SELAMUN ALEYKÜM
İnşaallah istifadeye medar olur!!!!!!
30 Temmuz 2010 Cuma
13. Lem'a'dan
Şeytandan Allah'a sığınmanın sırrına dairdir. Onüç işaret yazılacak. O işaretlerin bir kısmı Yirmialtıncı Söz gibi bir kısım risalelerde çeşitli yönlerden ele alınıp incelendiğinden ve mevzu ile alâkalı yönleri gayet net ve kesin bir şekilde isbat edildiğinden burada yalnız kısaca bahsedilecek.
BİRİNCİ İŞARET
Soru: Şeytanların kainatta icad ve yaratmaya ve birşeyi var etmeye yetki ve selâhiyetleri olmadığı; hem Cenab-ı Hak Rahmet ve yardımıyla doğru yolda olanlara taraftar olduğu; hem hak ve hakikatin bizzat kendisinde mevcut çekici ve cezbedici güzellikler hak ehline destekleyici ve teşvik edici durumda bulunduğu; hem dalâlet ehlini de kendisinden nefret ettirdiği halde, şeytan ve taraftarlarının çoğu kere gâlip gelmesinin hikmeti; ve hak ehlinin, her vakit şeytanın şerrinden Cenab-ı Hakk'a sığınmasının sırrı nedir?
Cevap: Hikmeti ve sırrı şudur ki: Mutlak bir çoğunluk ve ekseriyetle dalâlet ve şer, menfîdir, tahrip etmektir, bozmaktır ve yoketmektir. Ve yine büyük bir çoğunlukla hidayet ve hayır, müsbettir, imar ve tamir etmektir ve bir şeyi vücûda getirmektir. Herkesçe mâlumdur ki, yirmi adamın yirmi günde yaptığı bir binayı bir adam bir günde tahrip eder. Evet, insan hayatı, organizmaya dahil aslî uzuvların ve hayatın devamına müsait şartların mevcûdiyeti ile ancak devam edebilirken ve böyle bir mevcûdiyetin devamı sadece Celâl sahibi Halık'ın kudretine mahsûs olduğu halde, bir zâlim bir uzvu kesmesiyle, hayata nisbeten bir cihetle yokluk kabul edebileceğimiz ölüme, o insanı maruz bırakır. Onun için "Et-tahrîbü eshel-tahrip kolaydır" darbı mesel hükmüne geçmiştir.
İşte bu sırdandır ki, dalâlet ehli, hakikaten zayıf bir güçle, pek kuvvetli hak ehline bazan galip oluyor. Fakat doğru yola sahip hak taraftarlarının öyle sağlam kaleleri vardır ki ona sığındıkları vakit, o müthiş düşmanlar yanaşamazlar, bir halt edemezler. Eğer geçici bir zarar verseler "Netice Allah'tan korkanlarındır" sırrıyla ebedî bir sevap ve menfaatla o zarar telâfi edilir. O sağlam kale ve koruyucu sığınak ise, Hz. Muhammed (a.s.) ın getirdiği din ve O'nun sünneti seniyyesidir.
İKİNCİ İŞARET
Soru: Bütünüyle şer olan şeytanların yaratılması ve iman ehline musallat kılınması; ve onların yüzünden nice insanların kafir olup cehenneme girmeleri ilk bakışta dehşet verici ve çirkin görünüyor. Acaba, mutlak mânâda Cemîl, Rahîm ve Rahman olan Cenab-ı Hakk'ın rahmet ve cemâli, bu hadsiz çirkinliğin ve dehsetli musibetin meydana gelmesine nasıl müsaade ediyor ve nasıl cevaz gösteriyor?
Şu meseleyi çoklar sormuşlar ve çokların hatırına geliyor.
Cevap: Şeytanın yaratılmasında cüzî şerlerle beraber birçok küllî hayırlı gayeler ve insanı kemâle erdirici faktörler vardır. Evet, bir çekirdekten koca bir ağaca kadar ne derece mertebeler var; insanın mahiyetindeki istidatta dahi ondan daha fazla mertebeler vardır. Hatta zerreden güneşe kadar dense sezâdır. Bu istidatların inkişafları elbette bir hareket ister, bir muamele iktiza eder. Ve o muameledeki terakki zembereğinin hareketi mücâhede ile olur. O mücâhede ise, şeytanların ve muzır şeylerin vücûduyla vukû bulur. Yoksa melekler gibi insanların da makamı sabit kalırdı. O zaman da insan nev'inde binlerce nev'i hükmündeki sınıflar bulunmayacaktı. Halbuki, küçük bir şer gelmemesi için bin hayrı terk etmek, hikmet ve adalete münafidir.
Gerçi şeytan yüzünden insanların çoğu dalâlete girerler. Fakat ehemmiyet ve kıymet ekseriyetle keyfiyet ve duruma bakar, kemmiyet ve sayı çokluğuna az bakar veya hiç bakmaz. Nasıl ki, bin on çekirdeği bulunan bir kişi, o çekirdekleri dikerek, toprak altında meydana gelecek olan kimyevî istihâlelere sebep olsa ve o çekirdeklerden on tanesi ağaç olup diğer bini bozulsa elbette o ağaçların adama getirdiği menfaat, bin çekirdeğin bozulmasından gelen zararı hiçe indirir. Öyle de nefis ve şeytanlara karşı mücâhede ile, insanlığı yıldızlar gibi şereflendiren ve nurlandıran on kamil insan sebebiyle gelen menfaat, şeref ve kıymete elbette haşarat cinsinden sayılacak derecede süflî dalâlet ehlinin küfre girmesiyle insanlığa ârız olacak zararı hiçe indirip göze göstermediği için, rahmet, hikmet ve ilâhi adalet, şeytanın vücûduna müsâde edip tasallutlarına meydan vermiş.
Ey iman ehli! Bu müthiş düşmanlarınıza karşı zırhınız, Kur'an tezgâhında yapılan takvadır. Siperiniz, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselam'ın. Sünneti Seniyyesidir. Ve silahınız, Allah'a sığınma, O'ndan af dileme ve O'nun korumasına ilticâ etmektir.
ÜÇÜNCÜ İŞARET:
Soru: Kur'an-ı Hakîm'de, dalâlet ehline karşı yapılan şikayet ve tahşidatın çokluğu ve onların şiddetle tehdit edilmesi aklın zahirine göre, Kur'an'ın adaletli, insicamlı, itidalli ve istikametli üslûp ve belâğatına uygun düşmüyor. Âdeta aciz bir adama karşı ordular hazırlıyor ve onun küçük bir hareketi için binlerce cinayet işlemiş gibi tehdit ediyor. Ve yine müflis ve mülkte hiç hissesi olmadığı halde, mütecaviz bir şerik gibi mevki verip ondan şikayette bulunuyor. Bunun sırrı ve hikmeti nedir?
Cevap: Onun sır ve hikmeti şudur ki: Şeytanlar ve şeytanlara uyanlar, dalâlet yoluna girdikleri için, küçük bir hareketle çok büyük yıkım ve tahribat yapabilirler. Ve mevcûdatın çoğunun haklarını az bir fiille hüsrana uğratıyorlar.
Nasıl ki, bir sultanın büyük bir ticaret gemisinde, bir adam az bir hareketle, küçük bir vazifeyi terketmekle, o gemiyle ilgili bütün vazifelilerin çalışmalarının ve amellerinin ücret ve neticesini iptal edip mahvına sebebiyet verdiği için o geminin o derece şöhretli sahibi, o âsiden, o gemiyle ilgisi olan bütün raiyeti hesabına ısrarla şikâyet ve müthiş tehdidler ediyor. Ve onun o cüzî hareketini değil, belki o hareketin acı neticelerini nazara alarak ve o gemi sahibi kendi şahsı için değil, belki raiyetinin hukuku namına büyük bir cezaya çarpar.
Öyle de, Ezel ve Ebed Sultanı dahi, yeryüzü gemisinde hidayet ehliyle beraber bulunan, dalâlet ehli olan şeytan taraftarlarının ilk bakışta küçük hatalarıyla ve isyanlarıyla pek çok mahlûkatın hukukuna tecavüz ettikleri ve mevcûdatın yüksek vazifelerinin neticelerinin bozulmasına sebep oldukları için onlardan o denli şikayet ve dehşetli tehditler; ve tahriplerine karşı mühim tahşidât yapması beliğ olmanın yanında gayet hikmetlidir, gayet uygun ve münasiptir. Ve vaziyetin gerektirdiği şekle uygundur ki, bir cihetle belâgatın tarifi ve esasıdır. Ve Kur'an'ın bu ifadeleri, sözü çok uzatma gibi bir mübalağadan münezzehdir.
Malûmdur ki, böyle az bir hareketle çok tahribat yapan, dehşetli düşmanlara karşı gayet sağlam bir kaleye ilticâ etmeyen çok perişan olur. İşte ey iman ehli! O çelik ve semavî kale, Kur'an'dır. İçine gir ve kurtul!.
DÖRDÜNCÜ İŞARET:
Yokluk bütünüyle şer, vücûda gelme ve varlığa erme ise yine bütünüyle hayırdır. Bu, ilim ve inceleme heyetleriyle yeni yeni keşifleri, fen ve tekniği buutlaştıran kâşiflerin üzerinde ittifak ettikleri bir husustur. Evet, ekseriyetle, hayır, güzellik ve olgunluklar vücûda istinad eder ve ona râci olur. Bunlar görünüş itibariyle menfî ve yokluk gibi de olsa esası sabittir ve vücûda aittir. Dalâlet, şer, musibet, masiyet ve belâlar ve bunlara benzer bütün çirkinliklerin mayası ise, yokluktur, nefîdir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik yoktur ve ademden geliyor. Gerçi görünüşte onlar da müsbet ve vücûdî görünebilir; ancak esasen ademdir, nefîdir.
Hem, müşahede ile sabittir ki bir binanın vücûdu, o binayı meydana getirecek rükünlerin bütününün varlığı ile ancak gerçekleşebilir. Halbuki tahrip edilip yıkılması, şartlardan birinin olmayışıyla vukua gelir. Hem varlık, yine kendisi gibi var olan bir sebep ister. Yokluk ise yok olan bir şeye de dayanabilir. Yok bir şey, kendisi gibi bir başka yoka illet olur.
İşte bu iki kaideye binaendir ki, insî ve cinnî şeytanların kâinattaki dehşet verici tahrip eserleri ve küfrün, sapıklığın, şerrin ve insanları helâke götürücü şeylerin bütün çeşitlerini yapmaları onların icad ve yaratmaya iktidarlarının varlığını göstermediği gibi, Allah'ın mülkünde ona ortak olmalarını da icap edip gerektirmez. Çünkü onlar bir iktidar ve kudretle o işleri yapmıyorlar; belki çok işlerinde iktidar ve fiil değil terk ve atâlet hakimdir. Hayrı yaptırmamakla şerri yapıyorlar, yani şerler oluyorlar. Çünkü yıkılış ve şer, tahribat cinsinden olduğu için, sebepleri, var olan bir iktidar ve iş gören bir icad olması şart değildir. Belki olmayan bir şeyle veya bir şartı yerine getirmemekle koca bir tahribat olur.
İşte bu sır mecûsilerde inkişaf etmediği içindir ki, kâinatta "Yezdan" namıyla bir hayırların yaratıcısı diğeri, "Ehriman" adıyla bir şerlerin yaratıcısı olarak iki ilah kabul etmişlerdir. Halbuki onların "Ehriman" dedikleri mevhum şer yaratıcısı, bir cüzî ihtiyar ve icad olmayan kesble şerlere sebebiyet veren mâlûm şeytandır.
İşte ey iman ehli! Şeytanların bu müthiş tahribatına karşı en mühim silahınız ve tahribata karşı tamir cihazınız, Allah'tan mağfiret dileme mânâsına istiğfardır; ve "Eûzü billah" demekle Cenab-ı Hakk'a ilticâdır. Ve kaleniz sünnet-i seniyyedir.
BEŞİNCİ İŞARET
Cenab-ı Hak semavî kitaplarda beşere karşı cennet gibi büyük mükâfat ve cehennem gibi dehşetli ceza yerini göstermekle beraber, çok irşad, ikaz, ihtar, tehdit ve teşvik ettiği halde; iman ehli, bu kadar hidayet ve istikamet sebebi varken, şeytan ordusunun mükâfatsız, çirkin, zayıf desiselerine karşı mağlub olmaları, bir zaman beni çok düşündürüyordu. Acaba iman varken Cenab-ı Hakk'ın o kadar şiddetli tehdidlerine ehemmiyet vermemek nasıl olur? Nasıl iman gitmiyor? “İnne keydeş şeytani kane daife” sırrıyla şeytanın gayet zayıf desiselerine kapılıp Allah'a İsyan ediyor. Hatta benim arkadaşlarımdan bazıları, yüz hakikat dersini kalben tasdikle beraber, benden işittiği ve bana karşı da fazla hüsnü zannı ve bağlılığı varken, kalpsiz ve bozuk bir adamın ehemmiyetsiz ve riyâkarca iltifâtına kapıldı, onun lehinde benim aleyhimde bir vaziyete geldi. "Fesübhanallah" dedim, "insanda bu derece sukût (düşüş) olabilir mi? Ne kadar hakikatsiz bir adam idi!" diye o bîçareyi gıybet ettim, günaha girdim
Sonra geçen işaretlerdeki hakikat inkişaf etti, karanlık çok noktaları aydınlattı. O nur ile, hamdolsun, hem Kur'an-ı Hakîm'in bunca terğib ve teşviklerinin tam yerinde olduğunu; hem iman ehlinin şeytanın desiselerine kapılmaları imansızlıktan veya iman zaafından olmadığını; hem büyük günahları işleyenlerin küfre girmediğini; hem mûtezile ve bir kısım Haricîye mezheplerinin "Büyük günah işleyenler kâfir olur veya iman ve küfür ortasında kalır" diye vardıkları hükümlerinde hata ettiklerini; hem benim o bîçare arkadaşım da yüz hakikat dersini bir herifin iltifatına feda etmesi, düşündüğüm gibi çok sukût ve dehşetli alçaklık olmadığını anladım, Cenab-ı Hakk'a şükrettim, o vartadan kurtuldum. Çünkü daha önce de dediğim gibi, şeytan küçük bir yokluğa ait şeyle insanı mühim tehlikelere atar. Hem insandaki nefis ise şeytanı her vakit dinler. Şehvet ve öfke duyguları ise, şeytanın bu desiselerine alıcı-vericilik yapan iki cihaz hükmündedir.
İşte, bunun içindir ki, Cenab-ı Hakk'ın Gafur ve Rahîm gibi iki ismi, en büyük tecelli ile iman ehline teveccüh ediyor. Ve Kur'an-ı Hakîm'de peygamberlere en mühim ihsanı mağfiret olduğunu gösteriyor ve onları istiğfar etmeye dâvet ediyor. Bismillahirrahmanirrahîm kudsî cümlesini her sûre başında tekrar ile ve her hayırlı işte zikrini emretmesiyle, kâinatı kuşatan engin rahmetini melce ve sığınak gösteriyor ve “Festeiz” emriyle “Euzü billahi mineş şeytanir racim” cümlesini siper yapıyor.
ALTINCI İŞARET
Şeytanın en tehlikeli bir desîsesi şudur ki, bazı hassas ve kalbi temiz insanlara, küfrü hayâl etmeyi, küfrü tasdikle karıştırtıyor. Dalâleti tasavvur etmeyi, tasdik etmek şeklinde gösteriyor. Mukaddes zâtlar ve münezzeh şeyler hakkında gayet çirkin hâtıraları hayale aksettiriyor. Ve zatında mümkün olmayı, aklen de mümkün şeklinde gösterip, yakînî olan imanında sanki zıt bir tereddüt varmış telkininde bulunuyor. Ve o vakit o bîçare hassas adam, kendini dalâlet ve küfür içine düştüğünü zannederek, imandaki yakîninin zail olduğu kanaatıyla ümitsizliğe düşer ve o ümitsizlikle şeytana maskara olur. Şeytan hem ümitsizliğini, hem o zayıf damarını, hem o karıştırmalarını çok işletir; ya aklını bozar veya "Her-çibâd-âbâd" "olan oldu" der, sapıtır gider.
Şeytanın bu desisesinin mâhiyeti ne kadar esassız olduğunu, bazı risalelerde beyan ettiğimiz gibi, burada kısaca bahsedeceğiz. Şöyle ki:
Nasıl ki, aynada yılanın sureti ısırmaz, ateşin görüntüsü yakmaz ve murdarın aksi pisletmez. Öyle de, hayâl veya fikir aynasında küfre ve şirke ait düşüncelerin akisleri ve dalâletin gölgeleri ve sövüp sayma gibi çirkin sözlerin hayâlleri, itikatı bozmaz, imanı değiştirmez, hürmet ve edebi de ortadan kaldırmaz. Çünkü meşhur kaidedir ki, "Sövüp saymayı hayâl etmek sövüp saymak olmadığı gibi, küfrü hayâl etmek küfür, dalâleti tasavvur etmek de dalâlet değildir."
İmandaki tereddüt meselesine gelince, zatında mümkün olan ihtimallerden gelen tereddüt ve şüpheden, evvelki yakîne zıt değildir ve yakîni ihlal etmezler. Usûl ilmine ait sabit kaidelerdendir ki, birşeyin zatında mümkün olması onun hakkındaki katî ilme ters değildir.
Mesela, Eğirdir Gölü su olarak yerinde bulunduğuna yakînimiz var. Halbuki zatında mümkündür ki o göl bu dakikada batmış olsun. Ve batması da imkân dahilindedir. Madem ki bu zatında mümkün olma bir emareden kaynaklanmıyor, düşünceye ait kesin bir imkân olamaz ki, tereddüt olsun. Çünkü yine usûl ilminde sabit bir kaidedir ki "Bir emareden gelmeyen olabilme ihtimalleri düşüncede kesinlik ifade eden imkânlara dahil olmaz ki şüphe verip ehemmiyetli olsun."
İşte bu şeytana ait desîseye maruz kalan biçare adam iman hakikatlarındaki yakînini böyle zatında mümkün ihtimaller ile kaybediyor zanneder. Mesela: Hz. Peygamber (a.s.m.) hakkında, beşeriyet itibariyle zatında mümkün olabilecek çok ihtimaller hatırına geliyor ki imanın kayıtsız şartsız kabulüne ve yakînine zarar vermez. Fakat o zarar verdi zanneder, zarara düşer.
Hem bazan şeytan, kalp üstündeki lümmesi (**) cihetinde Cenab-ı Hak hakkında fena sözler söyler. O adam zanneder ki, onun kalbi bozulmuş ki böyle söylüyor; titriyor. Halbuki onun titremesi ve korkması ve razı olmayışı delildir ki, o sözler kalbinden gelmiyor, belki şeytanın lümmesinden geliyor veya şeytan tarafından kurcalanıp hayâl ettiriliyor.
Hem insanın lâtifeleri içinde teşhis edemediğim bir iki lâtife var ki ihtiyar ve iradeyi dinlemezler; belki de mesuliyet altına da girmezler. Bazan o latifeler hükmediyorlar, hakkı dinlemiyorlar, yanlış şeylere giriyorlar. O vakit şeytan o adama telkin eder ki: "Senin istidâdın hakka ve imana muvafık değil ki, böyle irade dışı batıl şeylere giriyorsun. Demek senin kaderin seni şekavete mahkûm etmiştir." O biçare adam ümitsizliğe düşüp helak olur.
İşte şeytanın evvelki desiselerine karşı mü'minin sığınağı, İslam büyüklerinin prensipleriyle sınırları belirlenen iman hakikatları ve Kur'an'ın sarsılmaz hükümleridir. Ve son desîselerine karşı Allah'a sığınarak ehemmiyet vermemektir. Çünkü ehemmiyet verdikçe bütün dikkatleri kendi üzerine çekip büyür, şişer. Mü'minin böyle manevi yaralarına tiryak ve merhem sünneti seniyyedir.
YEDİNCİ İŞARET
Soru: Mûtezile Mezhebi'nin imamları, şerrin yaratılmasını da şer kabul ettikleri için, küfür ve dalâletin yaratılmasını Allah'a vermiyorlar. Güya onunla Allah'ı takdis ediyorlar. "Kişi kendi fiillerinin yaratıcısıdır" diye dalâlete gidiyorlar. Hem derler: "Büyük günahlardan birini işleyen mü'minin imanı gider. Çünkü Cenab-ı Hakk'a itikat ve cehennemi tasdik etmek, öyle günahı işlemekle bağdaşamaz. Zira dünyada gayet cüzî bir hapis korkusuyla kendini kanun dışı herşeyden koruyan adam, ebedî bir cehennem azâbı ve Cenab-ı Hakk'ın gadabını dikkat nazara almayacak derecede büyük günahları işlerse, elbette imansızlığa delâlet eder."
Cevap: Birinci şıkkın cevabı şudur ki: Kader Risalesinde İzah edildiği gibi, şerri yaratmak şer değil; belki şerri işlemek şerdir. Çünkü yaratma ve icad etme umum neticelere bakar. Bir şerrin vücûdu çok hayırlı neticelere başlangıç olduğu için, o şerrin icadı, neticeler itibariyle hayır olur, hayır hükmüne geçer. Meselâ, ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat bazı insanlar düşüncesizce ateşi kendilerine şer yapsalar, "Ateşin yaratılması şerdir" diyemezler. Öyle de şeytanların yaratılması insanların mânevi terakkisi gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, bazı insanlar iradelerini yanlış ve kötüye kullanarak şeytanlara mağlup olsalar "Şeytanların yaratılması şerdir" diyemezler. Belki onlar, kendi istekleriyle onları şer yaptılar.
Evet, şerri işlemek ise ferdî bir mübaşeret olduğundan işleyen şer olan o hususi neticeye maruz kalır. Bundan dolayı da şerri işlemek şer olur. Fakat icad umum neticelere baktığı için, şerrin icadı şer değil, belki hayırdır. İşte mutezile bu sırrı anlamadığı için "Şerrin yaratılması şerdir ve çirkinin icadı çirkindir" diye, Cenab-ı Hakk'ı takdis için şerrin icadını O'na vermemişler, dalâlete düşmüşler. "Kadere, hayır ve şerrin Allah'dan olduğuna" dair imanın rükünlerini tevil etmişler.
İkinci şık ki, "Büyük günah işleyen nasıl mümin kalabilir" diye sorularına cevap ise, evvela, geçmiş işaretlerde onların hatası katî bir surette anlaşılmıştır kî, tekrara ihtiyaç kalmamıştır.
İkincisi: İnsanın nefsi, peşin ve hazır bir dirhem lezzeti, veresiye ve hazır olmayan bir batman lezzete tercih ettiği gibi, hazır bir tokat korkusundan, ilerideki bir sene azaptan daha ziyade çekinir. Hem insanda hissiyat galip olsa, aklın muhâkemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz bir hazır lezzeti, ileride gayet büyük bir mükâfata tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride gelmesi muhakkak büyük bir azaptan daha çok çekinir. Çünkü vehim, heves ve his, ileriyi görmüyor, belki inkar ediyorlar. Nefis dahi yardım etse, iman mahalli olan kalb ve akıl susarlar, mağlup olurlar. Şu halde büyük günahları işlemek imansızlıktan gelmiyor, belki his, heves ve vehmin galebesiyle, akıl ve kalbin mağlubiyetinden ileri gelir.
Hem geçmiş işaretlerde anlatıldığı gibi, fenalık ve hevesat yolu, tahribat olduğu için gayet kolaydır. İnsî ve cinnî şeytanlar, insanları o yola çabuk sevkediyorlar. Gayet hayret verici bir durumdur ki, hadîsin hükmüyle, bekâ âleminin sinek kanadı kadar bir nuru, bâkî olduğundan dolayı, bir insanın bütün ömrünü dolduran dünyaya ait nimet ve lezzete mukâbil geldiği halde, bazı bîçare insanlar, bir sinek kanadı kadar bu fâni dünyanın lezzetini o bâki alemin bu fâni dünyasına değer lezzetlerine tercih edip, şeytanın arkasında gider.
İşte bu sır içindir ki, Kur'an-ı Hakîm, müminleri pek çok tekrar ve ısrar ile, tehdid ve teşvik ile, günahtan kaçındırıp hayra sevk ediyor.
Bir zaman Kur'an-ı Hakîm'in bu tekrar ile şiddetli irşadları bana bu fikri verdi ki, devamlı surette yapılan bu kadar ikaz ve ihtarlar mümin insanları sebatsız ve hakikatsiz gösteriyorlar. İnsanın şerefine yakışmayacak vaziyetler veriyorlar. Çünkü, bir memur, âmirinden aldığı bir tek emri itaatına kâfi iken, aynı emri on defa söylese, o memur cidden gücenecek, "Beni itham ediyorsun, ben hain değilim", der. "Halbuki en hâlis müminlere Kur'an-ı Hakîm ısrarla ve devamlı surette emretmektedir.
Bu fikir benim zihnimi kurcaladığı bir zamanda, iki üç sadık arkadaşım vardı. Onları, insî şeytanların desiselerine kapılmamak için pek çok defa ikaz ve ihtar ediyordum. "Bizi itham ediyorsun" diye gücenmiyorlardı. Fakat ben kalben diyordum ki, "Bu devamlı ihtarlarımla bunları gücendiriyorum, sadakatsizlikle ve sebatsızlıkla itham ediyorum." Sonra birden geçmiş işaretlerde izah ve isabet edilen hakikat inkişaf etti. O vakit, o hakikatin yardımıyla, Kur'an-ı Hakîm'in muhatabının durumuna mutabık ve yerinde, insafsız, ithamsız ve hikmetli bir surette ısrar ve tekrarları yaptığı ve bunun da tam bir hikmet ve belağat olduğunu bildim. Ve o sadık arkadaşlarımın darılmamalarının hikmetini anladım.
O hakikatin hülasası şudur ki: Şeytanlar tahribat cihetinde sevkettikleri için, az bir amelle çok şerleri yaparlar. Onun için hak yolda ve hidayet içinde bulunanlar, pek çok ihtiyat ve şiddetli sakınmaya ve devamlı ihtarlara ve sıkça yardıma muhtaç olduklarındandır ki, Cenab-ı Hak, o tekrarlar cihetinde bin bir ismi ile müminlere yardımını takdim ediyor ve binler merhamet elini imdada uzatıyor. Şerefini kırmıyor, koruyor. İnsanın kıymetini küçük düşürmüyor, belki şeytanın şerrini büyük gösteriyor.
İşte ey hak ve hidayet ehli! İns ve cinnî şeytanların yukarıda anlatılan desiselerinden kurtulmanın çaresi: Mu'ciz'ül-Beyân'ın muhkemat kalesine gir ve Sünnet-i Seniyyeyi rehber yap, selâmeti bul!.
(**) Şeytanın Lümmesi: İnsana vesvese verdiği merkez veya Şeytanın insanla kontak kurabileceği yer.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder