SELAMUN ALEYKÜM
İnşaallah istifadeye medar olur!!!!!!
30 Temmuz 2010 Cuma
İbadet ve Hayat Nizamı
Bu makalede, İslam’da ibâdetin ne kadar şumûllü ve hayatın bütün tezahürlerine sirayet eden bir ruh olduğu üzerinde durulacaktır. Meseleleri enine boyuna tetkik ettiğimizde, ibadetin topyekün kâinatı işleten bir sistem olduğu meydana çıkmaktadır, İbâdet bütün bir beşeriyeti içine alan psikoloji, sosyoloji, ahlâk, ilim, hukuk, iktisad sahaları ile de ilgili olmakta ve hayat nizamını etkilemektedir.
İslam’da ibadet, insan hayatının her türlü tezahürüne sirayet eden bir tavırdır. Binâenaleyh bütün parçaları birbiriyle olan ilişkileri bakımından mükemmel bir sistem halinde işleyen İslam hayatının her tarafı ibadete ayarlıdır.
Rab Teala:
يَا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ * الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الأَرْضَ فِرَاشًا وَالسَّمَاءَ بِنَاءً وَأَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ فَلاَ تَجْعَلُوا لِلَّهِ أَنْدَادًا وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ (Bakara 21 - 22)
ve daha başka ayetlerle insanları, kulluk tavrını takınmaya, yani ibadet nizamını çalıştırmaya çağırmaktadır. Bu emri verirken de insanlara hitaben "Sizi ve sizden önceki nesilleri yaratan, yeryüzünü size bir döşek, göğü (atmosfer küresini) bir kubbe gibi kuran, gökten yağmur indirip her türlü mahsulü size rızık olarak yetiştiren Rabbinize" gibi vasıflarını zikretmektedir. Fatiha suresinde de ibadet emrini -zımnen-vermeden önce O’nun "Rabbu’1-âlemin, Rahman, Rahim, hesap gününün hâkimi" sıfatlarını hatırlatmıştır. Böylece bu kulluk borcumuzun gerekçesi bildirilmiştir. Rububiyyet tezahürlerinin yayıldığı pek geniş daire gözönüne serilerek ubudiyyetin de ona münasip bir şumülde olması lazım geldiği vurgulanmıştır. Bu külli ibadet binası ise ancak sağlam bir zemin üzerinde yükselebilir. Bunun nasıl olacağını ise mantıkî, mâkul bir tarzda basamak basamak yükselerek izah edelim.
İslam binasının temeli olan akâid esaslarını sağlamlaştıran ve onları sabit bir hal, bir meleke haline getiren unsur ibadettir. Vicdan ve aklı ibadet besleyip geliştirmezse o vicdanın işleri, eserleri ve tesirleri zayıf kalır. İslam dünyasının bugünkü durumu, bu tesbitin doğruluğuna bir delildir. Sayısı yüz milyonları bulan müslümanlar İslâm’ın bildirdiklerine, farz ve haramlarına inandıkları halde, Kur’ân’ın ruhu ve müslümana ait sıfatlar, ekseriyet itibariyle, onların üzerinde görülmemektedir. İşte bu durum, Kur’ân ruhunun onların içine sinmemiş olmasından, tefekkür ve imandaki yakin eksikliğinden, dolayısıyla gafletin fazlalığından ileri gelmektedir.
İbadet iki cihan saadetinin yoludur. İbadet hem dünyevi hem uhrevi işlerimizi düzenleyen, plâna koyan bir rehberdir. Aynı zamanda ibadet hem şahsi, hem nev’î kemale, yani topyekün insanlığı mükemmele götüren bir vesiledir. İbadet kul ile Rabbi arasında yüce ve şerefli bir nisbettir. İbadet ile kul Rabbine intisab eder, O’na mensub olduğunu, O’nun mülkünde çalıştığını bildirmiş olur. Bilindiği üzere, işyeri muteber ve önemli bir yer ise, orada çalışanlar o ismi övünerek söylerler. İşte ibadetle insan, kendisinin Allah’ın mülkünde çalıştığını beyan etmiş olur.
Önce ibadetin dünya hayatındaki saadete vesile oluşunu izah edelim. Bu durum, muhtelif şekillerde ortaya çıkar:
1- İnsan bütün mahluklar içinde mümtaz, seçkin bir mevkidedir. Diğer bütün canlılar arasında onlarda hiç bulunmayan kendine has, latif, nazik bir yaratılışı vardır. Bu hassas yaratılış onda, seçme yapmaya, rastgele şeyi kolay kolay beğenmemeye, en güzeli arzu etmeye, estetik ve zevkli şeyleri beğenmeye sevkeder. İnsaniyete layık bir şekilde bir yaşayış ve mükemmelliğe doğru fıtri, tabii bir meyil verir. Bu meyiller sebebiyle insan yeme, giyinme, barınma gibi tabii ihtiyaçlarını giderirken, onları yerli yerince yapmak için öyle san’atlara muhtaç olmuştur ki, onların hepsini tek başına yapabilmesi mümkün değildir. Bir insan aynı anda hem mühendis, hem fırıncı, hem doktor, hem marangoz, hem kuyumcu, hem demirci, hem elektronikçi... olamaz. Bundan ötürü insanlar müşterek bir toplum hayatı yaşamaya, yardımlaşmaya, ihtisaslaşıp çalışmalarının neticelerini tebadül etmeye muhtaç olmuşlardır.
Yüce Rabbimiz, insan hayatının raci olduğu üç temel kuvveye sınır koymamıştır. Bunlar da kuvve-i akliyye (düşünme), kuvve-i şeheviyye (arzu etme, yeyip içme, cinsi istek), kuvve-i gadabiyye (kuvvet kullanma, iş yapma) kabiliyetleridir. Hikmetli Yaratıcı bu kuvveleri diğer varlıklarda çok tahdid etmişken insanda âdeta tamamen serbest bırakmıştır. Çünkü Allah Teâla diğer canlıları sınırlamakla, onları belli işler için yaratmış, onların gelişme göstermelerini dilememiştir. Halbuki insanda tahdid etmemekle, cüz’î irade zembereği ile geniş bir gelişme sahası bırakmıştır.
Fakat sınır bırakılmaması, beşeri muamelelerde birbirinin hakkına tecavüz etmeye yol açmaktadır. İşte bu kuvvelerin haddi hududu olmaması sebebiyle, insanlar birbirlerine zulmettikleri için toplum adalete muhtaç olmuştur. Adalete olan ihtiyaçta hepimiz birleşsek de, insanların adalet anlayışları kendi seviyelerine ve bağlı oldukları gruplara göre farklı farklı olacaktır. Kültür seviyesi, vicdan, tecrübe, menfaat, nefsi arzulardan uzaklık, mensub olunan topluluk, akrabalık ve meslektaşlık gibi hususlar adalet anlayışlarında farklılık doğurur, adeta birleşmeyi imkânsız kılar. Bundandır ki insanlık ferdi akılların dışında, herkes tarafından benimsenecek külli bir akla muhtaçtır. Zira bu küllî akıl, hepsini aşan üstün bir âlemden geldiği için, kudretini gösterdiği gibi, beşeri grupların hiçbirine ait olmaması itibariyle, taraf tutma ihtimali olmayan, her türlü töhmetten uzak, tam tarafsız bir hakem durumundadır. Böylece umum ondan istifade edebilir ve hakemliğini kabul eder. İşte böyle külli bir akıl, ancak küllî bir kanun niteliğinde olmalıdır. Ta ki, dünyanın her tarafında aynı şekilde geçerli olan fizik kanunları gibi tarafsız, değiştirilemez, önlenemez olduğu anlaşılsın. İşte bu kanun da dindir. Kâinattaki fiziksel sabitler değişmediği, mesela su her yerde ve her zaman 100 derecede kaynayıp O derecede donduğu, atmosfer basıncı her yerde hükmünü icra ettiği, madenler her yerde muayyen derecelerde eridiği, hülasa her yerde tabiatta cereyan eden işler, insanı aşan ilahî bir plânın vazettiği kanunlar olduğu gibi diğer dini hükümler de öyle fıtrî, değişmez, eskimez, tarafsız hükümlerdir.
Amma dini hükümlerin tesirini icra etmek, onları geçerli kılmak ve korumak için onlara bir tebliğ edici, bir tatbik edici ve bir merci lazım gelmiştir ki, o da Resullullah (a.s.)’dır. Fakat ilk nazarda o da diğer insanlardan biri olduğundan onun bu görevine ve imtiyazına delil gerekmiştir ki, öteki insanların akılları, mizaçları, hem zâhirleri, hem bâtınları üzerindeki maddi ve mânevi hâkimiyetini temin edebilsin. İşte o delil de mucizelerdir. Mucize, risalet dâva eden zatı tasdik etmek üzere Rabbu’l-âleminin, onun duası üzerine gösterdiği harika işlerdir. Allah Teâla bu mucizeleri ihsan etmekle: "Bu âlemleri çekip çeviren Ben, onu gönderdiğim için, işte onun memuriyetini tasdik etmek üzere kurduğum nizamı muvakkat olarak değiştiriyor, o harika işleri onun eliyle gerçekleştiriyorum" demek istemektedir.
Bununla beraber, insanın yaratılışı gaflete müsaittir. Geçici dünya zevklerine veya meşakkatlerine fazla bağlanıp onlarda boğulma, ileriyi görmeme, Rabbini, ahirette olacak saadet veya azabı unutma temayülü vardır. İnsan ahirete inanmasına rağmen, kolayca yoldan sapabilmektedir. İşte Allah’ın yine insanların hayrına olarak koyduğu emirlere uyma ve yasaklardan kaçınmayı temin etmek için, bütün varlığın yaratıcısı olan mülk sahibinin azametini, görüp gözetmesi kavramını zihinlere yerleştirmek lazımdır. Bu da akâid esaslarının inkişafı, demektir. Yani kul, âlemi ve kendisini insanları yaratan bir kudretin olduğunu, O’nun birliğini, imtihan etmek için insanları dünyaya gönderdiğini; vücut, mal, mülk, sıhhat ve diğer nimetleri emanet olarak verdiğini, sonra da O’nun, insanları diriltip hesaba çekeceğini, tam bir adaleti gerçekleştireceğini, bunları bildiren Peygambere itaat mükellefiyetini hatırlayacaktır. Bu tasavvuru ve akide esaslarını kökleştirmek, kalblere ve zihinlere yerleştirmek için bir hatırlatıcıya ihtiyaç vardır ki o da ibadettir.
2- İbadet, zihinleri Halık-ı hakime yöneltmek içindir. Bu yönelme ise inkiyadımızı, yani itaatimizi temin etmek içindir. Bu inkiyat da, mükemmel intizama, o nizamla bütünleşmeye girmek içindir. Nizama tabi olmak, hikmetin sırrını gerçekleştirmek, yaratılış gayesini tahakkuk ettirmek içindir. Kâinattaki bütün varlıklar incelendiğinde, onların yaratılış ve yapılışlarında muhkem bir san’at kendini gösterir. O muhkem san’at ise her tarafta Allah’ın hikmetini ortaya koymaktadır.
3- Cenab-ı Allah insanı, bu kâinata bir santral durumunda yaratmıştır. Her şeyin onunla bir münasebeti vardır. Bütün varlıklardan gelen hatlar insandan geçmektedir. Halbuki insanın dışındaki varlıklar için bu durum yoktur. Varlıktaki unsurlar arasındaki nisbetleri bulup tasarruflarda bulunma imkânı yalnız insana verilmiştir. Âlet, makina yapan yalnız insandır. Kâinattaki ilahi kanunların, ışınları insanda odaklaşmaktadır. Şu halde insanın, bu irtibatları iyi kurması ve o kanunların iplerine (tecellilerine) iyi tutunması lazımdır ki, umumi akışa ayak uydurabilsin, hayatın tabii akışına uyum sağlayabilsin, yoksa bu kâinat çarkı onu fırlatacaktır. İşte insanın bu nizama uyması, ibadet şuuru ile olur. Zira bunları öğreten, Allah’ın irade sıfatına râci olan ve tabiat kanunlarını ihtiva eden kâinat kitabı ile kelam sıfatından gelen Kur’ân olup, ibadet bu her iki kitaba uymak demektir.
4- Allah Teâlanın emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınma suretiyle, insan için, içtimai hayattaki muhtelif mertebelere muhtelif nisbetler ve bağlar hasıl olur. Herbir fert, amme menfaati ve hukukî hükümler bakımından bir nev’i haline dönüşür. (Zira emir ve buyrukların birçoğu, özellikle dinî şeair ve umumi menfaatle ilgili olan emirler, üzerine birçok hakların ve hususiyetlerin asıldığı nizamı tutan urgan gibidir. Öyle ki, o ip olmazsa o nizam dağılacak, uçuşacak, tesbih taneleri gibi dağılacaktır).
Yani pek çok haklar, haysiyetler, irşadlar, talimler, ıslahlar gibi vazifeler toplum hayatında bir şahsa yüklenebilir. Eğer o emri yerine getiren o şahıs olmazsa o vazifeler tamamen altüst olur.
Demek ki kamu haklarını korumak, nizamın işlemesini temin etmek, insanları güven ve barış içinde yaşatmak, dürüst, ciddi, işine titiz insanlarla mümkündür. Bir kaymakam, bir okul müdürü, bir emniyet âmiri, bir komutan veya herhangi bir kamu görevlisi, bir fabrikatör hatta herhangi bir fert dürüst olursa, beklenen fayda ve gayeleri gerçekleştirir. Toplum mutlu olur, âhenk içinde hayatını devam ettirir. Fakat o şahıs işine bağlı olmazsa, cemiyetin birçok tarafı ile ilgili olması sebebiyle, nizamı bozar. İşte insanları dürüst, nizama bağlı kılan şey ibadet terbiyesidir.
5- Müslüman kişi, ibadet sayesinde diğer her bir müslümanla sabit, ciddî münasebet kurar. Onlara kuvvetli bir irtibat ve bağlılık duyar. Bu münasebetler sağlam bir kardeşliğe ve gerçek bir sevgiye vesile olurlar. İşte o akidelerin zuhuruna sebep, onların tesir sağlaması ve köklü bir meleke haline gelmesi, ancak ve ancak ibadet sayesinde olur.
Böylece insanlar arasında sarsılmaz bir kardeşlik, hakiki bir sevgi hasıl olur. Beş vakit namaz için sık sık mescidde toplanmak, aynı kıbleye dönüp, aynı mâbûda yönelmek, aynı Rehberin terbiyesine girmek, zekât ile iktisadi dengeyi kurmak, oruçla zengin fakir eşit hale gelip aynı açlığı çekmek, yardımlaşma, dayanışma gibi emirlerle bir vücudun azaları haline gelmek, "ibadet" emrine uymakla olur. Her mü’min, yeryüzündeki bütün salih kulları kardeş bilip, her namazdaki tahiyyat duasında "Kâmil mânasıyla her türlü güzellikler selametler bize ve Allah’ın bütün iyi kullarına olsun" der. Namazın sonunda "Ya Rabbi beni, anamı babamı ve bütün müminleri hesap günü affet" der. İbadetin, kendisine kardeş bildirdiği insanlarla olan muamelelerini, hep bu esasa göre, yani kardeşlik ve sevgi esasına göre düzenlemek şuurunu elde eder. Zaten içtimai hayatı, toplumu mükemmel hale getiren, ilk ve en birinci basamaklar, bu uhuvvet ve muhabbettir.
İbadetin, insanın şahsi kemaline sebeb olması, onu mükemmel ve örnek insan makamına ulaştırması veya o makama yaklaştırması mevzuunda şunları söyleyeceğiz:
İnsan cismi itibariyle küçük, zayıf ve âciz olup bu yönleriyle, diğer hayvanlar gibi bir canlı olmakla beraber, pek yüksek bir ruh taşımakta, pek büyük bir istidada malik bulunmaktadır. Sayılamayacak kadar meyilleri (eğilimleri), sonsuz emel ve arzuları, hudutsuz fikirleri vardır. Kuvve-i akliye, kuvve-i şeheviyye ve kuvve-i gadabiyyesi de sınırsız olup haddi aşmaya hazırdır. İnsanoğlunun dikkate değer bir yaratılışı vardır ki, sanki bütün nevilere ve âlemlere bir fihrist olarak yaratılmıştır. İşte bundandır ki insan nev’i, dünyada bunca tasarrufta bulunmakta, diğer bütün canlılar üzerinde bir hâkimiyet kurmakta, yeryüzüne tevdi edilen, depolanan imkânları işletmektedir.
İşte bu yaratılışta olan insanın o yüksek ruhunu yücelten, ferahlatan ibadettir. İstidatlarını geliştiren ibadettir. Onun meyillerini nezih hale getiren ibadettir.
Arzularını gerçekleştiren ibadettir.
Kuvve-i şeheviyye ve gadabiyyesini sınırlayan ibadettir.
Fikirlerini genişleten ve intizam altına alan ibadettir.
Zahiri ve batınî uzuvlarını ve duygularını kirleten tabii pasları giderip parlatan ibadettir.
İnsanı, Allah tarafından takdir edilen kemâl noktasına ulaştıran ibadettir.
Kul ile Mabûd arasında en yüksek ve en latif olan bağ ancak ibadettir.
Evet insanı olgunlaştıran en yüksek unsur, bu nisbet ve münasebettir.
Bu makalede özlü olarak anlatılan hususlarla ibadetin, İslam’da ne kadar şumullü olup, hayatın bütün tezahürlerine sirayet eden bir ruh olduğu anlaşılmaktadır. İbadetin topyekün kâinatı işleten bir sistem olduğu meydana çıkmaktadır. İbadet bütün bir beşeriyeti içine alan psikoloji, sosyoloji, ahlâk, ilim, hukuk, iktisad sahaları ile de ilgili olmakta, dolayısıyla hayat nizamını etkilemektedir. (*)
(*) Bu makalede merhum B. Said Nursi’nin ibadet hakkında bir mukaddimesi esas alınıp genişletilmeye çalışılmıştır. Bkz. Onun İşâratü’l-İ’caz (Türkçe trc.si. A. Nursî) Ankara, 1978. s. 92–94.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder