SELAMUN ALEYKÜM

İnşaallah istifadeye medar olur!!!!!!

30 Temmuz 2010 Cuma

TEBLİĞİ USULÜMÜZ !!!!!


Tebliğin bir kemâl işi olduğu tesbitimiz bizi, mübelliğin kâmil olması tabii ve zorunlu sonucuna götürür. Muhataplarından bir gömlek üstün olmayan, belli bir hizmet anlayışı ve çabası içinde bulunmayan tebliğci, henüz tekevvün şartlarına sahip değildir demektir
"Özlü tavsiyeler" isteyen müslümana Peygamber Efendimizin "son namazını kılan müslümanın ihtimamı, huşuu, ihlâsı ve teennisine eş bir tavırla namazlarını eda et" buyurmuş olması, ibadetlerin mânevi hazzına erebilmek, kemâle doğru yol alabilmek için pek önemlidir.
İslâm cihanşumuldur, İslâm kolaylaştırılmıştır. Sevgili Peygamberimizin, "Ben kolay haniflikle gönderildim" hadisi bu gerçeğin açık delilidir. Mübelliğ, kolaylaştıracak, güçleştirmeyecektir. Müslümanlığın tanıdığı ruhsatları, kendi öz nefsinden esirgese bile müslümanlardan kıskanmayacaktır.
Mübelliğ davetçidir, lanetçi değildir. Davet ise bizzat merhamet demektir İyiliğini istemediğiniz kişiye davette bulunmazsınız. Davette bulunuyorsanız iyiliğini istiyorsunuz demektir
Tebliğci mütehassıs doktor gibi, çevreden göreceği reaksiyonlardan çok, elindeki hastayı şifaya kavuşturmak için samimiyetle ve bilerek ilaç sunmaya çalışacaktır. Öncelikli reçeteler yazacak, esneklik gösterecektir.

''Tebliğde usulümüz ne olmalıdır?"sualine;
İnsanın mükerremliği,
İslâm'ın mükemmelliği,
Usulün değişkenliği,
ve
Tebliğ'in vazgeçilmezliği'nden hareketle ışık tutmaya çalışmak, sanırım en uygun yol olacaktır.
Bu dört noktanın kesin olarak ortaya koyduğu gerçek, TEBLİĞ'in öncelikle bir kemâl işi olduğudur.
Kemâl (olgunluk) ise, ilim, iman, amel ve ihlâs'ın birleşmesiyle elde edilebilen dört mevsim geçerli taze güçtür.
Unutulmamalıdır ki, insanın mükerremliği(1), aldanmasına mâni değildir.
İslâm'ın mükemmelliği(2), cihanşumüllüğü ile dünyanın dört bir bucağına ulaşmış ve her ulaştığı noktada kendini hissetirmiştir.
Değişkenlik, usulün geçerlilik ve işlerliğinin garantisi olmuştur.
Tebliğ'in vazgeçilmezliği ise, davet edilecek insanın varlığına bağlı olarak süreklilik arzetmektedir. Her yerde ve her şartta, duruma göre bir tebliğ imkânı mutlaka bulunur. İnsan da hangi halde olursa olsun mutlaka tebliğ ve telkine ihtiyacı olacaktır.
Kur'an-ı Kerim'in bize haber verdiği peygamberlerin ve kemâl'de yegâne zirve Hz. Peygamber (s.a.)'in mübarek hayatları ile fikir ve davet erlerinin hayatları bu tesbitlerimizin canlı ve ibretli örnekleriyle doludur (3). Öte yandan günümüz tebliğ faaliyetlerini etkileyen bir başka önemli noktayı da dikkatten uzak bulundurmamak gerekmektedir. O da şudur:
Son yarım asra kadar sürdürülen tebliğ çalışmaları; İslâmi yönetimi ya kabul etmiş veya reddetmiş, ama mutlaka kesin tavrını ortaya koymuş yönetimler altında, yani ya böylesi bir idarenin desteğinde veya ona karşı yürütülmüştür. Uygulanan metodlar da ona göre seçilmiştir. Halbuki günümüzde, "kabul-red" karışımı bir anlayışa dayalı idari sistem çerçevesinde tebliğ görevi yürütülmek zorundadır. Güçlük de buradan kaynaklanmaktadır. Eskiden uygulanmış kesin tavırlı tutumlar yok tebliğcinin karşısında.. Deve kuşu misali, yerine göre müslüman, yerine göre anti—islâm olabilen kafalar ve gönülleri muhatab almak zorunda tebliğci... Özüne ve tarih köküne yabancı kültürler tarafından yozlaştırılmış, kendi kendisinden kaçırılmış, çalınmış beyinler.
Tebliğ usulümüz ne olmalıdır? derken bu yeni toplum gerçeğini kabullenmek zorundayız. Bu yüzden de ne sırf Mekke Devri şartları, ne sırf Medine Devri şartlan ve usullerinden bahsedilememekte, terkîbî bir usulün tesbit ve tatbikine ihtiyaç bulunmaktadır. Bu da hiç şüphesiz, kamuoyu oluşturan haberleşme vasıtalarına sahip olmak, toplum gerçeklerini inkâr etmemek temel fikirlerinden hareket etmeyi gerektirmektedir. Hatta tebliğde san'at unsurunu da daha belirgin bir tarzda yardımcı kılmayı da zorunlu hale getirmektedir...
Günümüz tebliğ usulü açısından önemli bir kaç noktaya böylece temas ettikten sonra, tebliğde temel unsurun insan olması dolayısıyla, özellikle mübelliğin bir kaç niteliğine işaret etmek istiyorum.

Kâmil olmak
Tebliğin bir kemâl işi olduğu tesbitimiz bizi, mübelliğin "kâmil olması" tabii ve zorunlu sonucuna götürür. Muhatablarından "bir gömlek üstün" olmayan, belli bir hizmet anlayış ve çabası içinde bulunmayan tebliğci, henüz tekevvün şartlarına sahip değildir demektir.
Tebliğcinin kemâle ulaşması için çok değil, mevcut görevinde en iyiyi verebilmek için sürekli bir gayret içinde olması yetecektir.
Resmi plandaki tebliğciler demek olan din görevlileri ve dînî eğitim—öğretimle meşgul olan ilmiye sınıfı, halen bulundukları makamların ve görevlerin birinci derecede yetkilileri olmayı hedef alırlarsa, kemal yolunda yürüyorlar demektir. Böyle bir cehd yerine, "ah, ben falan görevde veya makamda olacağım ki nasıl hizmet ettiğim görülecek" gibi üst mevki ve makamlar hayâli ve avunmasıyla vakit geçirilirse, o zaman kemâlden değil, hayâlden söz etmek mümkün olabilir. Çünkü, "perşembenin gelişi çarşambadan bellidir". Bugün bir şey yapmayanın yarın çok şey yapacağını kim garanti edebilir?
Tebliğcinin kemali konusunda dikkat çekici bulduğum bir hadis-i şerife işaret etmek istiyorum:
Ebu Eyyub el-Ensârî (r.a) dedi ki;
Biri Rasûlullah (s.a)'a geldi ve: "-Bana nasihat et, özlü olsun!" dedi. Rasûlullah (s.a) de:
"—Namaza başladığında, son namazını kılan biri gibi kıl. Yarın özür beyan etmek zorunda kalacağın sözü söyleme. İnsanların ellerindeki imkânlardan ümidini büsbütün kes!" buyurdu(4).
"Özlü tavsiyeler" isteyen müslüman Peygamber Efendimizin "son namazını kılan bir müslümanın ihtimamı, huşûu, ihlâsı ve teennisine eş bir tavırla namazlarını eda et!" buyurmuş olması, ibadetlerin manevî hazzına erebilmek, kemâle doğru yol alabilmek için pek önemlidir.
Aynı disiplin ve dikkatin söylenecek sözler konusunda da gösterilmesi, Hz. Peygamberin ikinci tavsiyesidir. O (s.a.) zaten genel prensib olarak; "Allah'a ve ahiret gününe inanan ya hayr söylesin ya da sussun!"(5). buyurmuştur. Özür beyanı bir fazilet olmakla beraber, her zaman Özür, yapılan hatayı tamire yetmez. Hele de "şuyuu vukuundan beter" olaylar da hiç etkili olamaz. O halde tebliğcinin, herşeyden önce, en azından özür beyanına mecbur kalmayacak derecede diline sahip olması da onu kemâle götürücü yol olmaktadır.
Tenezzülsüzlüğün, özellikle maddî konularda başkalarının imkânlarına göz dikmemenin, çevredekilerden bir şey beklememenin de hem kemâl işareti hem de kemâl yolu olduğu anlaşılmaktadır.
Zevk içinde ibadet, özür beyan etmek zorunda kalmayacak derecede söz ve yazıya dikkat ve insanların imkânlarına karşı tenezzülsüzlük... Her seviyedeki tebliğcinin sahip olması gerekli asgari kemâl şartları. Her düzeydeki görevde tebliğ uygulamasının temel gerekleri..
"Mevcut şartların iyi değerlendirilmesi" herhalde bu hadisin hatırlattığı uyanıklıkla mümkün olabilecektir. Siz bu uyanıklığa, askerî ifadesiyle teyakkuz, tasavvufî tabiriyle murakabe de diyebilirsiniz...
Bulunduğu görev ve şartlarda en iyiyi verebilmek gayreti, yetişme kusurlarının giderilmesi, ilmi, ameli, ahlâki ve metodik noksanlıkların ikmâli için tek yoldur. Cemiyet şartları ve İslâm konularında eğitime en çok muhtaç kesim olan din görevlileri, ancak bu yolla açıklarını kapatabilir ve haklı seslerini duyurabilirler. Tebliğ sorumluluğunu daha olumlu bir tarzda ancak böylece yürütebilirler. Çünkü bilerek davetin başka bir yolu yoktur "De ki; işte yolum budur; basiretle Allah'a davet ederim ben ve bana uyanlar..."(6)

Cihanşumüllük
Tebliğ usulü açısından pek önemli bir dikkat noktası da İslâm'ın cihânşumüllüğüdür. İslâmiyet, renk, dil, yurt ve iklim ayırımı yapmaksızın bütün dünyalılara hitabetmektedir. Bu özelliğin dikkatlere sunduğu gerçek, İslâm'ın kolaylaştırılmış bir din olduğudur.
"Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Rabbimiz, bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme!"(7) mealindeki ayetleri ve Sevgili Peygamberimizin, "Ben kolay haniflikle gönderildim"(8) hadisi bu gerçeğin açık delilleridir.
Belli bölgelere gönderilen peygamber ve dinlerin, o bölgenin özelliğine göre çözümler getirmesi ne kadar tabiî ise, dünyalıların hepsine birden gönderilen dine de ona göre şumül ve esneklik kazandırılmış olması o kadar tabiîdir. Daha çok kişinin İslâm tebliğinden nasibini alabilmesi yani daha çok kişinin müslüman olması da böyle bir kolaylaştırmayla beraber düşünülebilecektir.
O halde, tebliğcinin bu çok önemli noktayı, İslâm'ın ana özelliğini, onun kolaylaştırılmış olduğunu dikkatten uzak tutmaması gerekmektedir. O da bu genel özelliğe uyum gösterecek bir hizmet anlayış ve uygulaması içinde olacaktır. Yani kolaylaştıracak, güçleştirmeyecektir. Müslümanlığın tanıdığı ruhsatları, kendi öz nefsinden esirgese bile, müslümanlardan kıskanmayacaktır. Ya da bir başka ifade ile ruhsatları muhatablarından gizleyip kendine ayırmaya kalkmayacaktır. Aksi halde "sofu namazı abdestsiz, hoca namazı sünnetsiz" diye, "hocanın dediğini tut, gittiği yoldan gitme" diye tebliğcinin iflasını belgeleyen bir takım yanlış değerlendirmeler kaplar ortalığı, karıştırır zihinleri...
Tebliğcinin olumlu davranış içinde olması, olumsuzluğa, katılığa rağbet etmemesi esastır. Mübelliğ İslâm'a rağmen müslümanlığa hizmet etmek iddia ve girişiminde bulunmayacaktır. Hani meşhur fıkradır: Hoca ders okuturken "yecûzu" kelimesine "caiz değildir" mânâsı vermiş, biraz ileride de "lâyecûzu" ibaresi gelivermiş, ne yapsın hoca buna da hemen "hiç caiz değildir!" diye bastırmış manayı.. Bu fıkra hocanın cahilliğine misalmiş gibi gösterilir. Aslında bu, hocanın cahilliğine değil, katılığına, yani İslâmın verdiği ruhsatlara bile gönlünün razı olmayıp, dinin caizdir dediğine bile o "caiz değildir" diye işi bir iyice daraltmak istemesine misal kabul edilmelidir. Her şeyi yasaklamak isteyen zihniyet .!
Peygamber Efendimizin (s.a.v), müjde dozu çok yüksek bazı müjdeleri halka intikal ettirmek istememesi, "buna güvenip tenbellik ederler" gibi gerekçelere itibar etmesi bilinmektedir. Ancak yine bu müjdeler, sahabiler tarafından son anda da olsa bize haber verilmiş, "İslamî bir gerçeği, ilmî bir emaneti gizleme günahına girilmek istenmemiştir." Şartlara göre bazı kısıtlamalar getirilecekse, doktorun hastasına yaptığı gibi durumu açıklayarak yapmak ve konan kısıtlamanın geçiciliğini bildirmek gerektir. Aksi halde sonrakiler için problem olur.
Namazda bile cemaatin durumunu hesaba almayı tenbih eden bir Peygamberin (s.a.v) getirdiği dini tebliğ ederken, kolaylaştırma usulünü terketmek bilmem ki ne kadar doğru bir davranış olur?
Mevcut şartların, müslümanlık dışına sür'atle çekmeye çalıştığı muhatabları, ısındıra ısındıra, sevdire sevdire, ürkütmeden kazanabilmenin yolu, basitleştirme ya da kolaylaştırma temel prensibi uyarınca ve içtenlikle çalışmak olsa gerektir.

Fitne Çıkarmamak
Kolaylaştırma prensibi, "müslümanlar arasında fitne çıkarmama" kaydını da tebliğ usulüne ilave etmektir. Mübelliğler kadrosunun, öncelikle ellerindeki müslümanları korumak, kollamak, ama asla içlerinde bir ayırıma ve bölünmeye götürmemek sorumlulukları vardır. İslâm birliği noktasında herkesin TEVHİD'e gösterdiği ihtimama eş bir dikkat göstermek mecburiyeti vardır. Müslümanları bölerek, parçalayarak İslâm'a hizmet edildiği söylenemez. Bir başka tabirle, ihanet, hizmet diye ileri sürülemez.
Tebliğcinin birçok noktada mazereti olabilir ama, müslümanları parçalamak, bölmek yani ümmet-i Muhammed'e leke getirmek konusunda ne hakkı ne de mazereti söz konusu olabilir.
Tebliğin en nazik noktalarından biri budur. "İçe dönük mücadele" bütünüyle sona erdirilmeli.. Yerine "kendi aralarında yumuşak, anlayışlı'(9) tesbitinin övgüsüne lâyık olma gayreti hakim kılınmalıdır.
Bu arada resmi görevli olan tebliğciler hakkında belirtilen güvensizlik, hatta ithamlar bu noktada hatırlanması ve derhal onarılması gerekli bir başka arızadır. Bu, kadro mefhumuna inananların ihmal etmesi mümkün olmayan bir olumlu çalışma olacaktır. Her mevki ve makamın belli bazı nezaketleri olabilir. Bu zorunluluk sebebiyle istenildiği ölçüde görülemeyen bazı teşebbüsler, o mevki ve makamdakilerden şüphelenmeye değil, şartlara ait bir aksama olarak değerlendirmeye götürmelidir. Elbetteki açık bir ihanet ortaya çıkıncaya kadar.

Diplomasi
Bir tebliğ diplomasisi gereği ortadadır. Diplomasi milletler arası bir müessese olması yanında çok önemli bir özelliği vardır: Her ülke diplomatlarının samimiyet ve dikkatle izledikleri konu, temsil ettikleri ülkenin menfaatlarıdır. Her halükârda bu menfaatları korumak için çırpınırlar. Kişiliklerine yapılacak hakaretler değil, temsil ettikleri ülkeye yöneltilen hücumlar onları sinirlendirir. Yaptıkları her türlü manevrayı hep aynı menfaatları muhafaza için yaparlar. Tebliğ diplomasisi de tebliğ hizmetini sürdürebilmek için manevra yapacaktır. Çünkü onların bekledikleri peşin bir menfaat söz konusu değildir.
Öte yandan diplomasi, bütün dünyadaki günlük gelişmeleri anında takip ve kendi açılarından değerlendirme faaliyetleri ve resmen düşmanları ile bile ilgiyi tamamen kesmeme, köprüleri atmama gibi özellikleriyle de tebliğ diplomasisi de, üzerinde önemle durulması gereken hususlardandır. O halde İslâm'a hizmeti tebliğ görevinin en vazgeçilmez yanı kabul edecek bir tebliğ diplomasisinin oluşturulmasını "İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten meneden bir topluluk olsun..."(10) ayetinin verdiği bir görev olarak kabullenmek zorundayız. Eğer bu seviyede bir çalışma yapılamazsa, bütün İslâm toplumu, yani müslümanlar müştereken sorumlu olacaklardır.

Hoşgörü
Tebliğ diplomasisinde iyi tesbit edilmiş usul kadar geliştirilmiş bir "hizmet sabrı"'da lâzımdır. Bu sabrı hazm mânâsına alarak, tebliğ" sonucu doğacak tepkileri, hazmetme; hoşgörü ve şefkatle karşılama ve tebliğden yılmama anlamında kullanmak istiyorum.
Mübelliğ davetçidir, lanetçi değildir. Davet ise, bizzat şefkat ve merhamet demektir. İyiliğini istemediğiniz kişiye davette bulunmazsınız. Davette bulunuyorsanız, muhatabınızın iyiliğini istiyorsunuz demektir. O halde onun, bunu anlayıp anlamaması sizde pek farklı bir netice doğurmamalıdır. Tabii bu, başlangıçtan beri anlatmaya çalıştığımız kemâle sahip olması ölçüsünde söz konusu olabilir.
Tebliğin vazgeçilmezliğinden hemen yanıbaşında bir başka vazgeçilmez de tebliğde İslâm'ın anlatılmasıdır. İslâm'ın anlatılmasında da birinci sıra İnanç esasları'nındır. Bunun böyle olduğu gerek Kur'an-ı Kerim'in 2. suresinin ilk ayetleri, gerekse Hz. Peygamberin (s.a.v) tebliğ hayatından rahatlıkla anlaşılacaktır.
İslâm'ı anlatma prensibi, tebliğ usulünün ne olacağı konusuna da oldukça açıklık getirmektedir. Halkın hoşlanacağı ya da mübelliğin deşarj olacağı bir takım popüler konulara iltifat edilmesi usulden ayrılmak olacaktır. Bu tür çalışmalar, usulsüzlükten kaybederler. İlgi toplaması ve şöhret sağlaması geçerliliğin delili sayılamaz.
Cami imkânlarının İslâm'ı anlatma dışında kullanılması, tebliğcinin işleyebileceği bir cinayet olmamalıdır. İslâm dururken başka görüşleri tenkîdî olarak bile olsa, etraflıca cemaata anlatmanın, o saatleri ve makamları başkalarına kendi eliyle teslim etmek olacağı unutulmamalıdır. Hele hele camilerimizin grublar arası çekişmelerin sergilendiği yer olarak değerlendirilmesi akıl almaz bir çılgınlıktır.
Bu çılgınlığa çoğu kez mübelliğin hamlığı yanında, çevrenin ilgisi de sebep olmaktadır. Oysa, iyi, aferin, maşallah diyenlerin adedi değil nitelikleri önemlidir. İyiliğin ölçüsü, iyiliği bilenlerin değerlendirilmesidir. Bu yüzden çevreyi bu Ölçü içinde değerlendirmeyen tebliğci yanılgı ve yanlış yapmaktan yakasını kurtaramaz.

Hazakat (Maharet)
O halde, tebliğci, mütehassıs doktor gibi, çevreden göreceği reaksiyonlardan çok, elindeki hastayı şifaya kavuşturmak için samimiyetle ve bilerek ilaç sunmaya çalışacaktır. Öncelikli reçeteler yazacak, esneklik gösterecektir. O sürekli kendi işini yapacaktır. Hasta diye getirilen herkese aynı reçeteyi uygulamaya kalkmayacaktır. Çünkü her hasta ayrı özelliklere sahiptir. Reçete de ona göre tanzim edilecektir. Böylesi durumlarda, hasta can çekişirken, alınması gerekirken alınmamış tedbirlerden, tıb tarihinden söz etmek gibi akim yollara da sapmayacak, önce hastayı rahatlatıp, sonra ona telkinatta bulunacaktır. Çünkü daima "farzdan önce farz vardır".

Cerrahi Müdahale
Tıp doktorları gibi Öncelikli reçetelerle çalışması gereğine işaret ettiğimiz tebliğcilerin değişik bir görevlerine daha dikkat çekmek meselenin bütünlüğü açısından zaruridir.
Tedavide cerrahi müdahale de vardır.
Tebliğde silah, tıbda ameliyat demektir. Usulümüz ne olacaktır, derken; en azından böylesi bir durumla karşı karşıya kalınabileceği ihtimal olarak da olsa, düşünülüp tedbir alınmalıdır. Çünkü hastayı her zaman ilaçla tedavi mümkün değildir. Ameliyat'ın zaruri olduğu durumlarda vardır. Buna da yine mütehassıs ve ehliyetli yetkililerin karar vermesi gereklidir. Bu sebeple ameliyathanesi bulunmayan hastahane, hastalara güven vermekten uzaktır.
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) de bu hususa bir hadis-i şeriflerinde dikkat çekmiştir: "Ben rahmet peygamberiyim. Ben savaş peygamberiyim"(11)
Peygamber Efendimizin tebliğ hayatı dört safha arzeder:
1. Gizli davet (üç yıl)
2. Dil ile açık davet (Hicrete kadar)
3. Savunma harbleriyle birlikte davet (Hudeybiyeye kadar)
4. Savaş ile birlikte açık davet (Hudeybiye sonrasında görülür)(12).
"Savaş peygamberi'nin, Mekke Fethi günü ilan ettiği genel af, O'nun savaşı, tebliğde ne ölçüde benimsediğinin de açık ve dikkat çekici örneğidir.
"Tebliğ usulümüz ne olmalıdır?" sualine Türkiye genelinde uygulanabilecek tek bir usül gösterilebileceği kanaatinde olmadığım için, nihâî anlamda usulümüz şu olmalıdır şeklinde bir kanaat belirtememekteyim.
Sözlerime, başlangıçtan beri vurgulamaya çalıştığım, kâmil mübelliğ gerçeğine dikkat çeken Akif'in bir beytiyle son vermek istiyorum:
"Gerek hücuma geçilsin, gerek müdafaaya,
Müsellah olmalı mutlak giren münazaaya!..(13)


KAYNAKLAR:
1. bk. El-Isra (17), 70
2. bk. El-Mâide (5), 3.
3. Örnekler İçin bk. M. Solmaz-İ.L. Çakan, Kur'ân-ı Kerim'e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücâdelesi, l-III. İstanbul 1983 - 85.
4. İbn Mâce, zühd 15; Ahmed b. Hanbel V, 412; Beyhâki, es—Sünenu'l—Kübrâ. I, 370.
5. Buhâri, Rikak 23; Müslim, İman 75, 77;Tilrmizi, birr 43; İbn Mâce, edeb 34; fiten 12; Dârimi, et'ime 11; Ahmed b. Hanbel, V, 24, 412.
6. Yusuf (12), 108.
7. el —Bakara (2), 286.
8. Ahmed b. Hanbel, VI, 116.
9. bk. el— Feth (48), 29.
10. Al-i İmrân (3), 104.
11. Ahmed b. Hanbel, IV, 395.
12. Bk. el—Buti, Fıkhu's: sire, s. 74.
13. M. Akif Ersoy, Safahat, s. 263, (V. baskı)
********Doç.Dr. İsmail L.Çakan ************

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder