SELAMUN ALEYKÜM
İnşaallah istifadeye medar olur!!!!!!
30 Temmuz 2010 Cuma
Biyolojik Olayların Işığında YARATILIŞ ve EVRİM GÖRÜŞLERİNİN UZLAŞMA ve AYRILMA ÇİZGİSİ
Evrim Teorilerinin belki de en şanslı yönleri, uzun zamanlar boyunca karşılarına bilim çevrelerince tutarlı sayılan değişik görüşlerle, biyolojik hadiselerin izahını yapabilecek mantıklı hükümlerin çıkmamış olmasıdır. Bunda 19. yüzyılın materyalist zihniyetinin bilim çevrelerine olan hâkimiyetinin ve az bilgi ile çok yorum yapma hevesinin son derece tesirli olduğu muhakkaktır.
Evrim görüşü değişik yönleri ile ortaya atıldıktan sonra ilk ve en şiddetli reaksiyon Hıristiyan âleminden gelmiştir.
Bilhassa insanın orijini konusunda dini kaynaklarda bulunan detaylı bilgiler, ayrıca insanın kendi orijini konusundaki hissi ve taraflı davranma eğilimi, evrim teorilerinin sadece insanın maymun veya herhangi bir hayvandan geldiğini iddia eden teoriler halinde ele alınmasına sebep olmuştur. Bunun tabii bir neticesi olarak da tenkitler ve itirazlar bu mevzu üzerinde yoğunlaşmıştır.
Fakat dini camiadan gelen bu tepkiler, ilk planda Hıristiyanlığın varlık ve yaratılış mevzuundaki kaynaklarına dayandığından ve bu bilgilerin de semavi sağlamlıkları ekseriyetle şüpheli olduğundan dolayı zayıf bir reaksiyondan ileri gidememiş ve bilim çevrelerinde fazla iltifat görmemiştir.
Mesela, ilk canlıların meydana gelişi, sadece binler seviyesinde senelerle gösterilen dünyanın yaşı, bu mevzuda ifade edilen kesin rakamlar, tufan hadisesinin yorumlanma şekilleri gibi konular, tartışmanın en sıcak noktaları olduğu halde, ne yazık ki özellikle Hıristiyan kaynaklarda tahriften dolayı, doğruluğu şüpheli olan bilgilerle savunulmağa çalışılmıştır.
Sağlam ve bilimin tesbitlerine uygun diğer bir alternatif görüşün, ortaya konulamamasından dolayı, evrim teorilerine karşı ancak reaksiyoner bir duruma düşülmüş ve sadece evrim teorilerinin kendilerini isbat için buldukları ve ortaya sürdükleri deliller çürütülmeğe çalışılmıştır. Bunların yerine geçecek ve cevap bekleyen sorulara tam ve ikna edici, aynı zamanda dini kaynaklara da uygun ve bilimin tesbitlerini kullanan bir görüş ileri sürülmemiştir.
Üstelik mücadelenin şekli ideolojik bir şekle dönüşerek materyalist felsefe ile ilahiyatçı felsefenin çatışması şekline dönüşmüştür. Zihinler ise böyle bir münakaşaya çoktan hazır olduğundan dolayı, aslında insafla, ilmi bir tarafsızlıkla, sağlam delillerin ışığı altında, ilmin metotlarına sadık kalınarak incelenmesi gereken mevzular, tarafların bu tutumu sonucu tamamen saptırılmıştır. Hatta bu mevzuda bilim adına, bizzat evrimci bilim adamları tarafından sahtekârlık yapılmıştır: Piltdown Neanderthal adam ve Archaeopteryx sahtekârlıkları bunun birkaç misalidir.
Yirminci yüzyılın başından itibaren sür'atle gelişen bilim ve teknik, bilhassa genetik, paleontoloji, embriyoloji, karşılaştırmalı anatomi ve morfoloji, sistematik zooloji, moleküler biyoloji ve istatistik dallarında, tartışması yapılan hususlarda yeni ve sağlam bilgiler vererek mecrasından çıkmış mevzuyu yeniden bilim platformuna çekmeye çalışmış ve tarafları da daha ihtiyatlı ve insaflı olmağa mecbur etmiştir. Günümüzde değişik şekilleri ile evrim görüşü ve bunun karşısında da yaratılış görüşü bulunmaktadır. Tartışılan ve cevap aranan sorular ise şunlardır:
1. Yeryüzünde hayat nasıl başlamıştır? Diğer bir deyişle anorganik formdan organik forma dönüşme nasıl olmuştur?
2. Türler nasıl meydana gelmiştir? Yeryüzündeki tür zenginliği nasıl izah edilecektir?
3. Değişme var mıdır? Varsa yeni türlerin meydana gelişindeki rolü nedir?
Evrim görüşlerinin bu sorular hakkında uzun zamanların birikimi sonucu oldukça belirgin denilebilecek bir muhtevalarının olmasına karşı, yaratılış hakikatine ait ilahi hakikatler ise maalesef yeterince duyurulamamıştır. Bunda değişik dinlerin ve mensuplarının mevzu hakkında farklı görüşlere, bazen de belirsiz fikirlere sahip olmalarının büyük payı vardır.
Her ne kadar bu mevzuda laboratuvarlarda pek çok çalışma yapılmışsa da laboratuvarda ispatlanamayacağı anlaşılmıştır.
Genetik, Paleontoloji, Embriyoloji, İstatistik gibi bilim dallarının ortaya koyduğu yeni bilgilerin ışığında bu sorulara verilmeye çalışılan cevaplar, devamlı olarak değişmektedir ve zaman geçtikçe yaratılış gerçeğine daha çok yakınlaşılmaktadır.
Müsbet yönde ve sevindirici olan bu gelişmede, bilgi birikiminin yanında, mevzuya eğilen bilim adamlarının ve uzmanların, ideolojik saplantılardan, peşin hükümlerden ve acele yorum yapma heveslerinden nisbeten veya tamamen kurtulmalarının da büyük rolü vardır.
Ayrıca yaratılış görüşü, sadece din adamlarının savunduğu, dolayısıyla fen bilimlerinden yararlanmanın çok sınırlı olduğu bir model olmaktan çıkıp, bu görüşlerin, bilhassa biyoloji dallarında otorite olan bilim adamları tarafından savunular hale gelmesi, konunun belli çevrelerin tekelinden kurtularak daha şumullü ve seviyeli bir şekilde tartışılmasını sonuç vermiştir.
Ancak yaratılış görüşünün takdim edilişinde, sınırlarının tesbitinde, detaylarının izahında, biyolojik olayların ve özellikle varyasyonun yani değişimin yorumlanmasında, üzerinde birleşilmiş ve herkesin aynı şekilde anladığı bir model yoktur.
Genellikle yaratılış görüşü spontan generasyona (kendi kendine meydana geliş) benzer anlamda kabul edilmeye çalışılmaktadır. Spontan generasyon veya abiyogenez (cansızlardan meydana gelme), canlıların ve özellikle çok kompleks yapıya sahip yüksek yapılı varlıkların, saatler veya günler gibi kısa zaman süreleri içerisinde bütün mükemmeliyetiyle ortaya çıkması hadisesine verilen isimdir.
Bilhassa Hıristiyan din adamları ve yaratılış görüşünü savunan Hıristiyan bilim adamları bu anlayıştadırlar. Değişme mekanizması, bilhassa tedrici değişme, bu anlayışta olan kimselerin kabul etmeye yanaşmadığı kavramlardır. Bunlara göre böyle bir kabul yaradılışa aykırıdır. Yaratıcı daima vasıtasız olarak ve kısa zamanlarda birden bire yaratmaktadır
Bunlara göre türler, birbirleri ile bağlantıları olmaksızın ani şekilde ortaya çıkmış ve yeryüzüne dağılmışlardır. Zamanı gelince, yeni yeni türler aynı şekilde hayat sahnesine atılmakta ve diğer türlere katılmaktadır. Hayat mücadelesi, var olan türler arasında cereyan etmekte ve yeni türlerin meydana gelmesinde herhangi bir rol oynamamaktadır. Halbuki evrim teorilerinde hayat mücadelesi ve bunun çalıştırdığı tabii seleksiyon, önemli bir temeldir ve yeni türlerin başlangıcı olmada esastır. Yaratılış görüşünde değişme, ancak var olan türlerin fertleri arasında ve sınırlı olarak gerçekleşen bir hadisedir. Yeni bir türün başlangıcı olabilecek değişmeden ister büyük sıçramalar, isterse küçük birikimler şeklinde olsun, bahsedilemez. Netice olarak bir türden yeni bir tür meydana gelemez.
Acaba yaratılış olarak kabul edilmesi gereken görüş bu mudur?
Yaratılış böyle mi kabul edilecektir?
Yaratılış, değişmeyi gerçekten kabul etmez mi?
Yaratılışın mahiyeti nedir? Nasıl gerçekleşmiştir? Devam etmekte midir? Ediyorsa nasıldır?
Bu sorulara cevap verme hakkı ve görevi öncelikle ve birinci olarak dinlere düşer. Zira, evrim teorilerine dinler karşı çıkmışlardır. Evrim teorilerinin izahına çalıştığı ana problemlerin, cevaplarının kendilerinde bulunduğunu ve bu izahlarında doğru ve haklı olduklarını söylemektedirler.
Ayrıca yaratma hadisesi tek bir Kudret, yani Allah tarafından gerçekleştirilen bir vaka'dır. Dolayısıyla yaratılış görüşüne dinlerin sahip çıkması son derece normaldir.
Dinler vahye ve hadislere dayanır. Bu iki kaynaktan elde edilen bilgiler, üzerlerine şüphe düşmedikçe, insanlar elinde değiştirilmedikçe, yaratılışın açıklanmasında başvurulacak asıl kaynaklardır. Yani yaratılış görüşü bu kaynaklara göre şekillenecektir. Sadece bu vasıftaki kaynakların verdiği bilgilerle evrim teorilerini karşılaştırabilir ve farklı yönlerini tesbit edebiliriz.
Acaba semavi dinlerin sağlam kaynaklarında yaratılış, yukarda ifade edildiği şekilde mi anlatılmaktadır?
Bilindiği gibi Hıristiyanlık ve Yahudilik, kaynak sağlamlığı açısından güvenilir olmaktan çok uzaktır. Bu kaynaklar, insanların elinde çok değiştirilmiş ve değişik yorumlarla orijinal durumlarını yitirmişlerdir. Sadece yaratılış mevzuunda değil, itikatla ilgili çok mühim hususlarda bile bu kaynaklar, sağlam bilgi vermekten çok uzaklaştırılmıştır. Dolayısıyla bu dinlerin yaratılış mevzuunda ortaya koyduğu hükümler ile evrim teorilerinin temelleri arasında herhangi bir çatışma olduğunda, bu çatışmanın teori-din çatışması şeklinde kabul edilmesi doğru olmaz. Çünkü teori ile, doğruluğu şüpheli bir bilgi karşılaştırılmaktadır. Bu durumda varılacak sonuç hiç bir değer ifade etmez.
Ancak şunun da altını çizerek söylemek gerekir ki; evrim teorilerinin uluhiyet fikrini yıkmağa ve inkar etmeğe, kâinatta tesirli tek gücün tesadüf ve şuursuz sebepler ve tabiat faktörleri olduğunu isbat etmeye çalışan kasıtlı ve artniyetli davranışlarına karşı, bu dinlerin samimi mensuplarının göstermiş olduktan hassasiyet, her türlü takdirin üstündedir ve haklılık kavramının sınırlarını çoktan aşmış yerinde bir davranıştır.
Evrim teorileri, yukarda maddeler halinde verilen sorulara, sadece bilim adına ve tarafsızlık prensibini esas alarak artniyet olmaksızın cevap vermeye çalıştıkları sürece bir değer ifade edebilirler. Aksi takdirde, eğer bir ideolojinin hizmetine girmiş ve onun basit bir hizmetkârı durumuna düşmüşlerse mevzu bahis bile edilmemeleri gerekir.
Kaynak sağlamlığı bakımından İslam dini diğer dinlerle mukayese bile edilemez. Bu dinin kaynakları çok titizlikle ve fevkalade bir hassasiyetle korunarak zamanımıza kadar gelmiştir. O halde yaratılış mevzuunda İslam dinindeki kaynaklara baktığımızda, meseleye çok daha gerçekçi, şüphelerden uzak ve tereddütlere yer vermeyen izah şekillerini bulacağımızı görürüz.
Yaratılış mevzuunda tek ve sağlam kaynak olarak İslam dininin temelleri olan ayet ve hadisler ve bunlardan çıkarılan genel prensipler kabul edilmelidir.
Ayet ve hadisler incelendiğinde yaratılışı açıklayan çok zengin bir muhteva ile karşılaşmaktayız. Ancak bu ayetlerde, yaratma hadisesinin nasıl cereyan ettiği, hangi safhalardan geçtiği veya geçmediği, mahiyetinin ne olduğu, mevzuunda birkaç ayet dışında detaya inilmediğini ve ancak genel ifadelerle yetinildiğini görmekteyiz.
İncelenen ayetlerden ise yaratılışta bir tedriciliğin yani zamana bağlı olarak yavaş bir yaratılmanın gerçekleştiğini anlamaktayız. Bilhassa insanın yaratılışı ile alakalı ayetlere müracaat edildiğinde çok daha teferruatlı bir izahın olduğu görülmektedir.
Yaratılışla ilgili ayetlerin bazıları şunlardır:
- O (Allah) ki gökleri ve yeri altı günde yarattı (Hud/7).
- Şüphesiz Rabbiniz O Allah’tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı (Araf/54).
- O (Allah)'dır gökleri, yeri ve aralarında olanları altı günde yarattı (Furkan/59).
- Gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur. (Yunus/3).
- De ki "siz mi arzı iki günde yaratanı tanımıyor ve O'na eşler koşuyorsunuz. İşte âlemlerin Rabbi O'dur (Fussilet/9).
- Ona üstünden ağır baskılar (sağlam dağlar) yaptı. Onda bereketler yarattı ve Onda arayıp soranlar için gıdalarını (bitkilerini ve ağaçlarını) tam dört günde takdir etti (düzene koydu) (Fussilet/10).
- O ki yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı, sonra göğe yöneldi, onları yedi gök olarak düzenledi. O her şeyi bilir (Bakara/29).
- Gece gündüzü, güneşi ayı yaratan O'dur (Enbiya/33).
- O'dur ki her şeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmağa çamurdan başladı (Secde/7).
- Sonra onun neslini bir özden, hakir bir suyun özünden yaptı (Secde/8).
- Sonra onu düzeltti, ona kendi ruhundan üfledi ve sizin İçin kulaklar, gözler, gönüller yarattı (Secde/9).
- Sizi yarattık sonra size şekil verdik (Araf/1l).
- Andolsun ki biz insanı pişmemiş çamurdan, değişmiş cıvık balçıktan yarattık (Hıcr/24).
- O'dur ki (önce) sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra kan pıhtısından yarattı. Sonra sizi çocuk olarak (annelerinizin karnından) çıkarıyor.. (Mü'min/67).
- Oysa O sizi merhaleler halinde yarattı (Nuh/14).
- Allah sizi yerden bir bitki olarak bitirdi (Nuh/17).
- İnsanın üzerinden henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun süre geçmedi mi (Yani İnsan üzerinden öyle uzun süreler geçti ki, henüz kendisi anılan bir şey değildir. Topraktan süzüle süzüle çeşitli merhalelerden geçerek uzun zamanı aşarak nihayet nutfe haline geldi (İnsan/l).
- Doğrusu biz insanı, halden hale geçirdiğimiz karışık bir nutfeden yarattık da onu işitici, görücü kıldık (İnsan/2).
Bu ayetlerden yaratılış hakkında çıkaracağımız birinci ve en mühim netice, eşyanın ve varlıkların tek bir kudret, irade ve ilim sahibi Zat tarafından ortaya konulmuş ve konulmakta olduğudur.
Gözümüzün önünde cereyan eden ve meydana gelişi herhangi bir bilim adamı tarafından sebep-netice münasebetlerine göre kolayca izah edilebilen hadiseler, Kur'ân'da yaratılma olarak zikredilmektedir. Mesela, insanın ana rahminde tek bir hücreden mükemmel bir varlık haline gelinceye kadar geçen safhaların, yani embriyogenez, histogenez ve organogenez vakalarının en azından bir kısmı sebep-netice münasebetleri içerisinde günümüzde izah edilmektedir. Ancak bütün bu hadiseler Kur'ân'da yaratma olarak değerlendirilmiştir. Bu nokta yaratılışın anlaşılmasında çok ehemmiyeti olan, üzerinde ısrarla durulması gereken bir husustur.
Kur'ân'da yukarıda zikredilenlerden başka teferruata lüzum görülmemiştir. Ve bundan sonrası bu ayetler ışığında araştırıcılara kalmaktadır. Bu durumda genel prensiplerin ışığında yorum yapmak gereği ortaya çıkmaktadır.
Yaratma hadisesi nasıl gerçekleşmiş ve her an gerçekleşmeye devam etmektedir? Yaratma birden bire mi olmaktadır yoksa belli bir zaman içerisinde tedricen mi olmaktadır? Yoksa her iki alternatif birlikte mi geçerlidir?
Diğer bir mühim husus, yaratmada, yaratıcının kudret, ilim ve iradesi, varlıklarla doğrudan münasebet içerisinde midir? Yani Allah'ın tasarrufu açıkça görülmekte midir, yoksa bazı sebep ve kanunlar, yaratılışta kudrete perdelik mi etmektedir?
İslam inancında üzerinde titizlikle durulan ve akidenin çok mühim bir temelini teşkil eden tevhid, Allah'ın varlıkları yaratmasında ve onlardaki tasarrufunda hiçbir şeyin gerçekte tesirli olmasına ve tasarrufa müdahalesine izin vermez. Hatta serbest insan iradesinin, insanın davranışlarının meydana gelişindeki payının sınırını tesbitte, İslam itikat âlimleri görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bu mevzu, akidenin altı ana prensibinden biri olan kader inancının en ince ve hassas bir noktası olmuştur. Gösterilen bütün titizlik, Allah'a, tasarrufunda ve yaratıcılığında hiçbir şeyi ortak koşmama gayretinden kaynaklanmaktadır.
İlmin bize gösterdiği ve eşyanın varlığının ve işleyişinin izahında önemli gibi görülen sebepler ve kanunlar, sadece kudretin tasarrufunu gözlerden gizlemeye memur birer perdedirler. Bu gizlenme gereklidir ve olmalıdır. Zira, eşyanın yaratılışını ve değiştiğini gören şuur sahibi varlıklar, yani insanlar, hadisenin tefsirini yaparken serbest iradelerini kullanmada tesir altında kalmamalıdırlar. Aksi takdirde en mühim bir gaye gerçekleşmez. Bu gaye, insanın devamlı olarak bir imtihan atmosferinde tutulması ve kendisine verilen kabiliyetlerle kendi başına, doğruyu bulmasıdır.
Eğer her şeyde kudretin tasarrufu çok açık şekilde, hiçbir gizlenmeye gerek duyulmaksızın, herkesin görüp anlayacağı bir tarzda açık olarak ortaya konmuş olsaydı, insan iradesi yönlendirilmiş olacak ve "gayba iman" temeline dayalı imtihan hikmeti kaybolacaktı. Bunun sonucu olarak da insan, her şeyi açıkça gördüğü ve idrâk ettiği için ister istemez Allah'a ve O'nun kudretine inanmış olacaktı.
Halbuki durum böyle değildir. Eşyanın yaratılışında ve ona yapılan tasarrufta katı bir determinizm kuralı çok az istisnaları ile hakimdir. Eşya, hayat ve varlıklar, ne kadar derinlemesine incelenirse incelensin daima bazı sebep ve kaidelerle karşılaşılmaktadır. Sebepsiz bir hadise yok gibidir.
İslam terminolojisine göre "Sünnetullah" veya “Adetullah" olarak adlandırılan ve "Şeriat-ı Fıtriye" olarak kabul edilen kanunlar ve prensipler manzumesi her şeye hâkim ve şamildir. Bütün varlıklar kanunlara bağlanmıştır. Bütün hareket ve davranışlar belli bir nizamı takip etmek zorundadırlar. Her sahada bir ilim dalının olmasının sebebi de budur. Bilim bu kanunların ve intizamın ifadesinden başka bir şey değildir.
Ancak sebep ve kanunlar, kesinlikle hakiki tesir sahibi değildirler. Onlar da Allah tarafından yaratılmışlardır. Ancak asıl tasarruf, Allah'ın kudret ve iradesindedir. Kanunlar çok fevkâlâde bir durum olmadıkça değişmez. Normalde olması gereken neyse o olur. Ateş yakar, su belli sıcaklıkta donar ve genişler.
Mucize denilen olaylar, şeriat-ı fıtriyede istisnalar olup bazı sebeplere ve hikmetlere binaen yaratılmışlardır. Bu hikmetlerden birisi, Adetullahın veya Sünnetullahın sabit olmayıp değişebileceğini ve determinizmin sadece imtihan gayesini gerçekleştirmek için var olduğunu, eşyanın yaratılışında gerçekte hiçbir payının olmadığını göstermektedir.
Mucizelerle şu mesaj verilmek istenmiştir:
"Eşyanın yaratılışında görülen tedriciyet ve sebep-netice münasebetine bakarak
aldanmayınız. Sebep ve kanunlara yaratılışta hakiki tesir vererek şirke düşmeyiniz. Asıl tasarruf sahibi Allah'tır. Allah isterse her şeyi bir anda herhangi bir sebebe ihtiyaç duymaksızın yoktan var edebilir, değiştirebilir veya yok edebilir. Ancak bunu her zaman yapmıyor."
Meselâ, Salih Peygambere verilen deve mucizesi buna güzel bir örnektir. Hiç yoktan, son derece anormal şartlarda, yani bir kayanın içerisinden, etiyle, kanıyla üstelik hamile olarak bir deve yaratılmış ve ortalığa salıverilmiştir. Ancak daha sonra mucize ürünü olarak, sebepsiz yaratılan ve Allah'ın kudretinin ölçüsünü göstermede bir örnek olarak insanlara takdim edilen bu varlık, hayatın normal seyrine bırakılmış ve hatta inançsızlar tarafından boğazlanmasına müsaade edilmiştir. Yani mucizeyle imtihan perdesi hafifçe aralanmış fakat sonradan hemen geri kapatılmıştır.
Şunu da söylemek gerekir ki kâinatta sebep-netice münasebeti içinde ve her türlü
hadisede tasarrufun gözden gizlenmesi prensiplerine dayalı bir sistemin kurulması ve çalıştırılması; sebepsiz ve doğrudan tasarruf esasına dayalı bir nizamı kurup çalıştırmaktan çok daha güç ve sanatkârane, incelikli bir iştir. Bu ise kudrete herhangi bir noksanlık getirmek yerine bilakis O'nun haşmetini ve mükemmeliyetini gösterir.
Yaratılışı, ilk yaratılış ve sonradan yaratılış olarak ikiye ayırmak mümkündür. Ancak bu ayırım birçok bakımdan karışıklığa ve yanlış düşüncelere sebep olmaktadır. Bunun yerine "yaratılış başlamıştır ve devam etmektedir" şeklinde düşünmek daha gerçekçi olacaktır. Zira İslam itikadına göre Allah her an tasarruf etmektedir. Eşya ilk başta yaratılarak bazı sebeplerin ve kanunların eline teslim edilmemiştir. Kâinat otomatik işleyen ve mühendisinin müdahale etmediği bir makina, bir fabrika değildir.
Netice olarak ilk yaratılışı ve yaratılışın devam ettiğini, daha doğrusu varlık âleminde her şeyin, her hareketin, her oluşumun, her an Allah'ın yaratmasında ve kontrolünde olduğunu ve ancak O'nun dilemesi ile davrandığını, yaratılışın bir temeli olarak kabul etmeliyiz.
Yukarda sayılan kâinat ve insanın yaratılışı ile ilgili ayetler, yaratılışta tedriciyet prensibinin işlediğini göstermektedir. Birden bire yaratılış üzerinde fazla durulmasına gerek yoktur. Zira bu prensip yaratılış inancının zaten kendi tabii malıdır. Üzerinde durulan ve izah edilmeye çalışılan husus, varlıkların tedrici olarak meydana gelmelerinin yaratılış inancı ile bağdaşabilir olması ve evrim görüşlerinin elinde gibi görülen bu silahın, yaratılış hakikatinde de kullanılabilir olduğunu göstermektedir.
Yine ayetlere dönersek, ayetlerde "gün" olarak tabir edilen ve otorite müfessirlerin binlerce yılları kapsayan periyotlar olarak tefsir ettikleri zaman dilimleri, yaratılışta tedriciyetin olduğunu açıkça göstermektedir. Hatta insanın yaratılışı da tedricen olmuştur.
Dünyanın yaratılışında, önce yer küresi iki periyotta coğrafyası ile yaratılmış ve bunu takiben de dört periyotta bitki ve hayvanlar yaratılmıştır.
Buraya kadar söylediklerimizden şu neticeleri çıkarabiliriz:
1. Yaratılışta tedriciyet vardır. Yani yaratılış, zamana bağlı olarak yavaş yavaş gerçekleşmektedir.
2. Yaratılışta İlahi kudret, ilim ve irade asıldır. Ancak bunların tasarrufu perdelenmiştir. Sebepler ve tabiat kanunları denilen faktörler iş yapıyormuş gibi görünmektedir.
3. Yaratılış kesintisizdir ve devam etmektedir.
Bu bilgiler ışığında yaratılış akidesinin boyutlarını tesbit etmiş ve sınırlarını belirlemiş bulunmaktayız.
Bu temellere dayalı bir inancı, evrim görüşleri, bilhassa Darwinizmden alınmış görüşlerle karşılaştırmak, uzlaşan ve çatışan noktaları tesbit etmek suretiyle, yüzyılı aşan zamandan beri süren kavgaya belki yeni bir bakış getirmiş oluruz.
Aslında bu görüşlerin temelleri göz önüne alındığında kavganın tarihi, insanlık tarihi kadar eskiye gitmektedir. Dolayısıyla bitmesini beklemek çok iyimserlik olur. Zira ulûhiyet fikri ile ateist ve materyalist fikri barıştırmak mümkün değildir. Bu fikirler insanın kendisini yeryüzünde şuurlu bir varlık olarak hissetmesinden bu yana iki ezeli düşman şeklinde çatışarak gelmişlerdir. Günümüzde değişen, sadece kavgada kullanılan silahlar ve metotlardır.
Yalnız başına bilim, kavganın dışındadır. Ancak ürettiği bilgiler ve veriler, evrimcilerce istismar edilmektedir.
Bütün evrim teorilerinde temel görüş, hayvan olsun, bitki olsun, bütün organizmaların tesadüflerin ortaya çıkardığı değişmelerle birbirlerinden oluştuğu ve bunların bir kaynağa irca edilmelerinin mümkün olduğu fikridir.
Bir canlı grubunun bazı fertlerinde meydana gelen rastgele bir değişiklik neticesi, bu fertler, diğerlerine göre yaşadığı çevrenin şartlarına karşı bazı avantajlar kazanabilirler. Diğer fertler bu üstün vasıflı fertlerle rekabet edemedikleri için hayat mücadelesinde ortadan kalkmağa mahkûmdurlar. Galiplerin ise nesilleri çoğalır ve o çevreye hâkim olurlar.
Görüldüğü gibi, evrim teorileri hayatı "tesadüflere" ve "mücadeleye" indirgemede hem fikirdirler. Bu görüşlere göre "hayat bir mücadeledir" ve yeryüzünde bir mükemmellik aramak beyhudedir. Tesadüflerin ortaya çıkardığı değişimler, hayat çarkını çevirmektedir. Daha kısa bir ifade ile hayat tesadüflerin eseridir.
Bilhassa materyalist görüşün hâkim olduğu felsefe ekollerinin, evrim teorilerine neden bu kadar iltifat ettiklerinin ve dinlerle bu teorilerin çatışmaya girdiğinin esas sebebi bu temelde yatmaktadır.
Sebebi hesaba katılmaksızın, varyasyon yani değişiklik, biyoloji ile meşgul olan veya olmayan herkesin tabiatta müşahede ettiği bir vak'adır. Yeryüzünün tür kompozisyonu devamlı değişmiştir ve değişmektedir. Yeni meydana gelen fertler daima farklı hususiyet ve karakterlere sahiptirler. Yaratılış inancı bu durumu inkar etmemelidir ve değişmeyi kabul etmelidir. Değişme kâinatta İlahi bir maksat olarak gerçekleşmektedir. Değişme istenmemiş olsaydı hayat tek bir model halinde devam eder ölüm olmazdı.
Hayat, değişmeyi netice verecek şekilde programlanmıştır. Hemen bütün canlılar eşeyli ürerler. Bu üreme tarzı eşeysiz üremeye göre zahmetli ve çok dolambaçlı bir yoldur. Ancak bu yolun sonunda değişme ve yeni karakterlerin meydana gelmesi gerçekleşmektedir. Sadece değişmenin meydana gelmesi için böyle bir yol seçilmiştir.
En küçük hücre ve canlı formları olan bakterilerde bile değişmeyi yani yeni karakterlerin ortaya çıkışını netice veren mekanizmalar yerleştirilmiş ve bakteriler eşeyli üremeye teşvik edilmiştir.
Canlıların çoğalmasında ve fertlerinin sayısını arttırmada en basit ve kısa yol eşeysiz üremedir. Ancak bunun sonunda meydana gelen fertler tıpkı bir fotokopi makinasından çıkmışçasına birbirlerinin aynı olurlar. Fakat bu yol tercih edilmemiştir. Ancak çok acil ve nesli tehdit eden durumlarda bu yola başvurulmaktadır.
Biyolojik âlemde esas olan, iki ayrı ferdin hususi bazı davranışlarla belli bazı hücrelerinin birleşmesi ve bu hücrelerde şifrelenmiş karakterlerin yeniden harmanlanması neticesinde yeni, fakat değişik karakterlere sahip bir ferdin yaratılmasıdır.
Canlıların bu gayeyi gerçekleştirebilmesi için çeşitli genetik ve moleküler seviyede mekanizmalar ihsan edilmiştir. Bakterilerde plazmitler, cinsiyet hücrelerinde görülen krossingover, homolog kromozomların cinsiyet hücrelerine dağılımındaki serbestiyet, mutasyonlar, bunların en bariz ve umumi olanlarıdır.
Netice olarak değişim ve yeni karakterlerin ortaya çıkışı, yaratıcının tabiatta takip ettiği ve gerçekleşmesini irade ettiği bir gayedir. O halde yaratılış modelini savunanlar değişmeyi inkar etmezler.
Değişmenin sebebine gelince, evrim teorileri ile yaratılış inancı bu konuda tamamen ayrılmaktadır. Yukarıda da işaret edildiği gibi, evrim teorilerine göre değişme, tamamen tesadüflerin neticesinde meydana gelen bir hadisedir. Hiç bir iradenin bu işe müdahalesi söz konusu değildir. Yaratılış inancında ise değişme tamamen Allah'ın iradesi ile, şuurlu olarak ve bir hedefe yöneltilmiş şekilde gerçekleşmektedir.
Değişmenin sınırlarının yeni bir türü meydana getirecek veya getirmeyecek şekilde oluşu mühim değildir. Mademki Allah tarafından gerçekleştirilmektedir. Mademki bir hedefe yöneliktir. Değişmenin yeni bir türü meydana getirecek kadar büyük olması veya olmamasının yaratılış görüşünde hiçbir değere sahip olmaması gerekir. Yani Allah yoktan var ettiği gibi, bir türden yeni bir türü değiştirmek yolu ile de yaratabilir. Hem tür denilince neyin anlaşılması gerektiği münakaşalı bir husustur. Türü tarif etmek o kadar kolay değildir. Biyologlar bu mevzuda tam mânâsı ile anlaşmış değillerdir. Türlerin meydana gelişi ve tür mefhumu hakkında birbirinden tamamen ayrı en az beş ayrı görüş vardır. Bu görüşlerin de hatırı sayılır sayıda ve değerde savunucuları vardır.
Bazı kimseler değişimin büyük çapta olabileceğini ve dolayısıyla yeni bir türü meydana getirebileceğini kabul etmekten çekinmekte ve korkmaktadırlar. Türlerin birbirlerinden oluşabileceğini ifade eden bir fikirle karşılaştıklarında hemen tepki göstermektedirler. Bunlara göre evrim görüşü sadece bundan ibarettir ve bu kabul edilirse evrim görüşü de kabul edilmiş olmaktadır. Ancak yaratılma hadisesinin tek bir kudret ve ilim sahibi zat tarafından her zaman gerçekleşen bir vaka olduğu kabul edildikten sonra bu mevzu üzerinde fazla durulmasının mânâsı yoktur.
Diğer bir nokta ise, evrim teorilerinin de türlerin birbirlerinden meydana geldiğini isbat edememiş olmasıdır. Paleontolojinin elde ettiği fosil delilleri, bu görüşün tamamen aksini gösterecek şekildedir. Gün geçtikçe bulunan yeni fosiller, durumu evrim teorilerinin aleyhine çevirmede adeta yarış etmektedir.
Bütün bunlar göz önüne alındığında, meseleyi bilinmezlerin tartışıldığı ve karşılaştırıldığı bir kör döğüşü haline dönüştürmenin gereği yoktur. Bunun yerine, tarafların görüşlerinin temellerini oluşturan fikirleri tartışmak ve karşılıklı kesin tavırlar almak daha verimli olacaktır.
Evrim teorileri hiçbir zaman sadece "türler birbirlerinden oluşmuş mudur, oluşmamış mıdır" şeklindeki bir tartışmadan ibaret değildir. Fakat yaratılış inancını savunanlar, "böyle bir fikri kabul edersek insanın da başka bir canlıdan meydana geldiğini kabul etmek durumunda kalırız" endişesini taşıdıklarından dolayı, türden türe değişim fikrini hemen ilk planda reddetmeyi tercih etmektedirler. Halbuki insan, diğer canlılardan farklı hususi bir varlıktır. İnsanın yaratılışı dini kaynaklarda bilhassa Kur'ân'da oldukça teferruatlı olarak anlatılmıştır. Yine bu kaynaklara göre insanın orijini toprak ve çamurdur. Başka bir âlemde yaratılarak dünyaya gönderilmiş olması da kuvvetle muhtemeldir.
Ayrıca insanın orijini meselesi evrim teorilerinde en fazla spekülasyonu yapılan ve gittikçe çıkmaza giren bir mevzudur. Artık en fanatik evrimciler bile insanın menşei hususunda ihtiyatla konuşmaktadırlar. Bu sorunun cevabı evrim görüşlerinde ancak tali derecede bir ehemmiyet taşır. Genelde belli ideolojilerin hizmetinde olan bu teorilerin esas gayesi, ulûhiyet fikrini inkâr etmektir.
*Doç.Dr.İsmet Hasenekoğlu **
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder