bir küfür, korkunç bir başkaldırmadır.
İşte Rabbülâlemin hakikati bu açıdan ele alınıp değerlendirilebildiği takdirde, ilim kuşağı, bir ma’rifet kuşağı olacak ve eşya da bir kitap haline gelecektir.
Eğer beşer, Cenâb-ı Hakk’ın ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ın ona bakışı açısından kendine bakabilse ve Kelâmullah’ı bu şekilde bir kere olsun tetkik edebilseydi, bugünkü halinden çok daha başka bir keyfiyette olacak ve İlâhî Kelâmı bugün anladığından çok daha farklı şekilde anlayacaktı.

O Allah ki, insanı Rahmetiyle yaratmış ve yine Rahmet eseri olarak, Kur’ân’la insanın imdâdına koşmuştur. Ve yine, Rahmân suretinde bezediği insanı, rahmetinin mevce mevce coştuğu Kur’ân’ına muhatap kılmıştır. İşte bu zaviye ve seviyeden insan, kendini ve kendisine gönderilen kitabı tetkik edip inceleseydi, Allah Resûlü’nün: لَوْ تَعْلَمُونَ مَا اَعْلَمُ لَضَحِكْتُمْ قَلِيلاً لَبَكَيْتُمْ كَثِيرًا “Eğer bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız”6 ifadesi ve bir başka yerde de: “Ne kadar isterdim, insan olacağıma bir odun parçası olsaydım!”7 ifadesindeki, mükellefiyetin ağırlığını omuzlarında hissedecek, utancından ve mahcubiyetinden dolayı kaçacak yer arayacaktı. Evet sıfat-ı ilâhî semâsından ve esmâ-i ilâhî burcundan kendisine bakış, insanı bu hâle getirecektir. Ama, bu da his ve duygularla Kur’ân’a bir gavvâs gibi dalmak veya Kur’ân’ın yıldızları arasında pervaz edip kanat çırpmakla mümkündür.

Devr-i Saâdet’te, insanlık kendine bu şekilde baktı, kendini buldu ve Allah da onları beşer üzerine hâkim kıldı. O Allah ki: “İnsanları yeryüzünde halife yaptım” demektedir. Ve kendisine gönül, kafa ve hislerle tam bir teveccüh olduğu devirde: وَلَقَدْ كَتَبْنَا فِا الزَّبُورِ مِنْ بَعْدِ الذِّكْرِ اَنَّ الْعَرْضَ “Andolsun, Tevrat’tan sonra Zebur’da da arza mutlaka iyi kullarım vâris olacak (bu yer onların eline geçecek) diye yazmıştık” (Enbiya, 21/105) hakikatiyle tecelli etmektedir. Evet O, her zaman bütün mirasını salih kullarına bıraktı. Onun içindir ki, Saadet Devri’nde tek söz sahibi, Müslümanlar idi.

Allah (cc) kâinatla, insanla kendi arasında bir muâdele vaz’etti. İnsanı karşısına alıp ona “sen!” diye hitapta bulundu. Sonra “sana göre Ben senim” dedi. Rubûbiyet dairesinin karşısına ubûdiyet (kulluk) dairesini yerleştirdi. Rahmâniyet ve Rahîmiyeti beşerle paylaştı. Ve besmelede bize bunu talim edip duyurdu. İşte biz de, O’nun sonsuz Rahmet ve inâyetine mukabele edip اَلْحَمْدُ ِللهِ (Elhamdülilah) diyor ve O’ndan gelen her şeye minnet ve şükranlarımızı takdim ediyoruz.
اَلْحَمْدُ kudsi cümlesi, imân adına inanacağımız bütün esas ve rükünleri ihtiva eder. Şimdi de bu hususu izâh etmeye çalışalım: Hamd, Cenâb-ı Hakk’ın eserlerini görüp O’nu alkışlama, Kemâl’i karşısında hayret ve hayranlık secdesine kapanma, Cemâl’i karşısında muhabbetten coşup taşma ve İhsan’ı karşısında yüzü yerlere sürme demektir. Lâfz-ı Celâle’nin kelime ve lügât yönüyle ma’nâsını arzederken temas etmemize rağmen, kısaca bu hususu bir kere daha hatırlatmamız faydalı olacaktır.

اَللهُ kelimesinin altında “Ma’bûd”, her şeyin kendisine inkıyat ettiği, ‘münkâdun ileyh’, sığınılan, kendisine dayanılıp iltica edilen, azâmeti karşısında hayranlık ve şaşkınlık duyulan ve kendisine itimât edilip güvenilen ma’nâları vardır. Demek oluyor ki “Elhamdülillah” denildiğinde, kendisine dayanılan, hayrette kalındığı zaman kendisine iltica edilen ve muhtaç olunduğu zaman kendisine el açılan ve sadece kendisine ibâdet edilen bir Ma’bûd ma’nâsı kasdedildiği gibi, O’nun dışındakileri Ma’bûdiyet’ten azletme ma’nâsı da kasdedilmektedir. Yine “Elhamdülillah” denildiğinde Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz tasarrufu, kemâlde güzelliği karşısında bir hayret ve şaşkınlık ve bundan ötürü bir secde; Cemâl’i karşısında mest ve sermest kendinden geçme ve kendini boynu tasmalı, ayağı prangalı bir köle ve kul görme ma’nâsı da düşünülmektedir. Hamd ve Lâfz-ı Celâle’nin baktığı bu büyük ma’nânın tercümanı ise لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللهُ (Lâ ilâhe illallah)’tır. Bütün kevnî hakikatler لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللهُ da mündemiçtir. Bu kudsî cümleyle mü’min kâfirden, müslim mülhidden, Allah’a tam teslim olmuş kişi zındıktan, muhlis münâfıktan ayrılır. Âdetâ لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللهُ bir alâmet ve bir nişandır. Onunla bir zümre diğer zümreden farkedilir.
Şu kadar var ki, bu kudsî kelimeyi sadece dilimizle söylemekle bu mazhâriyete eremez ve varmamız gereken ufka varamayız. Zaten bu kelime gönülde iz’ân, benlikte kabullenme şeklinde kendini gösterir ve insan hissiyatında hâkimiyetini kurarsa ona ‘imân’ denir. Yoksa üşüyen bir insanın “ateş, ateş” demekle ısınamayacağı ve zehir içen bir insanın “zehirlenmeyeceğim, zehirlenmeyeceğim” demek suretiyle zehirin tesirinden kurtulamayacağı gibi, söylenen sözler de çok defa kendini imân ve iz’ân halinde gösteremez. İnsan en az zehirin öldürücü, ateşin yakıcı olduğuna inandığı kadar لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللهُ derken ibadete layık yegâne Zât’ın yalnız ve yalnız Allah olduğuna inanmalıdır ki buna “imân” densin. Evet insan sadece O’nu görmeli, O’nu bilmeli ve O’nu tanımalıdır. Ve yine kulluğu da sadece O’na takdim etmelidir. İşte o zaman dilindeki لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللهُ gönlündekiyle birleşir ve hakkıyla mü’min olur. Bu şekilde olmayan imân, imân değildir. Hayır hayır.. ateşin yakıcılığına ve zehrin öldürücü olduğuna inanıldığı kadar Allah’a inanılmıyorsa, bu imân olmaz, buna imân denemez.
Burada şu mühim hususu da arzedelim: Ateşin yakması ve zehirin öldürmesi, bunların kendi özelliklerinden değildir. Ateşte yakıcılık, zehirde öldürücülük birer kanundur ve bu kanunları yaratan da Allah’tır. Onun içindir ki bir insan “ateş bizâtihi yakar” veya “zehir bizâtihi öldürür” dese, Allah korusun, ehl-i dalâlet olur ve Ehl-i Sünnet’ten ayrılır. Ateş, ancak Allah’ın dilemesiyle yakabilir. Nitekim Hz. İbrahim’i yakamamıştı. Zehir ancak Allah’ın dilemesiyle öldürebilir. Nitekim Bişr (ra)’i öldürdüğü halde Resûlullah’ı öldürememişti. Bu hâdiseler gösteriyor ki fiilleri yaratan ancak ve ancak Allah’tır. Allah’a inanan her insan, bunu bu şekilde kabul etme mecburiyetindedir. Maddesiyle dünyaya bağlı olan insan, ancak böyle bir imânla semâya doğru merdiven merdiven yükselir. Devamlı onu ma’bede doğru sevkeden gizli bir kuvvet vardır ve o, ibadet edemediği an ve zamanlarda tarifi mümkün olmayan bir vicdan azabıyla karşı karşıyadır. Sanki onu yüceliklere ve yüce ufuklara doğru sevk eden itici ve çekici bir kuvvet var da o, onlarla ufuk ufuk huzur aramaktadır.
İmanı sayesinde insan, bir itici ve çekici kuvvete, irade ve aklını teslim eder. Ve bu teslimiyet de onu, cennete ve Cemâl-i Bâki’yi götürür. Artık o, bu sayede mutmain bir insandır. İman, onun kalbinde yakîn hasıl etmiştir. Ve gönül dünyası, cennete açık ve Cemâlullah’a parlak bir âyine olduğu gibi, onun hanesi ve kendisi gibilerin meydana getirdiği ve getireceği cemiyet de burcu burcu lâhut âlemine ait kokuları neşredecektir.


1 Müslim, Zühd, 69, 69; Ebu Dâvud, Edeb, 9
2 Ebu Dâvud, Edeb, 11 - Tirmizi, Bir, 35 -Müsned, II, 257, 295, 303, 388, 461, 492, III, 32, 74, IV, 278, 375, V, 211, 212
3 Buhâri, Ezân, 8 - Kur’ân, 17-81 - Tirmizi, Salât, 43.
4 İbn Mâce, Edeb, 55
5 Müslim, Tahare, 1. Tirmizi, Daavât, 85, 86.
6 Buhâri, Kusuf, 2; Tefsir, Maide, 12; Rikâk, 27; Müslim, Salât, 112; Fedâ il, 134.
7 Tirmizi, Zühd, 9; İbn Mâce, Zühd, 19.

***********Hikmet Işık ***********

1 yorum:

  1. Harikulade. Tüm ümmet hatta tüm insanlığın okuyup-idrak ederek gerçek insaniyete yükselmesine medar olur inşallah.

    YanıtlaSil