SELAMUN ALEYKÜM

İnşaallah istifadeye medar olur!!!!!!

27 Temmuz 2010 Salı

İslâmiyet, Evliyâlara ve Hıristiyan Azizlere Nasıl Bakar? (Lemaat Tahilleri-7)


İslâmiyet Evliyâlara, Nasraniyet Azizlerine Tarz-ı Nazarlarını Muvazene

Hıristiyanlığa tabiat felsefesi bulaştığı için dindar olmak için benliği kırmak gerekmiyor. Hakîkî tesir ve kemal sahibi yalnız Allah’tır diye bir düşünce olmayınca meydan enelere kalıyor.

1- İslâmiyetin evliyâlara karşı olan bakış açısı ile Hıristiyanların kendilerince evliyâ kabul ettikleri azizlere karşı olan bakış açılarının karşılaştırılması.

2- İslâmiyet şiarı “Lâ Hâlika illâ Hû” (Allah’tan başka yaratıcı yoktur). Vesait ve esbabın hakîkî tesirini kabul etmez tanımaz. Vasıtaya bakıyor bir nazar-ı harfiyle.

2- “Allah’tan başka yaratıcı yoktur” inancı İslâmiyetin en temel bir özelliğidir. Bu yüzden en basit bir şeyin meydana gelmesinde veya en küçük bir hadisede rol alan vasıtaların ve sebeplerin gerçek bir tesiri, bir etkisi olduğunu kabul etmez. Vasıtalara manayı harfi nazarıyla bakar. Yani vasıtaları bizzat iş yapan olarak görmez, aksine ilâhî kudret tarafından çalıştırıldıklarına inanır.

3- Akide-i tevhidi ona öyle göstermiş. Vazife-i teslimi onu öyle sevk etmiş. Mertebe-i tevekkül o dersini veriyor. İhlâs-ı ubûdiyet ona öyle nur vermiş.

3- “Tek bir ilâha ve ondan başka yaratıcı ve icraatçının bulunmadığına inanmak” demek olan tevhid yani birleme inancı Müslüman’ın böyle görmesine sebep olur. Hakîkî mânâda, kendini sadece Allah’a teslim etmek demek olan İslâmiyet de bunu gerektirir. Sadece Allah’a güvenmek demek olan Tevekkül ve yalnız Allah’ın rızasını aramak ve yalnız ona ibâdet etmek demek olan İhlâs da aynı nurlu nazarı vermiş oluyor. Yani Allah’tan başka hiç kimseyi ne yaratıcı tanır ne de ona tapacak derecede bir üstünlük verir. Hz. Üstad 2. Nota’da bunu şöyle ifade etmiştir: “Mahlûkat, mabudiyetten (tapılmaktan) uzaklık noktasında müsavi (eşit) oldukları gibi, mahlukiyet nisbetinde (yaratılmışlık yönünden) de birdirler.”

4- Nasraniyet veriyor vesaite esbaba bir tesiri hakîkî. Hem onlara bakıyor bir manayı ismiyle. Zatında tesiri var zanneder de sapıyor.

4- Hıristiyanlık ise azizleri, sadece Allah’tan gelen feyizleri aktaran bir vasıta olarak görmüyor. Kendiliklerinden bir feyiz kaynağı ve tesir sahibi telakki ediyor. Bu ise onlara mana-yı ismî ile bakmaktır. Kendilerini bizzat icraatçı ve bereket kaynağı görmektir. Meselâ onlar hakkında düşündükleri kerametleri, kendi işleri olarak bilirler. Hâlbuki Müslümanlar mûcizelerin dahi Allah’ın fiilleri olduğuna inanırlar.

5- Velediyet mezhebi akide-i tevellüd öyle de gösteriyor. Vazife-i ruhbani, mesleki ruhbaniyet onu öyle sevk etmiş. Felsefe-i tabiî o dini mağlup etmiş işine karışıyor. Ona öyle ders vermiş.

5- Onların bu batıl fikre düşmelerinin temel sebebi ise velediyet fikrine, yani Allah’ın hâşâ insanlardan bir çocuğu olabileceğine inanmalarıdır. Bu ise bir insanda ilâhlık sıfatlarının bulunabileceği safsatasına kapı açmıştır. Onlar Hz. İsa’yı hâşâ hem bir ilâh, hem bir insan olarak görürler. Bunun ardından Hıristiyanlıkta ortaya çıkan Ruhbanlık, yani dünyadan ve insani özelliklerden el etek çekerek bir köşeye çekilme ve kendini ibâdete adama âdeti, onların insanüstü birer aziz olarak algılanmalarına sebep olmuştur. Bütün bunların asıl kaynağı ise tabiatçı düşüncedir. Çünkü bu felsefeye göre, her şeyin sahip olduğu özellikler kendiliğindendir ve her şey kendine göre bazı güçlere sahiptir ve kendiliğinden bir değeri vardır. Aslında tamamen gaflet ürünü olan bu tarz düşünce Hıristiyanlığı mağlup etmiş ve en temel inançları bu batıl felsefenin tesiriyle şekillenmiştir.

6- Hıristiyanlık bir mânâ-yı ismiyle kendi azizlerine nazar eder, bakıyor. Lamba misal görüyor.

(Fennî) Bir fikre göre lamba nuru güneşten almış, fakat temellük etmiş.

6- Hıristiyanların azizlerine bakışı, lambadaki ışığın aslında güneşten geldiğini, fakat artık lambanın kendi malı olduğunu iddia eden fikirdeki lambanın durumuna benziyor.

7- Demek azizlerin her biri onların nazarında memba-ı feyz (bizzat feyiz kaynağı) oluyor. Bizzat birer maden-i nur (nur kaynağı oluyor). Bu nazardan bir şirkin tereşşuhu zahirdir (böyle bir bakış açısından şirkin ortaya çıktığı açıktır).

8- İslâm, velilerini bir mânâ-yı harfiyle nazar edip görüyor. Müstezi bilir müstear (Emaneten ışıklı). Ayine misal tanır. Nuru güneşten gelir tabiatında yoktur. Şems-i ezel ziyasını alır da neşrediyor.

8- İslâmiyet ise velilerindeki feyiz ve kerametlere mânâ-yı harfiyle bakarak kendilerinden değil Allah’tan bilir. Ayna gibi kendisine emanet edilen, yani kendine ait olmayan bir ışıkla aydınlattığını ve nurunun kendisinden olmayıp güneşten geldiğini düşünür. Evliyâlar da ayna gibi Ezelî güneş olan Cenab-ı Allah’tan gelen nur ve feyizle insanları aydınlatırlar. Kendiliklerinden bir nurları olamaz.

9- Demek enbiya (ve) evliyâya (Allah’ın nurunun) birer tecelli makesi (aynası), birer feyzin ayinesi, şehd-i şuhudun meksi (maneviyatı görmekle kazanılan marifet balının bulunduğu bir mekân) nazarıyla bakıyor.

10- Bu sırra müessestir Nakşibendî rabıtası. Şeyhte teşahhus yoksa zararı olmaması. Eğer varsa da mürit onu fani bilir.

10- Nakşibendî’lerde olan rabıta-i şeyh, yani şeyhiyle kalben bağlantı kurarak ondan feyz almaya çalışmak yukarıda bahsedilen sırra bina edilmiştir. Bu yüzden şirk değildir. Çünkü şeyhin kalbi bizzat nur veren bir lamba değil, aksine Allah’dan gelen nuru aksettiren bir ayna hükmünde olduğu bilinmektedir. Bu yüzden bazen şeyh teşahhus etmemiş, yani kâmil bir mürşid olmasa dahi mürit yaptığı rabıta ile farkında olmadan başka bir vesileyle hakîkî kaynak olan Allah’tan yine de feyz alabilmektedir. Eğer teşahhus varsa yani kâmil bir şeyh ise zaten onu hakîkî kaynak olarak bilmiyor, fânî bir vesile olarak tanıyor. Bu dahi şirk değildir. Zararı yoktur. İşte bu noktadan Müslümanlarla Hıristiyanların, evliyâlar ile azizlere olan bakış açıları görünüşte benzerken hakikatte tamamen farklı oluyor. Biri tam bir şirk iken, diğeri tam bir tevhid oluyor. Biri azizde takılıp kalırken, diğeri Allah’a ulaşıyor.

11- Bu sırdandır ki bizde tevazûdan başlıyor tarîkatın suluku, mahviyetten geçiyor. Git gide ta fenâfillah makamını buluyor. Sonra nihâyetsiz meratibde seyr-i suluk başlıyor. Bu sırdandır ki ene, hem de nefs-i emmare kibriyle kırılır. Gururuyla sönüyor.

11- İslâmiyette hiçbir sebebe hakîkî tesir ve dolayısıyla bizzat şeref verilmemesi sırrıyla, tarîkatte manen yükselmenin yolu, önce kendi nefsine bir iktidar ve şeref vermemekle, yani tevazu ve mahviyeti elde etmekle başlıyor. Bu şekilde nefsinde fânî olmaktan kurtulan bir insan, Allah’ta fânî olmak makamına kadar ulaşır. Sadece Allah’ı kudret sahibi bilir ve yalnız onun bizzat övgüye layık olduğunu anlar. Bu bakış açısını kazandıktan sonra hadsiz kemâlât mertebelerinde yükselerek, Allah’ın nurlu sıfatlarını gösteren kıymetli bir ayna, yani yüksek makam sahibi bir evliyâ olabilir. Böyle bir yolda ilerleyen bir insanda ise ne gurur kalabilir, ne de kibir.

12- Hazır Hıristiyanda ise ene bütün levazımıyla kuvvetleşir. Gurur kırılmaz. Enesi kuvvetli müteşahhıs (şahsiyeti öne çıkıp tanınmış) bir adam, Hıristiyan’dan olursa munsalip (dininde sağlam) oluyor.

12- Hıristiyanlığa tabiat felsefesi bulaştığı için dindar olmak için benliği kırmak gerekmiyor. Hakîkî tesir ve kemal sahibi yalnız Allah’tır diye bir düşünce olmayınca meydan enelere kalıyor.

13- Fakat eğer (enaniyetli ve makam sahibi kişi) Müslüman’dansa (dinde) lakayttır, laubali(dir). Bu sırdandır ki Hıristiyan’ın aksine avamımız havastan ziyade dindardır. Dine merbut kalıyor.

13- Havastan olmak insana gurur ve kibir verebiliyor. Bunu terk etmedikçe İslâmiyet’te dindar olunamıyor ve kemâlât kazanılamıyor. Avam halk ise gururu daha kolay terk ettiğinden daha dindar oluyor. Hıristiyanlarda dinin aslından kaynaklanan hakîkî bir tevazu mecburiyeti olmadığından bazı meşhur havaslar (şu anda ABD’yi yöneten meşhur bir havas gibi) kendini çok dindar bir Hıristiyan olarak görüp gösterebiliyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder