SELAMUN ALEYKÜM

İnşaallah istifadeye medar olur!!!!!!

27 Temmuz 2010 Salı

“Medenilere galebe çalmak, ikna iledir”


Bismillahirrahmanirrahim

Bizleri dünyanın birçok bölgesinden buraya toplayan Rabbimize hamd, âlemlere rahmet sevgili Habib-i Edib’ine nihayetsiz salât-ü selam olsun.

Hayrat Vakfı’nın tertip ettiği 2. Milletlerarası Bediüzzaman Sempozyumuna, uzaktan yakından teşrif eden kıymetli misafirlerimiz, aziz kardeşlerimiz, sevgili dostlar! Hoş geldiniz, şeref verdiniz.

Batı medeniyetinin tamamen çıkmaza girdiği, ahir zaman fitnesinin bir faslında bulunduğumuz şu asrımızda, bizlere bu buhrandan çıkış yollarımızı gösteren alemşumul mesajlar veren Bediüzzaman Hazretlerinin, eğitim noktasındaki bakış açısını değerlendirmek üzere toplanmış bulunuyoruz. Bu gün ve yarın birçok kıymetli panelistimiz bu hususta birbirinden değerli fikirlerini inşallah bizlerle paylaşacaklar.

İnsanlık âleminin misli görülmedik ma‘nevî felâket ve çıkmazlara sürüklendiği son yüz yılda, ömrünü ve bütün benliğini Kur’an davasına vakfeden muazzez Üstad’ın gelecek tasavvuru, hakiki istikbal olan ahiretini kurtarmış imanlı nesiller yetiştirmeye yönelik idi. O, Kur’anımız yeryüzünde cemaatsiz kalmasın, istiyordu.

Ve şöyle diyordu: “Îmân kal‘asını küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için ben, yalnız îmân üzerine bütün mesâîmi teksîf etmiş bulunuyorum. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur'ânın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum. Ki İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.”

Onun eğitim anlayışının temeli akıl ile kalbi birleştirmek, özellikle son iki asırda aralarındaki ilişki maalesef iyice bozulan medrese, tekke ve mekteb kurumlarının birbiriyle barışmasını temin etmekti. Bu düşüncesini şöyle formülüze ediyordu:

“Vicdanin ziyası (onu besleyen, yol gösteren ışık), ulûm-u diniyedir (dini ilimlerdir, vicdan ancak bu yolla aydınlanır, mutmain olur ve etrafını da aydınlatır); aklın nuru fünun-u medeniyedir (müsbet ilimlerdir ki, akıl da bunlarla beslenir ve tatmin olur). İkisinin imtizacıyla (birleşmesiyle) hakikat tecelli eder. (Gerçek ortaya çıkar). O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. (Akıl ve kalb aynı noktada birleşirse, insanın gayreti kanatlanır ve insanlık âlemi yüksek medeniyetlere uçar). İftirak ettikleri (birbirlerinden ayrıldıkları) vakit, birincisinde (sadece kalble hareket edenlerde) taassup; ikincisinde (kalbi ihmal ederek yalnız aklını esas tutanlarda) hile ve şüphe tevellüd eder (ortaya çıkar).”

Kalbin nuru olmazsa, akıl ve fikrin karanlıkta kalacağını ve o kişinin asla münevver bir insan olamayacağını beyan eden Üstad Bediüzzaman, sadece bir iddiadan ibaret kalmayan, uygulamada ve pratik hayatta yüzbinlerce insanın da şehadetiyle harikulade muvaffakıyetli sonuçlar veren tebliğ ve eğitim anlayışında, insanların aklına ve kalbine seslenen ikna metodunu esas tuttu.

“Medenilere galebe çalmak, ikna iledir. Söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile (zorlamakla) değildir.” diyordu. Bu istikamette iman esaslarını mutlak referans olarak kabul eden, akıl ve kalbi birlikte tatmin ederek çok kısa bir sürede hakikate yol açan 130 parça Nur Risalelerini telif etti.

Bu eserler yalnız cüz’î bir tahrîbâtı ve küçük bir hâneyi ta‘mîr etmiyor; belki dünya çapında büyük bir yıkımı ve İslâmiyet’i içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan çok büyük bir kal‘ayı ta‘mîr ediyor.

Bu eserler, yalnız hususî bir kalbin ve bir vicdanın ıslahına çalışmıyor, sadece şahsi kemalatı hedeflemiyor. Belki İslamın hükmünün nafiz olduğu asırlar boyunca fırsat bulamayan ve biriken müfsid fikirlerin son asırda kendisine yol bulmasıyla yaralanan kalb ve fikirleri tedavi ediyor.

Özellikle bütün ehl-i imanın dayanak noktası olan İslâmî esasların ve İslam alameti olan şeâirlerin kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan manevi değerleri ve vicdanlarda açılan geniş yaraları, Kur’ân’ın ve îmânın ilaçlarıyla tedâvi etmeye çalışıyor. Bütün insanlığın kemalatını kendine gaye ediniyor.

İşte Risâle-i Nûr eserleri, bu vazîfeyi görmekle beraber, îmânın hadsiz mertebelerinde nihayetsiz terakkıyât ve inkişâfâta vesiledir.

Üstad Hazretleri eserlerinde takip ettiği tebliğ usulünde öncelikli olarak gayrı değil, kendi nefsini muhatap kabul ediyordu. Onun mektupları “Ey insanlar veya muhterem cemaat!” diye değil, “Bil ey nefsim!” diye başlıyordu.

“Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez. Öyle ise önce nefsimden başlarım.” “Çünki ben nefsimi herkesten ziyade nasihata muhtaç görüyorum. Kim isterse benimle beraber dinlesin.” diyordu.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri iman hakikatlerinin muhtaç gönüllere ulaştırılmasında maddi manevi hiçbir karşılık beklenmemesini davasına esas tuttu, talebelerine hep bu istikamette nasihatlerde bulundu.

“Bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan; ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle, bilmeyenlere, bilmek ihtiyacında olanlara te'sirli bir surette bildirmek, bu keşmakeş dünyasında imanı kurtaracak ve muannidlere kat'î kanaat verecek bir tarzda, yâni hiç bir şey'e âlet olmayacak bir tarzda bir Kur'an dersi vermek lâzımdır ki; küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inadçı dalâleti kırsın; herkese kat'î kanaat verebilsin.”

“Bu kanaat da, bu zamanda, bu şerait dâhilinde, dinin hiç bir şahsî, uhrevî, dünyevî, maddî ve mânevî bir şey'e âlet edilmediğini bilmekle husule gelebilir.” diyordu.

Çile kahramanı aziz Üstad, ömrünü vakfettiği davası uğrunda çok sıkıntılar çekti. Cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyasını feda etti. Bütün ömrü harb meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. İman hizmetinde çekmediği cefa, görmediği eza kalmadı.

Yazdığı bir mektubunda; “Seksen küsür senelik hayatımda dünya zevki namına hiçbir şey bilmiyorum.” diyordu.
Talebelerinin kendisini Mısır gibi, Hicaz gibi diğer İslam beldelerine götürmek yolunda “Sizin kıymetinizi oralarda takdir ederler, krallar gibi ağırlarlar” tekliflerine, “Hayır, ben oralarda olsam, buraya gelmem gerekiyordu” diye cevap veriyordu.

O, Kur’an davası uğruna, âlem-i İslam çapında ve hedefinde yapılan eğitim hamleleri sebebiyle çekilen sıkıntıları, derdini sevmek, derdini kendine derman kabul etmek noktasında değerlendiriyor ve davasını hiçbir şeye alet etmeme ekseninde kendi nefsini tamamen arka plana alarak son günlerinde bir nevi vasiyeti hükmünde bizlere şöyle sesleniyordu:

“Allah'a binlerce şükür olsun ki: Yirmisekiz senedir dini siyasete âlet ithamı altında kader-i İlâhi ihtiyarım haricinde dini, hiç bir şahsî şeye âlet etmemek için beşerin zâlimane eliyle mahz-ı adalet olarak beni tokatlıyor, ikaz ediyor. Sakın diyor, îman hakikatını kendi şahsına âlet yapma; tâ ki, îmana muhtaç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor, nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun.

Nur Risaleleri'nin, büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın, kalblerde ve ruhlarda yaptığı te'sirin sırrı budur; başka bir şey değildir.

Risale-i Nur'un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlimler, yüzbinlerce kitaplar daha belîgane neşrettikleri halde, yine küfr-ü mutlakı durduramıyorlar.

Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerait altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur: Said yoktur; Said'in kudret ve ehliyeti de yoktur; Konuşan yalnız hakikattır, hakikat-ı imaniyedir.

Mâdem ki, Nûr-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde te'sirini yapıyor, bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Yirmisekiz sene çektiğim ezâ ve cefalar, mâruz kaldığım işkenceler, katlandığım musibetler helâl olsun. Bana zulmedenlerin, beni kasaba kasaba dolaştıranların, hakaret edenlerin, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlerin, zindanlarda bana yer hazırlayanların hepsine hakkımı helâl ettim.

Ben, maddî ve mânevî her şey'imi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sayede, hakikat-ı imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüzbinlerce belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir; ve benim, maddî ve mânevî her şeyden feragat mesleğimden ayrılmayacaklardır; yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır.

Bize işkence edenler bilmeyerek, Kader-i İlâhî'nin sırlarına akıl erdiremeyerek hakikat-ı imaniyenin inkişafına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz onlar için yalnız hidâyet temennisinden ibarettir. Ben çok hastayım; ne yazmaya ne söylemeye tâkatim kalmadı; belki de bunlar son sözlerim olur. Medresetüzzehra'nın Risale-i Nur talebeleri bu vasiyetimi unutmasınlar.”

Değerli dostlar, muhterem misafirler!

Cenab-ı Hak’dan niyazımız odur ki, bizlere asrın imamının bu muhteşem vasiyeti istikametinde muvaffakıyetler ihsan etsin. Bu iman, Kur’an davasında hepimizi rızasına mazhar eylesin.

Bu vesile ile tekrar sizlere hoş geldiniz diyor, sempozyum süresince sunulacak tebliğlerden hep birlikte istifade etmeyi temenni ediyoruz.

Ehlen ve sehlen.

Esselamü aleyküm.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder