SELAMUN ALEYKÜM

İnşaallah istifadeye medar olur!!!!!!

30 Temmuz 2010 Cuma

MODERN BATI ANLAYIŞINDA VE GERÇEK MANADA DİN


İnsanın hayatını tanzim etmek üzere gönderilmiş olması keyfiyetiyle din, herkesi meşgul etmiştir. Bir yönü itibarıyla beşeri alâkadar ettiği için dinin ne olduğu hakkında değişik tarifler yapılagelmiştir. Ama yapılan bu tarifler ilâhî vahiy esintisinden uzak olduğu nisbette beşeri yönün ağır bastığı bir hüviyete bürünmüştür. Dolayısıyla din, beşerin sadece dünyevî hayatını tanzim için gönderilmiş bir şekilde tanıtılmıştır. Bu yönüyle de sadece zaman zaman, bunalıma girildiği ve strese düşüldüğünde hatırlanan bir keyfiyetde takdim edilmiştir.
Avrupalı dini tarif ederken, hep kavanoz dışından balın tadını anlatma garabeti içerisinde gözükmüştür. Bu yönüyle bir garabet devamlı irtikab edilegelmiştir. Halbuki mes'ele ilahi kaynaklı olduğu için bir de ona bakmak gerekirken, Avrupalının İslâmi olan her şeye sırt çevirmesi burada da kendini göstermiş, İslâm'ın bu konuda söyleyeceği şeyler daima ihmal edilmiştir. Esasında dinin tarifi veya kendisi ele alınırken, insanlığın başından beri ilk gönderilen din olarak İslâm düşünülerek meseleye yaklaşılmak, balığa denizi sorma veya balığı denizden ayrı düşünme gibi, din ve insan unsuruna veya insanın dine olan ihtiyacına göre ele alınması gerekirdi. Yapılacak tarifler de böylesi bir ayniyeti yansıtması iktiza ederdi.
Menşe' itibariyle Arapça olup, kelime olarak "baş eğmek' itaat etmek, hakkını almak, ödünç almak, borç etmek, âdet edinmek, baş eğdirmek, zorlamak, hesaba çekmek, idare etmek, ceza veya mükafat vermek, hizmet etmek ve borç vermek, gibi anlamlara gelir. Teknik ve terim anlamıyla Din, irade sahibi varlıkların mânevi, idari, sosyal, iktisadi ve hissi yönleriyle hayatlarının bütününü tanzim için bilerek ve isteyerek uydukları kaideler bütünüdür.
Din dahil, bütün kavramların insandan bağımsız ve insana bağlı olarak iki yönü olsa gerektir. İnsandan bağımsız yönüyle, Din'e, bizzat aslî muhtevası veya onu insan için vaz' eden otorite açısından yaklaşmak gerekir. Bu yaklaşımı daha sonraya bırakarak, önce Din'e önceliği insana vererek bakmak, (manmade dini tarif etmek) daha faydalı olacaktır.
İnsanı her şeyin üstünde gördüğümüzde Din'i insanın yarattığı faraziyesi ortaya çıkar. Bu faraziyenin kökleri, son bir kaç yüz yılın etkin paradigmalarını üreten Batı düşüncesinde yatmaktadır. Batı düşüncesinde Din denilince akla Hristiyanlık gelir. Kur'an'da ve İncillerde yer aldığı şekliyle ve tarihi bir realite olarak bir takım haramları netleştirmenin dışında Tevrat'ın yasalarını uygulamak ve bizzat kendi ifadesiyle "Şeriat'ı yıkmak değil, tamam etmek için" (Matta: 5/17) gelen Hz. İsa'dan sonra St. Paul (Pavlos) eliyle insanın maddi-dünyevi hayatını tanzim eden kaidelerinden mahrum bırakılan Hristiyanlık putperest Roma hukukuyla izdivaca girince daha çok bir "öte dünya" dini halini almış, bugünkü tabirle laikleşmiştir. Rönesans'la birlikte Hristiyanlığın "öte dünya"ya yönelik kaidelerine ve sevap—günah değerlendirmelerine başkaldırma şeklinde gelişen modern Batı düşüncesi insan-üstünü reddedip, önceliği ferde ve ferdî olana verince, Din de her ferdin zihin kalıpları arasına sıkışıp kalmıştır. Bu yüzden, Batı'da tek bir din tarifine rastlamak mümkün değildir.
"İlerlemecilik" ve "evrim" prensiplerine dayalı modern Batı düşüncesine göre, insanlık her gecen gün daha iyiye varan geri çevrilemez bir akışın içindedir. İptidai döneminde tabiat ve tabii hâdiseler karşısında çaresizliğini hisseden insan, bitmek tükenmek bilmez umut ve korkular içinde bir takım görünmez güçlerin var olduğu sonucuna varmış ve bunlara ibadete başlamıştır. Dinler tarihçisi Max Müller'e göre, ruhlar olarak idrak ettiği bu güçleri iptidai insanın maddileştirmesi sonucu tanrılar, (belki daha doğru bir deyişle "putlar") ortaya çıkmıştır. Müller teorisinin takipçilerinden Edvvard Taylor, insanlığın ilk dinine bu yüzden "Animizm" (Ruhlara Tapınma) adını verir. Durkheim'e göre, Din toplumsal bir süreçtir. Avustralya yerlilerinin totem hayvanlarına gruplarının birliğini temsil ettikleri için taptıklarını söyleyen bu sosyolog, toteme gösterilen bu saygının toplumun genel yapısına gösterilen saygı ve dolayısıyla dini tapmanın asıl nesnesinin toplumun kendisi olduğu neticesine varmıştır.
Freud'e göre, şahsiyetin teşekkülü merhalesinde Dinin oyalayıcı bir fonksiyonu vardır. Kişinin şahsiyet tekamülünde ilk safha, çocuğun anlamadığı bir âlemde kendisini tamamen güçsüz hissetmesidir. Bu güçsüzlüğün karşısında çocuğun isteklerini yerine getiren bir nevi "kadir-i mutlak" olan ana ve sonra baba gelir. Bilahare, inançları daha bir şekil kazandığı zaman ise kişi, çocukluğundaki durumu hatırlatan durumlara kendisini kolayca uydurur. Eskiden beri hasretini çektiği "kadir-i mutlak''ı başka bir şekil altında yeniden keşfetmeğe hazır ve isteklidir. Din, bu özlemi yerine getiren bir sistemdir. Kısaca, Freud ve onun asrımızdaki takipçisi Erich Fromm'a göre Din, kişinin kendisini gerçekleştirmesi süresince hissettiği güçsüzlüğünün güvene yönelen bir ürünüdür.
Karl Marx'ı en çok etkileyenlerden biri olan Feuerbacha göre ise Din, insanın kendi düşüncesinin insanüstü bir plâna aktarılışıdır. İnsanların ruhun ölmezliğine inanmaları ve İlahi bir adaletin tecellisine bağlanmaları bizzat insanların adalete susamışlıklarının mücerred bir düzleme aktarılmasıdır. "Öte dünya" insanî bir isteğin şekil değiştirmesinden ibarettir. Feuerbach, "Hristiyanlık artık yangın ve hayat sigortalarımızla, demiryollarımız ve buhar gemilerimizle, askeri ve sınai okullarımızla, tiyatrolarımız ve bilimsel müzelerimizle tam bir zıtlık halinde olan sabit bir fikirden başka bir şey değildir" der.
Feuerbach'ın çok fazla etkisinde kalan Marx'ın Din hakkındaki ifadeleri farklı değildir: "Din, baskı altındaki yaratıkların iç çekişmesi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz olayların ruhudur. Din, halkın afyonudur.''
Bütün bu, kısmen birbirinden farklı, nisbeten birbirine yakın bakış açıları içinde Batılı filozoflar ve sosyologların Din tarifleri de belli bir yakınlık arzetmektedir. Sözgelimi, Dini akıl noktasından inceleyen Hegel şöyle bir tarifte bulunur: "Her din, temelde Kâinatın belirli bir tarzda görülüşünden başka bir şey değildir." Hegel'in takipçilerinden İtalyan filozof Benedetto Croce ise Dini, "eksik bir felsefe" olarak tarif eder. Ona göre Din, ruhi hayatın sürekli ve mecburi bir şekli değil, belki geçici bir belirtisidir. Dini irade açısından tarif etmeğe çalışanlardan Kant, "Din, bütün görevlerimize İlahi buyruklar gibi bakmaktır" der. Din'e duygu açısından yaklaşan romantik teorisyenlerden Schleirmacher'e göre Din, "sonsuza karşı duyulan bir duygu ve heyecandan başka bir şey değildir." Bir ilahiyatçı olan Schleirmacher, "Dinin bir cismi, bir de ruhu vardır. Dinin cisminde kurumlar nasslar ve Din binasının içtimai çatısı bulunur. Devleti Dinle yönetme yanlıları, Din'in cismine ilişkin kurumları sürekli dünya islerini düzenleme ve halkı boyun eğmeğe yöneltmek için kullandıklarından, en büyük' önemi bu kısma vermişlerdir. Dinin ruhu ise, tabiat ötesi şeylerin, en yüksek değerlerin sezgi ile bilinmesidir" der. Muasır ilahiyatçılardan Ralph Otto ise Dini "huşu ile karışık korku, insanı hem titreten, hem de kendisine çeken esrarlı bir korku" olarak tarif eder. Batılı din tarifleri içinde en kusursuzu sayılan ve bir takım felsefe sözlüklerine Din kelimesinin tarifi olarak geçen bir diğer tarif ise Emile Boutroux'a aittir: "Din, bilimsel görüş yanında iman ve his görüşünün hakkını istemesinden ibarettir".
Verdiğimiz ve vermediğimiz tüm Batılı din tariflerindeki ortak noktalar söyle sıralanabilir:
a) Din, insanüstü bir Kudretin vaz' ettiği bir sistem, bir müessese değil, bizzat insan zihninin mahsulüdür.
b) İnsan, şahsiyetinin teşekkülü hengamında ve yeryüzündeki ictimai hayat sürecinin zayıf, aciz, korkak olduğu ve kendi üstünde bir güce dayanmak mecburiyeti hissettiği iptidai döneminde bir "tanrı"ya inanma ihtiyacı duyar.
c) Tabii ilimlerin ve teknolojinin insana tabiat üzerinde hakimiyet kazandırması ve tabii hâdiselere ilmî açıklamaların getirilebilir olmasıyla fonksiyonunu kaybetmeğe başlayan Din, insan hayatının belli bir safhasında artık ihtiyaç olmaktan çıkacaktır.
d) Her şeye rağmen, bazı insanlar gerek davranışlarına "ahlâkî" bir yön vermek, gerekse bir takım insanî hislerini tatmin etmek için hangi şekilde olursa olsun herhangi bir dine inanmaya devam edebilirler.
e) Din, his ve ahlâk alanından çıkıp, içtimai hayatı her yönüyle düzenlemeğe kalktığında, halkı insanüstü güç(ler) adına kullanıp istismar etme heveslisi "din adamları"nın sömürü aracı "olur ve buna izin verilmemelidir. Ondokuzuncu asır Fransız düşünürü Ferdinand Buisson'un ifadesiyle, "Laik okul Din'i mahvetmeyecektir."
Bilim ve teknolojinin katı doğmalarının "Din'in nassları" yerine yön verdiği modern Batı düşüncesinin saplandığı bu pozitivist din anlayışının geçersizliği ortadadır. Önceki asrın sonlarıyla bu asrın başlarında Avrupa'nın içinde bulunduğu içtimai, iktisadi, askeri, siyasi ve ilmi ortamı insanlığın ulaşacağı nihai seviye olarak gören bu pozitivist düşünce, "çağdaş uygarlık düzeyi" hedefine yönelmiş bir takım ülkeler dışında artık fazla itibar görmemektedir. Önceki asrın sonlarında ortaya çıkan Ekzistansiyalist endişe ve gerilimden de Önce, Din'i insanlık tarihinin belli bir merhalesine ait fonksiyonunu yitirmiş bir vakıa olarak gören Auguste Comte'un bile hayatının sonlarında kendi pozitivizmiyle çelişen bir insanlık dini peşinde koşması, pozitivist din anlayışının geçersizliğini ortaya koyan bir hâdisedir. Aynı şekilde, dün olduğu gibi bugün de insanların büyük çoğunluğunun en azından hayatlarının belli bir döneminden sonra Din'e yönelmeleri, devâsâ bir teknolojinin hakim olduğu Batılı ülkelerde her geçen gün "Şeytana tapma, soğana tapma.." gibi yeni yeni iptidai dinlerin ortaya çıkması, insanların akın akın telepati, ruh çağırma, büyü, falcılık ve kehanet gibi hurafelerde doyum araması ve bütün bunların yanısıra, insanlığın sigorta, sendika, güçlü yönetim, holding, ortak savunma ve iktisadi işbirliği paktlarında güven ve gelecek garantisi peşinde koşması: a) Din'in iptidai insanın zayıflığının bir mahsûlü olduğu; b) İptidai ve çok—tanrıcı dinlerin tarihin ilk dönemlerinde yaşamış "iptidai" insanlara ait olup, Din'in de temelden insanla birlikte tekamül geçirdiği; c) Din'in, yangın ve hayat sigortalarımızla, demiryollarınız ve buhar gemilerimizle, resim ve heykel galerilerimizle zıtlık içinde olup artık Din'e ihtiyaç kalmadığı iddialarını çürütmekte ve Batı'daki Dinler tarihi çalışmalarının dayanak noktalarını da geçersiz kılmaktadır.
Asrın başında yaşamış ve "Batı'nın Çöküşü" adlı eseriyle Avrupa'yı sarsmış olan Osvvald Spengler gibi sosyologlar, "bir gün bütün demiryolları, gemileri, dev kentleri ve gök tırmalayanlarıyla" dinsiz Batı medeniyetinin "etnografik" bir müze haline gelmesinin eşiğinde bulunduğunu söylemekte, Guenon, Alexıs Car-rel, Max Plank, Pasternak ve Schvvartz gibi emsali gittikçe artan filozoflar ve ilim adamları değişik şekillerde de olsa, Din'in en muhteşem biçimde insanlığı gerçek saadete bir kez daha ulaştıracağını ifade etmektedirler. Yine, Din'i afyon telakki eden ülkelerdeki değişimin yanısıra, bu ülkelerde ve Batı'da her gün binlerce insanın Tevhid Dini'ne koşması ve İslâm dünyasında insanın ferdî ve içtimai tüm hayatını her yönüyle Din'e dayama ve dolayısıyla Din'in hayatın bütününü kuşatıcı özelliğini kabul yönünde verilen mücadele ve yapılan çalışmalara Batı'dan gelen, şimdilik, ferdi katkılar, pozitivist din anlayışının iflasının şahitleri olsa gerektir.
Din'in yukarda ifade edildiği şekilde Batı'lı filozof veya düşünürlerce yapılan tariflerindeki en önemli etkilerden biri, Din denilince akla doğuşundan hemen sonra seküler bir kimlik kazanmış olan Hristiyanlığın gelmiş olmasıdır.. Batı dillerinde "Din" karşılığı kullanılan kelimeler de bu açıdan manidar görünmektedir. Sözgelimi, Yunanca'da "Din" karşılığı kullanılan kelimenin anlamı "korku ile karışık saygı "dir. Latince de Din, "religio" kelimesiyle ifade edilirdi ki, bugün birçok Batı dillerindeki "religion" kelimesi bu kökten gelmedir. Kelimenin "bağlamak" mânâsındakı "religira" kökünden mi, yoksa "saygıyla kendini toplamak" anlamındaki "religere" kökünden mi geldiği ihtilaflıysa da her halükarda kelime "Allah'a karşı saygıyla karışık bir bağlılık duygusu" ifade etmektedir. Batı 'da Din'in en nihayet bir duygu, bir ahlâk ve sadece bir "vicdan" meselesine dönüştürülmesinde bizzat kelimenin ifade ettiği mânânın da önemli etkisi olsa gerektir.
Kur'an-ı Kerim'in seçip, yer yer hem masdar, hem fiil, hem "ism-i mef'ul" türevleriyle kullandığı "Din" kelimesi, bizzat Kur'an'daki kullanılış şekilleriyle çok çeşitli mânâlara gelmektedir: Ceza, ödeşme, yargılama, tecziye (ceza veya mükâfat verme)(1:4, 51:6,82: 18-19, 37:53, 56: 86), yol, kanun, anayasa (12:76), ceza hukuku (24:2), ahlâki-manevi-dünyevi kanunlar bütünü, sistem, gidişat (33:5, 40: 26), kulluk, itaat (16: 52), sulh, düzen (8:39) bu mânâların başlıcalarıdır. Başta verdiğimiz terim (ıstılah) mânâsıyla Kur'an iki tür dinden bahseder: 1. Hak Din, 2. Bizzat insanın icat ettiği (batıl) din.
Kur'an, çok net olarak Kainat'taki irade sahibi varlıklardan başka tüm varlıkların Allah'a teslim olup itaat ettiklerini belirtir ve bu yüzden insan elinin ulaşmadığı her yerde tam bir denge ve sulh hakimdir. İnsan ise, yeryüzünün halifesi olarak yaratıldığından, kendisine ilim ve irade verilmiş olup, görevi, kendi iradesiyle yeryüzünü sulh içinde Kainat'ın kalan yöreleriyle birleştirmek, yeryüzünde fesat çıkarmamaktır. İrade sahibi olduğundan, zahirde birbirine zıtmış gibi görünen, fakat temelde birbirini tamamlayan iki cephesi vardır insanın: Ene (ben-ego) cephesi ve Hüve (o) cephesi. Müstesna bir yaratılışa sahip olan insan, bu iki, cephesi sebebiyle çeşit çeşit meyiller, arzular ve duygular içindedir. "Ben"in isteklerini yerine getirmede çok san'atlara ihtiyacı vardır. Bu san'atların hepsine birden sahip olamadığından hemcinsleriyle bir arada yaşamak zorundadır ki, her bir fert kendi hususi kabiliyet, çalışma ve emeğin mahsûlünü başkalarınkiyle değiştirsin ve böylece ferdi ve içtimai plânda dünya hayatını yaşasın, insana, yeryüzündeki fonksiyonunu yerine getirmesi ve hayatını sürdürebilmesi için, müslüman hakimlerin ifadesiyle, 1. Kuvve-i şeheviyye (yeme, içme, üreme... duygu) 2, Kuvve-i gadabiyye (savunma ve korunma için gerekli öfke, mücadelecilik ve saldırganlık gibi duygu) 3. Kuvve-i akliyye (düşünme, muhakeme melekeleri) adlı üç kuvvet verilmiştir. Bu kuvvetler Yaratıcı tarafından sınırlandırılmamış olup, insanın kendi iradesiyle maddi—manevi tekamülünü sağlaması için başıboş bırakılmıştır. Eğer insan sahip olduğu bu kuvvetleri ferdi ve içtimai hayatının "sulh" içinde düzenli olarak geçmesi için gerektiği şekilde sınırlamazsa, bu kuvvetler "iffetsizlik, hak-hukuk tanımama, hakka tecavüz, önü alınmaz bir öfke ve yanlısı doğru, doğruyu yanlış gösterme, ya da korkaklık, humûdet ve ahmaklık" gibi uç noktalara kayar ve bunun neticesinde ferdi ve içtimai hayatta zulüm, fesat ve tecavüzler vukua gelir. Gerek bu zulüm, fesat ve tecavüzleri önlemek, gerekse insandaki kuvveleri kendisine ve cemiyete faydalı orta yola çekmek için şumüllü bir "adalet"e ihtiyaç vardır. Tek tek fertlerin aklı bu şumüllü —külli adaleti kavramaktan acizdir. O halde, külli bir akla ihtiyaç vardır ki, bütün fertler bu külli akıldan istifade etsinler. Kişiyi kendi hayatında tam bir dengeye, sahip olduğu kuvveleri ve duyguları hayatını tam bir saadet, düzen ve ahenk içinde geçirebileceği noktaya getiren, toplum hayatını adalet temellerine oturtan ve sonunda ölümle birlikte ebedî bir cennet hayatının kapılarını açan bu külli (tümel) akıl, Allah tarafından gönderilmiş olan ed—Din, yani Hak Din'dır.
Sonra, Din'in tesirini, icrasını ve tatbikini temin edecek bir merci, bir sahip lazımdır. Bu merci ve sahip de ancak Peygamber'dir. Peygamber olan zâtın da, her yönden halka olan hakimiyetini devam ettirmek için maddi ve manevi bir yüceliğe ve bir seçkinliğe ihtiyacı olduğu gibi, Yaratıcı ile olan münasebet ve alâkasının derecesini göstermesi için de bir delile ihtiyacı vardır. Böyle bir delil de onun şahsiyeti, hayatı ve mucizeleridir.
Din'i gönderenin, yani Allah'ın emirlerine ve yasaklarına, bir başka deyişle Din'e itaat ve bağlılığı sağlamak için, Allah'ın kudret ve azametini zihinlerde tesbit edip, gönüllerde yerleştirmeğe ihtiyaç vardır. Bu da ancak imanî hakikatlerin tecellisi ve inkişafıyla mümkün olur. İmanî hüküm ve hakikatlerin tecelli, takviye ve inkişafı da ancak tekrar ile yenilenen ve güçlenen ibadetle mümkündür.
Bir takım müslüman âlimler Din'i bir tekerleğe benzetmişlerdir. Tekerleğin çerçevesini, Din'in daha çok idari—içtimai hükümleri teşkil eder: Allah'ın koyduğu vergileri toplayıp yerine harcamak, Din'in serbestçe yaşanacağı ortamı hazırlamak ve bu gayeyle Din'i yaymak, Din'in; Din'in ülkesinin ve insanların can, mal, ırz ve akıllarının korunması ve bunlara karşı girişilen tecavüzlerin önlenip, Din'in tebliğinin önüne konan engellerin kaldırılması için gerekirse savaşmak, ticari, malî, sermaye—emek ve her türlü karşılıklı münasebetleri düzenleyici kaideler, mülk edinme, evlenme—boşanma, miras vb. konusundaki kaide ve emirler, suç isleyenleri cezalandırmak (hadler) ve zulme meydan vermemek bu hükümlerin bazılarıdır.
Tekerlekte çerçeveden sonra çubuklar gelir. Çubuklar, merkezi çerçeveye, çerçeveyi de merkeze bağlar. Şu kadar ki, çubuklar çerçeveden çok merkezden çıkar. Namaz, oruç, içki—kumar yasağı, hile yapmama, aldatmama... Hacc, infak, zikir, dua, tefekkür, murakabe, nafile ibadetler, tefakkuh, zühd, tevekkül, sabır, şükür vb. çubukları teşkil eder. Merkezle çerçeveyi birbirine bağlayan bu çubuklar sayesinde merkezi oluşturan "Hakikat" bütünüyle çerçevede yansır. Merkez, en net ve özlü ifadesiyle "La ilahe illallah, Muhammedün Rasûlüllah" kelimesinde mânâsını bulan "hakikat"tır. Tekerleği kendinde tamamlamış olan insan hakikate ulaşmış insandır ve bu tekerleğin üzerinde bulunan toplum da hakikat üzere olan toplumdur. Bu hakikatle insanın öz varlığını teşkil eden hakikat ve Kainat'ta hakim cilan hakikat arasında hiçbir fark yoktur. Demek oluyor ki, Din'in sonunda vardığı hedef ve taşıdığı öz, insana gerçek insanlığını, kamil insan olma halini kazandırmaktan ibarettir. Bu tüm insanlığın hayatında gerçekleştiğinde, yeryüzünde ve artık Kâinat'ta, Tevhid bütünüyle hakim olmuş ve göklerle yer "sulh" içinde birleşmiş demektir.
İnsan, gerek ferdi, gerekse içtimai hayatında bir takım prensipler ve kaidelere uymak zorundadır. Bu kanun ve kaideler, eğer Allah'ın seçip gönderdiği Din'e ait değilse, bu defa bizzat insanların veya insanlar adına bir kişi veya grubun koyduğu kaideler olacaktır. Bu durumda, ortaya insan yapısı, özde bir, ama kemmi olarak birden fazla olabilen din(ler) çıkar. Bu din(ler)in tanrı(lar)ı, on(lar)ı ortaya koyan(lar)ın nefs(ler)idir, arzularıdır, heva ve hevesleridir. İçtimai hayattaki rabb(ler)i ise, o insanların kendileridir. Bu din(ler)in de inanılıp kabul edilmesi gereken hukuki ve ahlaki kaideleri (ibadet, muamelat, ukubat, ahlak) vardır. Allah'ın asla razı olmadığı bu din(ler)de özde bir, şekilce ayrı pek çok putlar bulunur. İnsanlık tarihinin şahit olduğu üzere, bu (din)lerin içtimai hayattaki dayanak noktası kuvvettir; hedefi menfaattir; hayattaki düsturu kavgadır, boğuşmadır; cemiyetler arasındaki bağı ırkçılıktır, kabileciliktir; meyvesi, nefsani hevesleri tatmin ve insanlığın ihtiyaçlarını arttırmaktır.
Hak Din'in esası Allah'a kulluktur; ama, en büyük yaratılmışa da ibadete tenezzül etmeyen, Allah'a kul olmakla başka hiç bir varlığın önünde boyun eğmeği kabul etmeyen bir kulluktur bu. Böyle bir kul halim, selim ve mütevazidir; fakat, Yaratıcı'dan başkasına O'nun izni dışında alçalmaya tenezzül etmez ve kulların üzerinde mutlak hakimiyet kurmaya çalışanlara icabında haddini bildirir. Aczini, fakrini ve za'fını bilir; fakat, kerim olan Allah'ın kendinde yığdığı servetle müstağni ve O'nun nihayetsiz kudretiyle kuvvetlidir.
Hak Din'in içtimai hayattaki dayanak noktası haktır; gayesi faziletler ve Allah'ın rızasıdır; hayatta düsturu yardımlaşmadır; cemiyetler arasındaki bağı dinîdir, vatanîdir; meyvesi, nefsani heveslerin tecavüzüne set çekip, ruhu kemâlata teşvik, ulvi hisleri tatmin ve insanî kemâlata sevketmektir.
Batılı dinler tarihçilerinin teorilerinin aksine, insanlığın ilk dini Animizm veya Totemizm gibi "iptidai" dinler değil, Kur'an'ın tabiriyle el —İslâm'dır. İnsan olmak bakımından hisleri, arzuları, hedef ve ihtiyaçlarıyla ayni insan olduğundan, Allah'ın onun için seçip gönderdiği dinde temelde hep bir ve aynı olmuştur. Hz. Nûh, Hûd, Sâlih, İbrahim, Musa, İsa ve Hz. Muhammed (a.s.) gibi tüm rasûllerin tebliğ ettiği, nebilerin uyup tatbik ettiği din, her zaman için el—İslâm olmuştur. Ama, her defasında bir takım nefsani sebeplerle bu Din'den uzaklaşan insanlar temelde aynı, fakat şekilce farklı olabilen din(ler) üretmişler ve böylece "iptidai—batıl-şirk" dinler ortaya çıkmıştır. Nitekim, Hind'in kutsal kitaplarından Vedalar'ı inceledikten sonra Alman filozofu Schelling'in vardığı sonuç cidden câlib-i dikkat olup, bu gerçeği kabul ve teyid eder mahiyettedir. Söyle diyor Schelling: "Bütün insanlık önceleri tek varlıktı ve tek Tanrı'ya inanıyordu. En eski din yıldız yıldız parçalanmış."
Batıdaki Dinler tarihi teorilerinin etkisinde kalan birtakım son dönem müslüman araştırıcılar İslâm'ın bir takım unsurlarını —Tasavvuf gibi, Mehdilik gibi- eski Hind ve Ön Asya dinleriyle, Hristiyanlık ve Yahudilik'te de görünce, bunların İslâm'a o dinlerden girdiği gibi yanlış bir sonuca varmışlardır. Oysa, İslâm'dan sapma sonucu ortaya çıkan bu dinler, şüphesiz İslâm'dan bir takım doğruları da su veya bu şekilde kendilerinde barındırmaktadırlar. Yine, Din'i tarifte, onu salt bir his ve heyecan görmekle bir takım Batılı düşünürlerin düştüğü hataya karşılık, bir takım müslüman düşünürler de, onu salt bir "sistem", bir ideoloji gibi değerlendirmekle tersinden bir hataya düşmektedirler. Din, belki bir sistemdir; İnsanın ferdi ve içtimai hayatını her bakımdan tanzim eden bir sistemdir; fakat, bu sistemde hedef dünya saadeti değil, Allah'ın rızası; mükâfat, dünya hayatında bir takım ödüller, mutlaka maddi—askeri alanda galibiyet ve yeryüzünde hakimiyet değil, belki bunlar da verilmekle birlikte yine Allah'ın hoşnutluğu ve Ahiret saadetidir. Bu sistemde, dünya hayatı Ahiret'in ekim alanıdır; Cennet'e veya Cehennem'e uzanan sırattır. Bu sistemin temelinde bir yönüyle ilim, bir yönüyle muhabbet ve feraset-basiret yatar; nefsin hayatının yanısıra, onun da uymak zorunda olduğu kalbi hayat yatar. Bu bakımdan, his, heyecan, ulvi duygular, vecd ve muhabbet Din'in aslî unsurları arasındadır.
Batılılar'ın Din adına temelde reddedip, "insanı bir romantizm" olarak kabule meyyal göründükleri işte Din'in bu yönüdür; fakat, bu aslî yönüyle insanlığın dinsiz olamayacağı yukarda verdiğimiz misallerde görüldüğü üzere apaçık bir vakıadır. Çünkü Din, insanın fıtratına, vicdanına yerleştirilmiştir ve oradan çıkarılıp atılması mümkün değildir. Bu yönüyle Din'i reddedenler, gerçekte kendilerini "dinsiz" sananlardır; yoksa mutlak inkâr mümkün değildir. İkinci olarak, Din'i beşer hayatını kuşatan şu veya bu şekilde bir sistem olarak ele aldığımızda, yine görürüz ki, her insan hak veya batıl mutlaka bir dine tabidir. Şu kadar ki, Allah'a izafe edildiğinde, yani Allah'ın Din'i veya Hak Din kastedildiğinde, Din adına karşımıza yalnızca İslâm çıkar; bu, marife (belirli ve tek) olarak ed—Din'dir. Bunun karşısındakilere bu anlamda "Din" denilemez.
Son olarak, Din yukarda verilen kelime mânâları dahilinde ıstılah manâsıyla ele alındığında, bir başka deyişle, istilahî mânâsı kelime mânâlarına uygulandığında ortaya şöyle bir tablo çıkar:
Allah'ın insanı mükemmel şekilde yaratıp yeryüzünde halife yapması, ona gitmesi gereken yolu göstermesi, bu yolda gittiği sürece kendisine sürekli yardımda bulunması, kitaplar ve peygamberler göndermesi, Kainat'taki çoğu varlıkları emrine vermesi, hep O'nun insan üzerindeki birer nimeti, emaneti, aynı zamanda insana verdiği bir borçtur; yani, insan Allah karşısında bütünüyle borçludur. Eğer insan, yeryüzünde Allah'ın nimetleri karsısında şükürde bulunursa borcun gereğini vüs'at, takat ve kabiliyetince yerine getirmiş (gibi) olur. Bu da, Allah'a itaatla mümkündür. Allah'a itaat, O'nun gönderdiği hükümleri dünya hayatında uygulamakla mümkün olur. Ve, Allah Ahiret'te insanı, borcunu ödeyip ödemediğine, yani koyduğu hükümleri uygulayıp uygulamadığına, Kendi'ne itaat edip etmediğine, yeryüzünde sulhu mu, yoksa fesadı mı hakim kıldığına göre hesaba çekecek, bu hesabın sonunda onu ya mükafatlandıracak veya cezalandıracaktır.



Bibliyografya:
Firuzâbâdi, el-Okyânûsü'l-Basit fi Tercemet'i Kâmusı'l-Muhit, ç.A. el-Ayntabi, İst. 1305.
Said Nursi, İşârâtü'l-İ'câz ve Sözler
David Hume, Din Üstüne, ç. Mete Tuncay, İst. 1983.
A. Adnan Adıvar, İlim ve Din, İst. 1980.
Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, İst. 1983.
Mevdûdi, Kur'ân'a Göre Dört Terim, İst. 19 79.
****Ali Ünal

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder