SELAMUN ALEYKÜM

İnşaallah istifadeye medar olur!!!!!!

27 Temmuz 2010 Salı

Fatiha'ya Girerken Eûzü


İnsan, Kelâmullah'a girmek istediğinde kalb, ruh ve hissiyatını Kur'ân'a girmeye hazır hale getirmelidir. Bu da ancak, buraların, şeytan hakimiyetinden kurtarılıp temizlenmesiyle mümkündür. Allah'ın, meleklerinin arasından çekip aldığı ve dergâhından kovduğu, rahmetinden mah rum ettiği ve bir daha da semâya çıkmayı ona haram kıldığı şeytanı, İnsan da Kabe'den daha kudsî ve Sidre'den daha mualla olan kalbinden tard edip koymalıdır ki Allah ahlâkı ile ahlâklanmış ve Kur'ân'ın içine girmeye hak kazanmış olsun. İşte bu duygu ve düşünce içinde, her hayırlı işte olduğu gibi Kur'ân'a başlarken de evvelâ “Euzü billahi min-eşşeytanir-racim” diyor ve söze öylece başlıyoruz. İmam Ahmed b. Hanbel, Sevrî ve Evzâiye göre "Semî ve "Alim" kelimelerini de eklemek gerekir. Onlara göre bu cümle “Euzü billahi-essemî el-alîmi min-eşşeytanir-racim” şeklinde olur.

Eûzu sarf ve iştikak ilmine göre “ûzü” kelimesinden iştikak etmiş "türemiştir". Birincisi: iltica ve Allah'a sığınmak. İkincisi: İstîcâr; Allah'ın ateşinden, azabından korkmak, ûrkmek, titremek, Üçüncüsü de: Uşak, yapışmak dernektir. Öyle ise bu üç mânâya göre (Eûzu)'yü söylemek istersek şöyle olacaktır:

Birincisi: Allah'ın lütfuna, inayetine, ihsanına iltica ediyorum.
ikincisi: Allah'ın lütfuna dayanarak O'nun azabından yine O'na sığınırım.
Üçüncüsü: Allah'a dayanıyor, Allah'a tutunuyor, İltisak ediyorum. Her şeye karşı kuvvetsizliğimle beraber O'na dayandığım İçin, bu müthiş kuvvede herşeye meydan okuyorum, işte, başımda değirmen taşlan çeviren ve bana karşı çeşidi tuzaklar kuran korkunç şeytana karşı da böyle bir güçle çıkıyorum.

Billah, Allah kelimesi kâinatta tecelli eden bütün Esmâ-i Hüsnâ'nın mânâsını camidir. Noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarla muttasıf, bütün kâinat, isimlerinin cil-veleriyle dalgalanan, kâmil sıfatlarla muhat bulunan, beşer aklının idrak edemediği,zıddı, mis -H,menendi bulunmayan Zât demektir. Allah dediğimiz zaman insanın aklına bu gelir.İşte "Ben sağdan, soldan,önden arkadan, alttan ve üstten gelen ve kâinatı lebâleb dolduran şerirlere, serlere ve şeytanlara karşı, bütün kâinat kabza-İ tasarrufun da olan ve ancak "Allah" demekle anlatabildiğim yüce yaratıcıya iltica ediyor ve O'na dayanıyorum.

Şeytan:Ya “şetan” veya “şât yeşît” den gelir. “şetan” olursa ba’de demektir. Böylece Allah'ın rahmetinden uzak oldu mânâ sına gelir.

'Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık" (1)

İnsi olsun, cinnî olsun Rahmet-i ilâhiden uzaklaşan, temerrüt eden herşeye şeytan denir. Onun için Allah nizamının dışında hayat yaşayanlara şeyâtîn; Allah'ın nizamının dışında ne kadar nizam varsa hepsine şeytan nizamı ve Allah'tan uzaklaşan, Rahmetinden cüda düşen herkese de şeytan, diyoruz. “şât yeşît” şeklinde ele alırsak “bâtıl” mânâsına olur. Maslahatına muvafık şeyleri keza, secde ile Allah'a kurbiyeti mümkün iken, Allah'a baş kaldırıp serkeşlik yapmasıyla kendi menfaatine olan şeyleri iptal ettiğinden şeytana şeytan denmiştir,

Erracim, Mercum manasınadır. Lâin deyip mel'un mânâsına anladığımız gibi Dergâh-ı ilâhîden kovulmuş, Allah'tan uzaklaştırılmış demektir. insan bazen şeytanın vesveselerini hissedemez, hissettiklerini de kalbinden bertaraf edip, atmaya muktedir olamaz. Sanki şeytan İnsanın kalbine bir santral kurmuş, kendisi de başına o turmuştur.Daha sonra da oraya kendini duyuracak bir alıcı yerleştirmiştir.Buna Lümme-i Şeytaniye denirlnsan kalbinde ,Hakk-'ın bir lümmesi; yani Allah'tan gelen şeylere ma'kes olabilecek bir cihaz bulunduğu gibi, birde Şeytanın santralı vardır. Şeytan, insanın duygularına öyle meseleler dikte eder ki, insan çok defa onlan hissedemez. Yine, hadisin ifadesiyle hannâs olan şeytan ağzını, insanın kalbine verir öyle efsun eder ki insan bunun farkına varamaz. Farkına varsa da hissiyatın kabul ettiği bu vesveseleri çok defa def etmeye muktedir olamaz. İşte o zaman da "Kalbimde vesvesesini duyamadığım şeytanın vesvesesini duyan Allah'ım" mânâsına
(Es-Semi') ve onun keyfiyetini bilen, bilip de bunu defetmeye muktedir olan Allah'ım mânâsına da (El-Âlim) diyerek “Euzü billahi min-eşşeytanir-racim”
deriz."

İnsan, düşman ve belâları çok olan bir varlıktır. Evet o, sivrisinekten sıtmaya, ondan gökyüzündeki meteora, ondan bîr yıldızın, küresine gelip çarpmasına kadar aleyhtarları çok bir varlıktır. Bütün bu serleri defetme ve eğer edemezse, defedecek birisine dayanma zorundadır. Ay rica insan muhtaç olduğu pek çok şeyleri de celbetme mecburiyetindedir. Yeryüzünün, Güneşin, Cennet'in ve bütün ziyalar ziyasının bir cilvesi olan Allah'ın Cemal'inin ziyasını celbetme-ye hakikaten çok muhtaçtır. Celp ve defetme mecburiyetinde olduğu bütün bu şeyler ise insan tâkaünm fevkindedir. Bu durumun farkında olmaya, ilim ve insanın kendini bilmesi denir, işte insan, her işe bu "bilmekle" başlar, düşmanlarını defetmeli, ancak silahı yok, belâlar ve musibetlere mukavemet etmeli fakat güç ve takati yok; ebede uzanmış arzularını yerine getirmeli ama İmkânı yok... İşte kendini bilmekle bu sırra eren insan, kendini zavallı perişan, âciz ve zaif görmeye başlar. Birden bire kalbinde ciddi bir tevazu ve inkisar hasıl olur. Kalb öylesine burkulur, ruh ve hissiyat öylesine kırılır, insanın kanatlan öylesine yere iniverir ki, bu haliyle insan, ağzıyla hiçbir şey söylemese dahi Mevlâ onun o vaziyetine acıyacak ve merhamet edecektir. Bu da işin ikinci şıkkıdır. Hemen o esnada üçüncü hal karşımıza çıkar, buna da amel ve iş diyoruz. Gönülde, Cenâb-t Hakk'ın hıfzı, inayeti, keremi temenni edilmeye başlar, insan adetâ bütün benlik ve dehasıyla, kendi içinde yükselme yollarını araştırır dil, gönülden yükseJen bu hâle tercüman olur ve: “Euzü billahi min-eşşeytanir-racim” der. Bu "Allah'ım sen çok güçlü, çok kuvvetlisin, zâtımla sana iltica ediyorum.Cünkü melce' ve mencâ sadece sensin demektir. Nice kimseler vardır ki çok iyi bir mü'min, çok sağlam bir akideye sahip olmayı ve müstakim bir hayat yaşamayı arzu ederler ama vesvâs ve hannâs olan şeytan onları inhiraf ettirir .Arzu ettikleri dürüst hayatı yasaya madıkları gibi akîdeleride sağlam kalamaz, işte böyle birisinin altından kalkamayacağı büyük meseleler karşısında Allah'ın inayetine sığınmayı İfade eden......cümlesini zikretmesi gerekir.

Allah insanın terakkisine medar olsun diye, onun mahiyetine, şehvet, gazap vs. gibi tabiî duygular dercetmiştir. Bunlar insanın terakkisine menşe ve medar olacaktır. Ateşi insanın istifadesi için yaratan Allah şehveti de aynı gaye İçin yaratmıştır. Tâ nesil üresin, Ümmet-i Mu-hammed artsın, O'nun Esma ve Sıfatlarına aynalar çoğalsın, böylece makâsıd-ı ilâhi tahakkuk etsin. Halbuki çok defa bu duygu böyle âli bir gaye için verildiği halde, şehvet, insanı eve-i kemâlden zulumât-ı cismaniyete atıverir ve boğar.Ve yine insan, fıtratı itibariyle kanatlanıp yukarılara doğru uçmayı arzu ettiği ve bu kabiliyette yaratıldığı halde, çok defa şehvet, insanı ten tenceresinde erimeye zorlar ve onu çepeçevre sararak oraya âdeta bağlar. Gazap ve diğer tabii duygular da birer maslahat için verilmiştir. Fakat bütün bunların altından kalkamayan insan, bunalır, canı gırtlağına gelir. Halbuki o, güvercinler gibi kanat çırpıp yukanlara doğru çıkmak ister. Çıkamayınca da Allah'a dayanmayı akıl eder ve “Euzü billahi min-eşşeytanir-racim” der.

(Eûzu) bir bakıma özür arz etmektir. Diğer yönüyle sadâkat nişanıdır. Bîr başka tarifiyle de başına gelecek hadiseler karşısında şaşkınlığını Allah'a havaleden ibarettir. Ulül-Azm peygamberlerden birisi olan Hz. Nuh (A.S.) Cenâb-ı Hakk'ın kendisini
Niye oğlunun kurtuluşunu ve onun gemiye binmesini bu kadar ısrar ile istiyorsun? O senin ehlinden değildir. Şeklindeki tenbih ve kınaması karşısında:

"Bilmediğim bir şey i Sen'den istemekten yine San'a sığınırım Rabbim diyordu (2).


Yusuf Peygamber, Zeliha'nın tehdit ve şiddetli iştiyakı karşısında , "Allah'a sığınınm: Efendim bana güzel baktı" (3) diyordu. Biz burada Cenâb-ı Hakk'a karşı sadakat nişanını izhar eden bir keyfiyet görüyoruz, iffet âbidesi olarak karşımıza çıkan Hz. Yusuf sadece Allah'a sığınmakla, bu İşten kurtulacağına inanmıştı ve öyle de oldu.

Ve Hz. Musa (A.S.) Bakar'ın kesilmesi hususunda kavminin endişesiyle "Bizimle alay mı ediyorsun?" şeklindeki sorularına karşı : “Cahillerden olmaktan Allah'a sığınınm." der. timi az dahi olsa, Allah'ı bilen bir kimseye câhil denmez. Ama Allah'ı bilmeyenin ilrni çok dahi olsa ona câhil denir. Burada, bir peygambere istihza İsnad ediliyor ve o da böyle bir fiilden Allah'a sığınıyordu. Zira bir peygamber'den asla ve kafa İstihza sadır olmaz.Cünkü istihza Allah'ı bilmeyenlerin işidir. Cenâb-ı Hak Habibine Kur'ân diliyle şu duayı ta’lim ediyor.

"Şeytanın hümezelerinden, onun benim İçin hazırladığı tuzaklardan, komplolardan, vesveselerden ve çeşit çeşit ölümlerden dahi Allah'ım sana sığmıyorum. Ve benim hâzır ve nâzının sensin. Şeytanın bana hâzır ve nazır olmasından da sana sığınıyorum. (4)

Diğer taraftan Felâk Sûresi; bir sürü Şeytan'dan Allah'a sığınmayı tavsiye ediyor.

Muaz b.Cebel, sahâbînin şereflilerindendi. O camiye girip çıkarken, topluluklar İçinde otururken, vakar ve ciddiyetiyle tamamen bir başkaydı. Bu nadide insan, Allah Resulü (S.A.V.) ile bulunduğu bir zamanda geçen bir vak' ayı bize Buhari'nin tespitine göre şöyle anlatıyor: "Allah Resulü (S.A.V.)'nün bulunduğu mescidin bir köşesinde iki şahıs birbirine karşı uygunsuz davranışta bulunmuş ve uygunsuz sözler sarfetmişlerdi. Bunlardan biri o kadar öfkelenmişti ki boynunun damarları çatlayacak gibi kabarmış ve adam öfkeden ne yapacağını bilemez hale gelmişti. Allah Resulü onu öyle görünce yanındakilere döndü ve şöyle ferman etti.

"Ben bir kelime biliyorum ki eğer onu dese bu hal ondan gidecek. O da "Şeytanın geninden Allah'a sığınırım olan Eûzüdür ( 5) Muaz b. Cebel gidip ona bunu söyleyince adam "Ben delî miyim bunu söyleyeyim?" dedi. Allah Resûlü'nün teklifi karşısında saygısızca davrandı. Belki İçinde nifak vardı, belki de bu işin inceliğini kavrayamamıştı. Halbuki Allah Resûlü'nün maksadı tamamen başkaydı. O bir an önce onu içinde bulunduğu ve boğulduğu havadan uzaklaştırmak istiyordu.Yani 1: Ona diyordu ki;sen bu sözü söylesen meseleyi şeytanıyla beraber Allah'a havale etmiş olursun. Hem dikkat et! Kızdığın bir adama hayalinde kurduğun intikam çeşitleri, İntikam stilleri sadece seni yıpratacaktır ve bunun ona bir zararı olmayacaktır. Halbuki meseleyi Allah'a havale etmekle öyle bir intikam alacaksın ki bin sene yaşasan emsali intikama muvaffak olamazsın. îşte bunun için" Eûzü de" diyordu.
2: Bu sözün altında Allah Resulü ona şunu ihtar ediyordu; Bazen İki kişi muhasama olur, davalaşırlar. Haklı veya haksızın kim olduğunu bilmezler. O esnada meseleyi Allah'a havale etmek-en makûl yoldur. işte bu durumda "Ben şeytanın şerrinden, yanlış bir karar vermeden,' haksız bir meseleyi iltizamdan Allah'a sığınıyorum." sözü şeytandan olan bu korkunç ateşe su serpecektir. Ve işte Allah Resulü de bunu tavsiye ediyordu.

3 • Bir diğer nokta yi da bunun altında şöyle anlatmış oluyordu; Sen gücünle, kuvvetinle, cebbarlığınla adamın başını ezmeye cesaret ve teşebbüs ediyorsun. Halbuki sen ne kadar güçlü ve kuvvetli, cebbar ve zâlim olursan ol, Allah senden daha Kahhâr ve daha Cebbar'dır. “Yevme tübles-serâir” de, evet sırların ortaya döküldüğü o günde Allah Kahhâriyetiyle, Cebbâriyetiyle senin başını ezecektir. İşte bütün bu mânâları hâvi böyle bir cümleyi Allah Resûlü'nün tavsiye etmesine mukabil, inat eden adam, bundan mahrum kalıyor nefis ve şeytanına mağlup ve mahkûm oluyordu.

Havle binti Hâkim (R.A.) Müslim ve Muvatta'da olan bir Hadis-i Şerifi bize şöyle naklediyor.

"Bir kimse bir yerde konaklar, Allah'ın mukaddes kelimeleriyle Allah'a sığınıyorum derse; oradan göç edeceği ana kadar, ona hiçbir şey zarar vermez." (6)Burada bilhassa şu noktaya dikkat çekilmiştir: Mele-İ Âlâdan, esfel-i sâfiline kadar esrar, ahyârla, habis ruhlar iyi ve güzel ruhlarla, şeytanlar meleklerle mücadele etmektedir. Esrar, İnsanlığın zararına, ahyâr ise insanlığın hayrına iş yapmaktadır. Eşrârın insanı şirâzeden çıkarmasına mukabil, ahyâr insanı tarik-i müstakime davet ermektedir. Onun içindir ki insan nereye giderse gitsin, nerede konaklarsa konaklasın cin ve şeytanın ve orada hevam şeklinde insana görünen haşaratın şerrinden Allah'a sığınması, ahyârı ve Mele-i âlânın sakinlerini yardıma davet etmesi, o mücadelenin muvaffakiyetle sona ermesini Allah'tan temenni ve niyaz etmesi demektir.

Ebû Umamet-ül Bâhili, Mescid-i Nebevide melûl, mahzun, mükedder, kalbi kınk, boynu bükük oturuyordu. Rasûlü Ekrem (Ş.A.V.) onun yanına sokuldu ve bu halinin sebebini;
-Niye mahzun, niye mükeddersin? diyerek sordu. Ebû Ummame'de:

-Ya Rasûlallah evde yiyecek birşey yok ve fakru zaruret had safhaya geldi. Ben de gönlümle Cenâb-ı Hakk'a teveccüh ettim, cevabını verdi. Allah Rasûlü, ona reçete mahiyetinde şu hususları talim etti ve sabah akşam şunları söyle dedi:
"Allah'ım gönül tasasından, üzüntüden, hüzünden, acizlikten, beceriksizlikten, iş yapamamazlıktan, kendimi anlayamama, durumumu değerlendire-meme, kâinatın kanunlarından İstifâde edememeden, eli kolu bağlılıktan, miskin miskin oturmadan, korkudan, cimrilikten ve malımı ulvî bir gaye için verememeden sana sığınırım." (7) Bunların herbiri birer cevher ve hayatî büyük hakikatleri ifade etmektedir. Evet, nice kimseler vardır ki hayatlannı, vermeleri icab eden yerde veremediklerin -den zilletle verme mecburiyetinde kalmışlardır. Işte,böyle zelilane hayatımı vermeden sana sığınırım. Nice kimseler vardır ki izzetle mallarını verip izzetlerini kurtarmak mümkün iken bunu yapamadıklarından, mallan zilletle ellerinden alınmıştır. İste bundan da sana sığınırım. Düş-manlann bana galebe çalmasından da sana sığınırım. Evet Allah Rasûlü, Ebû Umamet-ül Bahîlî Hazretlerine bu şekilde istiâzeyi tavsiye buyuruyordu.

Kur'ân-ı Kerim'de; şeytanın, nefsin, dehrin ve hikmetini bilmediğimiz nice hâdiselerin şerlerinden Allah'a sığınmayı ifade eden açık, kapalı, sarih, işârî, remzî mânâlarıyla belki yüzlerce âyet vardır. Fakat bu âyetleri burada sıralamak mevzuyu uzatmak olacağından bu kadarla iktifa ederek " Eûzü" dediği miz zaman bu mübarek kelime altındaki dekâiki arzetme ye çalışalım.

İnsan, ihtiyacı ebede uzanmış bir varlıktır. Bir çiçeği istediği gibi bir bahan da ister. Bahan elde etmekle tatmin olacağını mı sanıyorsunuz? Arkasından Cenneti ister, geçici bir cennete de razı olmaz, ebediyet İster; ama saadet içinde bîr ebediyet... Ancak bir yerde bu da onu tatmin etmez, Cenâb-ı Hakk'ın Cemâlini müşâhadeyi talep eder. Evet, insana verilen herşey bir başka şeyi isteme mevzuunda ona fikir verir, o da hemen arkasından bir başka şey ister, işte insan, böylesine, istekleri birbirini takip eden bir varlıktır. Bununla beraber imkânları o kadar dardır ki elini nereye uzatabiliyorsa im-kânlan da o kadardır .Yani elinin döndüğü daire kadar bir imkâna sahiptir. Belki çok defa bu daire İçindeki işlerin dahi altından kalkamaz, mağlup olur. Böyle bir insan acaba ne yapmalı? Kirn ne derse desin en akıllıca, en mâkul yol onun, "Ben Allah'ın inayetine sığınıyorum." demesi olacaktır, işte bu mânâyı, Allah (C.C.) bizlere, Kur'ân okumaya başlarken (Eûzü) cümlesiyle ifâde ettiriyor.
(Eûzü) bir manâsıyla da insanın aczini İtiraf etmesi demektir. Aczini itiraf eden bir insan, kınk kalbiyle Allah'a teveccüh eder. işte o zaman Rahmet-i ilâhî, nikab ve hicabını kaldırarak, rahmete ve şefkate çok muhtaç olan insanın yüzüne güler ve insan böyle bir yakınlıkla müşerref olduğu zaman r. Allah (C.C.) "Ben kalbi kırıklarla beraberim"diyor. W'.'Hiçbir-şey yapamadım, dehrin hadiselerinin altından kalkamadım,seni hoşnut edecek işleri beceremedim, bu halimle huzuruna geldim fakat kalbim kırıktır" diyen insana Allah, "Üzülme! Ben de kalbi kırıklarla beraberim" karşılığını verecektir.

İnsanın tam tâata muvaffak olabilmesi için gönlünde taht kurmuş şeytanı atması ve gönlünü Allah için müheyya etmesi gerekir. Gönlünden şeytanı atamamış, onu temizleyememiş, İç âlemini tezyin edememiş bir İnsanın okuduğu Kur'ân kirli bir gönül ve lekeli bir ağızdan çıkar. Bu itibarla.bu durumdaki bir insanın ilk defa bir tahliye ve tezkiye yapması gerekir ki Eûzü'de bunu yapmaktadır. “Euzü billahi min-eşşeytanir-racim” derken bu ulvî mânâyı düşünür kalb ve lisan taharetini bununla yapar ve kelimenin gücüne İnanarak onu söyleriz.
Kalb Beyt-i Hüdâdır. Hususiyle geceleri Sultan, kasrına nüzul etmek ister. Allah Resulü bize; "yatarken abdest al şu duayı oku, Allah'a teveccühde bulun, şeytanın şerrinden Allah'a sığın ve Muavizeteyn'i tilâvet et, öyle yat" diyor. Çünkü o gece Sultan bizim kalbimize de nüzul edebilir. Kalb kapalı, kirli ve Allah için temizlenmemiş ise, o gece Sultan böyle bir kalbe nüzul etmeyecektir. Hz. Hakkı:

" Dil Beyt-i Hüdâdır onu pak eyle sivâdan
Kasrına nüzul eyleye Sultan gecelerde. "

demektedir. Rahman her gece kasrı olan senin gönlüne nüzul etmek için semâ-ı dünyaya keyfiyeti meçhul bir inişle İner. "Yok mu dua eden duasını kabul edeyim? Yokmu istiğfar eden mağfiret edeyim? Yok mu bana teveccüh eden, Rahmetimi ona tevcih edeyim? Yok mu el açıp yalvaran el uzatayım?" dediği zaman bizler gönlümüzü açmış -sak, Sultan, rahmetiyle kendi kasnna nüzul edecektir.

Allah Cennetini bizim için hazırladı. O'nun adına da Kur'ânında Dâru's-Selâm dedi. (Selâm ve emniyet içinde yaşamış olanların yurdu). Sanki Cenâb-ı Hak bizlere "Ben orayı pak, temiz olanlar için hazır tutuyorum. İçinde öyle huriler var ki ne ins ne de cin gözü onlara temas etmemiştir. Benim de bir kasrını var, o da senin gönlündür. Benim Cenneti pak ve temiz tutmama mukabil, sen de benim köşkümü temiz tutuyor musun?" demektedir.

"Sığmam dedi Hak Arz-u Semâya
Kenzen bilindi dil mâdeninden,

Allah gönülde kenzen bilinir. Bu, "Arz ve semâya sığmadım. Mü'min ahdimin gönlüne sığdım" mealinde olan ve Kudsî Hadîs diye rivayet edilen bir sözden mülhemdir. Hz. Allah başka yerleri değil, senin gönül tahtını tecellisine ma'kes yapmış ve orayı, keyfiyeti bizim için meçhul kudsî bîr taht olarak kabul etmiştir. O, senin Cennet yurdunu serden ve şerirden muhafaza etmesine mukabil, sen de O'nun kasn olan gönlünü O'nun için pak ve temiz tutabildin mi?.. İşte Eûzü bu temiz ve pak tutmayı temin edecektir. Onun içindir ki, Allah Rasûlü, yatmadan evvel yatakta ellerini birleştirerek tutuyor, Muavizeteyn'i okuyor, elerine üfleyip, ellerini temas edebileceği bütün vücuduna sürüyordu. Böylece herşeyden Allah'a sığınıyor ve âdeta "Cesedime şeytan elini sürmesin, kalbime şeytan girmesin" diyordu.
"Şeytan insanoğlunun damarlarında tıpkı kan gibi cereyan eder." (9) Alyuvarlar ve akyuvarları, âdeta binek yapar ve insanın kalbine kadar onlarla nüfuz ederek insana vesvese verir. Tecelligâh-ı ilâhî olan kalbin havasını bulandırır. Sonra da insan, etrafına ve Cenâb-ı Hakkı ifade edip anlatan herşeye bulanık bulanık bakmaya başlar. Artık herşey onun mâhiyetinde bulanık bir şekilde görünmeye başlar. Onun içindir ki Allah:

Eûzü bir-rahim eûzü bir-rahim ,
Eûzü bil-gudüs eûzü bir-rezzâk

bütün Esmâ-ül Hüsnâ-yı içine alan ve zâtının İsmi hassı olan Allah ismi şerifini zikrederek burada "Allah'a sığının" diyor.
Şimdi lâtif bir nükteyi arz edelim:

Sizin iki çeşit düşmanınız, bu iki çeşit düşmana karşı da iki türlü cihadınız vardır. Bunlardan birincisi, imanınıza karşı naralar atan, maddî mevcudiyetinizi yok etmek, servetinize el koymak, vatanınızı sömürmek isteyen maddî düşmanlarınızdır. Bunlar, sizin karşınıza topla, tüfekle, tankla, uçakla çıkarlar. Sizler şimdiye kadar bu tür düşmanlara karşı Allah'tan her yardım dileyişinizde O'nun yardımı gelmiş ve her defasında meleklerini göndererek düşmanlarınızı perişan etmiştir. Evet, siz, Allah'tan yardım istemiştiniz, Allah'da size üçbin, beşbin melekle yardım etmişti. Evet önemli bir zaferimiz olan Çanakkale'de dahi bizzat İngiliz Kumandanı Hamilton'un ifadesiyle Allah, sarıklılar şeklindeki ruhanîleri Mehmetçiğin önünde koşturmuş Ve bir avuç mecruh Mehmetçik İngiliz gibi cebbar ve hodfuruş bir devleti Çanakkale Boğazı'nda durdurmuş ve boğazdan içeriye sokmamıştı. Gönlü coşmuşlar:
"Allah'ın yardımı ne zaman?" demişler. Allah'ta meleklerini göndermiş ve kullarını desteklemişti...

ikincisi de Cihad-ı Ekberdir. Bu tür bir cihadda ise, daha büyük bir yardımcıya ihtiyaç olur. işte biz Cihad-ı Ekberi, bize musallat olan şeytanımıza ve kötülükleri emreden nefsimize karşı veriyoruz. Biz nefis ve şeytana karşı vermiş olduğumuz bu mücadelede vesâiti bertaraf ediyor doğrudan doğruya Allah'a ilticada bulunuyoruz. Çünkü bu cihad Anadolu'yu işgal eden düşmana karşı değil, Allah'ın kasrı olan kalbin, şeytanlar ve şerirler tarafından işgaline karşıdır.

İşte maddi gücün çok az olduğu zamanda, Müslüman, Allah'a olan bağlılığıyla nasıl kendisin-' den çok güçlü düşmanlarını mâğlûb etmişse,bu büyük cihadda da insanı nefis ve şeytana karşı galip getirecek ve insanı onlar karşısında mağlûb olmaktan kurtaracak, yine Cenâb-ı Hakk'ın yardım ve inayetidir. Onun içindir ki, bu cihadda en mâkûl yol, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk'ın himayesine girmek olacaktır ki, "Eûzü" bu şuurlu sığınma ve teveccühün unvanıdır Cenâb-ı Hak. Şeytana "dergâh-ı ilâhîden kovulmuş" mânâsına Racîm demektedir. Onun hakkında kullanılan bu tabirle de, şeytanın daha önce huzur-u ilâhîde bulunduğunu, itaatkâr olduğunu anlıyoruz. Zirâ evvelce huzura kabul edilmemiş olsaydı, kovulmuş olması düşünülemezdi. Şeytan, kibir ve gururunun kurbanı olmuş, isyan ve temerrüdü onun "Racîm" olmasını netice vermişti. Böylece şeytan, Cenâb-ı Hakk'ın mü'min kullan için hazırladığı cennetten kovulmuştu.
Yani, Allah(C. C.) mü'min, kullarının emniyeti için, şeytanı cennetten tard etmişti. Buna mukabil acaba bizler, O'nun Samedaniyyetine bir ayna olan kalbimizi, O'nun İçin, şeytandan temizleyebildik mi? İşte mesele budur ve, (Eûzü) bize durmadan her tekrar edişte bu İhtan yapmaktadır.

Mû'min, Allah ahlakıyla ahlâklanan bir insandır. O, şeytanı senin yerin olan cennetten kovduğu gibi, sen de onu Hakk'ın tecelligâhı subhânisi olan kalbinden tardeyle ..! Eşşeytan kelimesinin başında harfi tarif vardır. Yani bu, belli ve mâruf olan şeytan demektir. Hani bir zamanlar Hz. Âdem'e başkaldırıp insana düşman olan şeytan. Evet dün olduğu gibi bugün ve yarın da küfür hesabına kurduğu saltanat sayesinde, inkârı devletleştiren ve devletleştirecek olan şeytan, kıyamete kadar bu dâva uğruna çalışacak ve her devrede kendisine temsilciler bulacak ve Allah nizâmını yıkmak İçin ne lazımsa yapacaktır. O sizin eski düşmanınızdır. Hani o, babanızı cennetten attıran ve Allah'ın huzurundan ayn düşmenize sebep olan şeytan. Siz onu yakînen tanıyorsunuz. Fakat bilin ki, babanız Âdeme yaptıklarını size de yapmak isteyecektir. Sakın gafil olup da onu kendinize dost edinmeyiniz. Ve ondan Allah'a sığının. Bu mâna Lam'ın ahd-ı hârici olduğuna göredir.
(Lam) cins mânâsına gelirse; Hz. Adem'in cennetten çıkmasına sebebiyet veren, Hz. Nuh'un kavmini baştan çıkaran... Ve yirminci asırda bütün dalâlet, rezalet ve şenâ-atiyle hUkünıfermâ olan ne kadar İnsî ve cînnî şeytan varsa hepsinin şerrinden Allah'a sığınıyorum, mânâsına olur.


Fıkhî Ahkâm

Eûzu 'nün fıkhî durumuna gelince; İbni Şîrîn ve Hanefi mezhebinin dayandığı imamlardan Nehâİ Kur'ân okumayı bitirdikten sonra “Eûzü” çekerler. Fakat cumhur, Kur'ân okumaya başlarken “Eûzü” çeker. Bunlann kendine göre, mesnetleri vardır. Diğer taraftan Imâm-ı Âzam ve İmâm- 1 Şafiî
“Euzü billahi min-eşşeytanir-racim”
Ahmed b. Hanbel ise “Euzü billahi-essemî el-alîmi min-eşşeytanir-racim” der. Yine iki mezhep irnamı Sevrî ve
Evzâi “Euzü billahi min-eşşeytanir-racim İnna’llahe hüve’s-semîul-alim derler.
İster öyle, ister böyle olsun biz birisini sabah-akşam diğerlerini de diğer vakitlerde söylüyoruz.

Her hâl-ü kârda, sabah-akşam, yatarken-kalkarken şeytanın şerrinden Allah'a sığınmak; selâmet içinde yaşamak ve emn-ü emân içinde Dâr-üs-Selâm olan cennete dahil olmak İçin berât demektir. Eûzü Allah'a iltica, özrünü Allah'a arz etme ve sadâkat nişanesidir. Kur'ân-ı Mu'ciz Tül Beyân her hâl-ü kârda “Euzü billahi min-eşşeytanir-racim”


demeyi ve dehrin hadiseleri karşısında, çapımızı, enimizi, boyumuzu araştırmayı, işin ilmini yapmayı tavsiye ediyor. Ve daima kolu, kanadı kırık gibi davranmaya, aczin, zaafın kanatlarıyla eve -i kemâlât-ı insaniyete uçup gitmeye ve hiçliğimizi anlayarak büyük hadiseler karşısında Allah'a güvenip dayanmaya teşvikte bulunuyor.
Dipnotlar:
1) En'am, 112, 2) Hud. 47, 3) Yusuf, 23, 4) Mü'minun, 97,98, 5) Buharı, Bed'ü'l-Halk 11, 6) Buharı, Enbiya, 10, 7) Buharı, Daavât, 36, 8) Bak; Keşfu'lHafa, I, 234, 9)Buhari. Ahkam, 21.
***********Hikmet Işık ***********

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder