SELAMUN ALEYKÜM

İnşaallah istifadeye medar olur!!!!!!

30 Temmuz 2010 Cuma

FATİHA ÜZERİNE MÜLAHAZALAR 2


Kulluk, beşerin fıtratında vardır. Allah (cc), insanı yaratırken, kul olacak fıtratta ve kıvamda yaratmıştır. Ancak beşer çok kere bunu kötü ve yanlış yere kullanmıştır. Taş, ağaç, yıldız, ay ve güneş gibi ibâdete aslâ liyakatı olmayan, Allah’ın mahlûku, aciz, zayıf varlıkları kulluk mihrabına dikmiş ve böylece, ulvîlerin ulvîsi kulluk makamından, süflilerin süflisi şirk ve küfür derekesine düşmüştür. Aslında bu netice dahi bize, biraz evvel söylediğimiz hakikati anlatıyor; kulluk, fıtratta var olan bir duygudur. İnsanlar Hakiki Ma’bûd’u bulamadıklarında, bir sürü ma’bûdlar uydurarak onlara baş eğmeleri bu tabiî hâlden sapmaktan başka bir şey değildir.
Halbuki fıtrat dini olan Hanifiyet’in büyük önderi Hz. İbrahim, Kur’ân’ın ifadesi içinde, bütün sebep ve vasıtaları ayaklar altına alarak, Allah’a yükselmenin yol ve usûlünü göstermektedir. O, parıl parıl parlayan ve insana göz kırpan yıldızların ma’bûd kabul edilemeyeceğini, yine onların batıp kaybolmasıyla ilan ederken, ay ve güneşin batmasıyla da aynı hususa parmak basıyor ve batıp gidenlerin ma’bûd olamayacağını, her seviyedeki insanın anlayabileceği bir dil ve üslupla ifade etmiş oluyordu. İşte beşer bunu idrak ettikçe, Hz. İbrâhim: إِنِّي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذِي فَطَرَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ حَنِيفًا “Ben, yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim” (En’âm, 6/79) deyişindeki ma’nânın yükseltici halkasına tutunup, nûranî helezonlarla yükselecek, kemâl ve zirve noktası olan kulluğa çıkacak ve insanlığın ne demek olduğunu da, ancak bu yükselişle anlayacaktır.
İnsanlık, bu seviyeye peygamberler sayesinde ve onların vasıtasıyla ulaşır. Peygamberlerin aydınlık yolunda kalp gözünden perdenin kalkmasıyla insan, Cenâb-ı Hakk’la âdeta yüz yüze gelir ve O’nu seyreder. Zaten mübârek bir sözde O, “Ben arz ve semâya sığmadım, mü’min kulumun kalbine sığdım” demektedir ki, bu sırra ermek de ancak kullukla olur. Bu öyle bir sırdır ki, sadece yaşanır. Onu kitaplar yazmaz ve velî onu ifadeden acizdir. Hattâ az kimse müstesnâ, insanlar Kur’ân tilâvetinde dahi bu hisse ulaşamazlar. “Bu öyle bir hâldir ki, bütün vasıta ve vesileler artık silinmiştir. Gönül Sultanı kendi sarayına teşrif etmiştir. Ve o anda insan kendinde değildir. Kendisini dahi unuttuğu bir hâl içinde kararsız, hayret ve hayranlığın doruğunda bulunmaktadır. Bu halde olan bir insan ne der? Hâl ve durumunu nasıl anlatır? İşte bu durumda bazıları, لاَ مَوْجُودَ اِلاَّ هُوَ demiş. Diğer bazıları da bu hallerini, لاَ مَشْهُودَ اِلاَّ هُوَ ile anlatmaya çalışmıştır. Bir diğer grup da, “Kâinatta O’nun tecellisinden başka bir şey görmüyorum” diyerek kendisine göre bir üslupla bu hâli anlatmak istemiştir. Fakat ne denirse densin, ne söylenirse söylensin, esâs duyup hissedilenler yanında bu ifadeler sadece insana bir nefes aldırmak içindir. Yoksa mes’elenin esasını kelimelerle ifade kat’iyen mümkün değildir.
Beşer, tevhid ve Allah’a imânla huzura kavuşur. Veاَلْحَمْدُ ِللهِ deyişimizin altında, kendini bize tanıtan ve bu tanıtışıyla bizi tevhide erdiren Cenâb-ı Hakk’ın bir lütfuna karşı da, şükranımızı arzediş ma’nâsı vardır.
Birlik, Ulûhiyet’in ayrılmaz bir gereğidir. Allah’ı düşünüp de O’nu “Bir” düşünmemek mümkün değildir. Fakat biz bunu lafzen de ifade ediyor ve اَلْحَمْدُ ِللهِ diyoruz. Böylece, Allah’ın bir tane olduğu; hayır-şer, iyilik-kötülük elinde bulunduğu; bütün iyiliklerin ve kötülüklerin O’nun yanında tesbit edildiği ve iyiliklerin mükâfâtını, kötülüklerin cezasını verecek de O olduğu için biz hamdi Allah’a tahsis ediyoruz.
Kâinatta zerre kadar şirke yer yoktur. Bürhân-ı temânü’ ve redd-i müdâhale, yani emsalin, aynı kutupların birbirini itmesi ve müdaheleyi kabul etmeme kanunu şirki şiddetle reddetmektedir. Bir köyde iki muhtar, bir kasabada iki müdür, bir beldede iki kaymakam, bir vilâyette iki vali olmaz; olursa keşmekeşlik olur. Bu durum gösteriyor ki, hâkimiyet ortak kabul etmez. Kâinattaki düzen, intizâm ve nizâmıyla kendini hissettiren Allah’ın eşi, ortağı olamaz. Allah O’dur ki, kudretine nisbeten bir zerreyi yaratmakla kâinatı yaratmak arasında fark yoktur. Aynı kudretle, insanı yarattığı gibi bütün kâinatı; bir çiçeği yarattığı gibi bütün bir baharı; baharı yarattığı gibi bütün dereceleriyle cenneti; ve bütün tazeliğiyle ebediyeti yaratır. Öyleyse hayâli ifsât edip fâsık kılacak ve gönül huzurunu silecek ortak tasavvuru insanı tedirgin ve rahatsız etmeden başka, onun düşüncesini dağıtacak, düşünce sistemindeki birliği bozacak zihnî bir hastalıktan başka bir şey değildir.
لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ إِلاَّ اللَّهُ لَفَسَدَتاَ “Gökte ve yerde Allah’tan başka bir ilâh olsaydı, gök ve yer fesada uğrardı” (Enbiya, 21/22) âyet-i kerîmesi kelâmcıların “bürhan-ı temânü” adını verdikleri delille çok açık olarak bize bu hakikati anlatmaktadır. Onun için biz sebepleri azlediyor, Hristiyanların düştüğü vartaya düşmekten kaçınıyor, hatta gönüllerimizin sultanı Hz. Muhammed (sav)’e dahi, şirki hissettiren bir muhabbetin kalbimize girmesine asla meydan vermiyoruz. “Allah’ın hakkı Allah’a ait, Peygamberimizin vesileliği de Peygamberimize aittir” diyor, dengeyi muhafazaya çalışıyoruz. Allah, o Allah’tır ki, gökleri ve yeri elinde tutup bütün kâinatı idare eder. Hz. Muhammed (sav), o Sultan’dır ki, Ma’bûd-u Mutlak’ı görmüş, O’ndan emirler almış, itikat ettiğimiz akâidi, ayne’l-yakîn müşâhede etmiş, yaşadığımız şeyleri bizzat yaşamış, müşâhedenin, yaşamanın, görmenin kendisinde hasıl ettiği yakîn ile karşımıza çıkmış, kendisi tereddüt etmeden inandığı gibi, bizleri de böyle bir inanışa davet etmiştir. O’nun gönlünden çıkan en tonlu ifade ve sözler bütün mü’minlerin gönlünde de ma’kes bulmuştur. Düşünün ki, aradan ondört asır geçmesine rağmen Resûlullah’ın ma’rifet deryasına attığı cevherlerin meydana getirdiği dalgalar iç içe daireler gibi yirminci asrın sâhiline kadar gelip ulaşmıştır. لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللهُ kudsî hakikati, Allah’ın Ma’bûd-u Mutlak olduğunu, kulluk ve ibâdetin sadece O’na yapılıp, sadece O’nun karşısında baş eğilmesi gerektiğini anlattığı gibi, Hz. Muhammed’in (sav) O’nun elçisi ve kâinat sarayında O’nun teşrifatçısı olduğunu da dile getirmektedir. Bu kelâm, gönül evimizde bir hisse Allah’a, bir hisse de Resûlullah’a ayırıyor ve biz لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللهُ hakikatini böyle anlıyoruz.
Mü’min işte bu imânı elde edip her şeyi Allah’ın yed-i kudretine verdikten sonra, kâinattaki bütün eşya ile bir münasebet kurar. Artık onun ruhunda vahşet, tiksinti ve ürküntü yoktur. O taş, toprak, kuş, ağaç, hülasa bütün hayvanat ve bütün nebâtâtla kardeş olur. Mü’min, kâinata mehd-i uhuvvet (kardeşlik beşiği) nazarıyla bakar. Çünkü her şey “Bir” den gelmiş ve neticede “Bir”e dönecektir.
İnsan, ceset ve şekliyle haşrolacağı âna kadar, ruhuyla Allah’a bağlı kalacaktır. Daha sonra da yere dönecek ve Mevlâ’sını apaçık görüp mevcûdiyetini hissedecektir.
Uhud Savaşı’ndan dönerken Allah Resûlü, başı yarılmış, dişi kırılmış, yaralı bir haldeydi. Emir dinlemedeki nezaketi o gün için kavrayamamış olan sahabe yüzünden, mutlak bir galibiyetten olunmuştu. Buna rağmen O, bütün varlıkla kurduğu sevgi ve dostluğu perçinleştirircesine: اُحُدٌ جَبَلٌ يُحِبُّنَا وَنُحُبُّهُ “Uhud bir dağdır. O bizi, biz de onu severiz” buyurmuştur. Bu sevgi atmosferi, hata işlemiş sahabe ruhunda öyle bir emniyet hasıl etmiştir ki, o anda söylenecek başka bir söz belki bu tesiri icra edemezdi. Ancak, biz bu hâdiseyle, mes’elenin ayrı bir yönüne bakmak istiyoruz. O da, Allah Resûlü’nün eşya ile olan münasebetidir. Sanki o anda Uhud dağı, üzerinde birçok mü’min şehit düştüğünden ve kâinatın yaratılış gayesi olan Nebî’nin dişinin kırılmasından dolayı ürkmüş, irkilmiş vaziyetteydi. Ve işte Allah Resûlü, bu ifadesiyle Uhud’a teselli veriyordu.
Başka bir defasında da, üzerinde bulunduğu dağ sarsılınca: اُثْـبُتْ يَا جَبَلُ فَاِنَّمَا عَلَيْكَ النَّبِىُّ وَالصِّدِّيقُ والشَّهِيدُ buyurarak, “Dur ey dağ senin üzerinde Nebî, Sıddîk ve bir de Şehit var” demiş ve O’nun emri üzerine de dağ durmuştu. Belki son durum itibariyle bu bir mu’cizeydi. Ancak evvelki hâl Efendimiz’in her zamanki tavrıydı. O, eşya ile münasebete geçiyor ve bütün bir kâinata ‘kardeşlik beşiği’ nazarıyla bakıyordu. O’nun, hayvan, ağaç, taş ve daha nice varlıklarla konuştuğu tarihen sabit hakikatlerdendir. Ve bir mü’minin de, Allah Resûlü’nün bu hareketinden alacağı ders ve ibret cidden büyüktür.
Bu hakikate ulaşma da, ancak, tevhide ermek ve her şeyin “Bir”den gelip “Bir”e döneceğine tam ve yakînî bir imânla inanmakla mümkündür.
Onun içindir ki Allah Resûlü (sav), imânın tercümanı olan لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللهُcümlesini şu mübarek sözüyle şöylece anlatıyor: اَفْضَلُ مَا قُلْتُ اَنَا وَالنَّبِيُّونَ مِنْ قَبْلِى: «لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللهُ» “Ben ve benden evvel bütün peygamberlerin söylediği en faziletli, en hayat bahşedici, en ma’nâlı, en tonlu ve çaplı ifade لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللهُ ifadesidir.” Allah’tan başka yaratıcı ve Ma’bûd, Allah’ tan başka kendisi için mest ve sermest olunacak varlık yoktur.
Tevhid akîdesini اَلْحَمْدُ ِللهِ kudsî cümlesinde bulduğumuz gibi, meleklere imânı da aynı cümle içinde bulmaktayız. Zira bu cümlede, en ulvî şekilde Allah’a hamd etmek ma’nâsı vardır. Halbuki zaaf ve isyanlarıyla insan, çok kere, esas ulviyetine layık şekilde hamdetmekten uzaktır. Demek ki, isyan ve unutma kendilerine ârız olmayan ve daima Allah’a kulluk yapıp O’nu yâd eden kullar olmalıdır. Evet, Allah’ın böyle mükerrem kulları vardır ve dinde onlara “melek” denir.
Hz. İbrahim Hakkı:
“Hakk’ın mükerrem ibâdı melekler yerde, göklerde,
Avâmından avâm-ı nâsı efdâl eylemiş Allah.”
ifadesiyle bize bu hakikati anlatmaktadır.
Ayrıca, bu kudsî cümle içinde, yapılacak kulluk ve ibadette, meleklere benzemeye teşvik vardır. İsyansız ve nisyansız kulluk yapmak isteyenler meleklere benzemelidir. Bir fark var ki, insan, meleklere benzer kulluğu sayesinde meleklerden üstün hâle gelir. Zira, ondaki zaaflar kemâle ermesi için bir vesile olur. Halbuki meleklerin makamı sabittir. Diğer taraftan, insan halife olarak yaratılmıştır. Melekler mutlak bir itaat içinde, fıtratlarına yüklenen vazifeyi yapmaktadırlar. O melekler ki, Rabbleri onları şöyle anlatmaktadır.لاََ يَعْصُونَ اللَّهَ مَا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ “Onlar Allah’a, Allah’ın emrettiği şeylere asla ve kat’a başkaldırmazlar ve harfiyyen Allah’ın emirlerine itaat ederler” (Tahrim, 66/6).
İnsan da en az onlar kadar yaratılış gayesine uygun hareket etmelidir ki, hilâfet gibi bir pâye ile şereflendi-rilmenin şükrü edâ edilmiş olsun. Aynı zamanda bu kudsî cümlede, Allah’a karşı ibadetlerini takdim eden diğer varlıklara -sadece bu yönleriyle- benzemeye de teşvik yapılmıştır. O varlıklar ki, Rabbilerine karşı: قَالَتَا اَتَيْنَا طَائِعِينَ “Biz itaat ederek geldik” demişlerdi (Fussilet, 41/11).
اَلْحَمْدُ ِللهِ Kur’ân-ı Kerîm’i ve sair kitapları da içinde taşımaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’i bize gönderen Allah (cc)’a hamd ve sena olsun. Biz Allah (cc)’a kulluk yapmayı, O’nu sena etmeyi, peygamberlere karşı hürmet ve saygıyı ancak Kur’ân sayesinde öğrendik. O Kur’ân gelmeseydi biz hamdetmeyi bilemeyecek ve Allah’a nasıl kulluk yapılacağını anlayamayacaktık. Allah (cc), Kur’ân’ı indirdi ve biz kulluğu ve Allah (cc)’ı öğrendik. Allah’a karşı kulluğumuzu ancak o kitaptaki programa göre yapıyoruz. Böyle bir program olmasa idi, kulluk da olmayacaktı. O zaman yaptığımız hareketler bir toteme, bir puta ve bir heykele yapılan şeylerden farksız olacaktı. Öyleyse kulluk dediğimiz zaman, kulluğun programı olan kitabı düşünmemeye imkân yoktur.
Meleğin dilinde, Nebinin tebliğinde, Allah âleminde, kelâm sıfatı muhtevasında kitabı düşünmeden kulluğu ve Ma’bûd-u Mutlak’ı düşünmek mümkün değildir. Böylece, bir taraftan bize hamd ettiren kitap, diğer taraftan hamd, senâ ve şükrün keyfiyetlerini öğretmesiyle اَلْحَمْدُ ِللهِ kudsî cümlesinde bir çekirdek halinde yer almaktadır. Kitap, melek ve meleğin emir getirmesi düşünülür de, şu kâinatı en güzel bahçe gibi hazırlayan, en debdebeli bir bağ haline getiren, bizleri çeşit çeşit nimetleriyle besleyip büyüten, sonra bu nimetlerin arkasında kendisini bize tanıttırmak isteyen, tanıttırmak isterken de ezelî ve ebedî hutbesi olan Kur’ân-ı Kerîm’le o nimetleri anlatan Allah (cc)’ın, o kitabı bize tebliğ edecek bir keşşâfı, bir Yaver-i Ekrem’i ve şu kâinat sarayına gelecek seyircilere, şu muhteşem sergideki sırları anlatıp açıklayacak bir dellâlı olmaması muhaldir. Onun içindir ki, peygamberlerin gönderilmesi lüzumlu bir keyfiyet arzetmektedir. Ve اَلْحَمْدُ ِللهِ ifadesinin altında peygamberler de vardır. Aslında bu kelimeyi telaffuz etmekle sanki biz Allah’ın peygamberler göndermesine karşılık da hamd etmiş oluyoruz. Zaten peygamberlik kafilesinin kâfiyesi olan Hz. Muhammed (sav)’in adı da hamd kökünden gelmektedir.
“Ahmedi Mahmûdu Muhammed derler sana” diyen şair, O’nun hem Ahmed, hem Mahmud ve hem de Muhammed olduğunu anlatmaktadır. Evet O, hem çok hamd eden, hem Allah’ın matmâh-ı nazarı, hem de ferd-i ferîd makamının tek ve yekta sahibidir.
اَلْحَمْدُ ِللهِ kudsî cümlesini candan ve gönülden söylemek ve buna devam etmek, bize öldükten sonra dirilmeyi de hatırlatır. Zira devam etmeyen nimet, nimet değil nikmettir. Nikmet ise, insandaki dostluk ve muhabbet duygularını düşmanlık ve nefrete dönüştürür. Dünyada kendisini bunca nimetleriyle tanıtan, sevdiren bir Rahmeti Sonsuz, bu dünyada kendisine hamdettirirken, nimet ve rahmetini kesmek suretiyle, edilmekte olan hamde bir son verdirmeyecektir. Aksine, ebedî bir hayatta, insanlara ebedî olarak hamdettirecektir. İnsanlar hamdederek yaşıyor ve ahirette hamdederek yeniden dirilecek ve mü’minler meleklerin teşrifatçılığı ile cennete girdiklerinde, اَلْحَمْدُ ِللهِ الَّذِى صَدَقَنَا وَعْدَهُ diyerek va’dinde duran ve kendilerine cenneti bahşeden Rablerine hamdedeceklerdir.
Demek oluyor ki, bu kudsî ve mübarek cümle, Kur’ân’ın esas gaye ve hedefi olan dört ana mes’eleyi öz olarak içinde sakladığı gibi, imânın bütün rükünlerini ve ibadetin bütün çeşitlerini de ihtiva etmektedir. Hakiki hamd madem ki, cennette devam edecektir. O halde cennete ehil hâle gelmek dünyada hamdetmek ile mümkün olacaktır. Ve insanı cennete ehil hâle getiren de ancak ibadet ve takvadır ki, bu hususlar Kur’ân’da detaylarıyla anlatılmıştır. Dolayısıyla hakiki olarak اَلْحَمْدُ ِللهِ demek, bütün Kur’ân’ı kendine rehber edinmek ve bütünüyle İslâm’ı yaşamakla olacaktır.
İstidrâdî (antrparantez) bir aradan sonra, şimdi de اَلْعَالَمِينَ kelimesi üzerinde duralım. ربّ kelimesine yukarıda bir nebze temas etmiştik. Mevzûnun sonunda bu iki kelimeyi yine değişik bir açıdan tahlil edeceğiz.
اَلْعَالَمِينَ “Âlemler” ma’nâsına gelir. Bu kelimenin başında ال, yani lâm-ı tarif dediğimiz “-el” belirlilik takısı vardır. Lâm-ı tarif ahd için kabul edilecek olursa Cenâb-ı Hakk’ın bildiği, sayısız ve sınırsız bütün âlemler kasdolunuyor, demektir. Âlem ise alâmetten gelen bir kelimedir. Zerreler âleminden, yıldızlar âlemine kadar her âlem, Cenâb-ı Hakk’a ait bir alâmet ve bir delil olması hasebiyle, âleme âlem denilmiştir. Ruhlar âlemi, eşbah âlemi, misal âlemi, berzah âlemi ve daha nice âlemler...
Bu ma’nâsıyla âlem ne güzel şeydir ki, onunla Allah bilinir, kâinat ne kadar eşsiz bir tablo ki, o tabloda Allah müşâhede edilir; elvan elvan kâinattaki cemâl dalgaları ne tatlı şey ki, onda mutlak cemâl ve mutlak kemâl Sahibi’nin cemâl ve kemâli görülür. Cemâl ve kemâle ermek ise görmeye bağlıdır. Bu da ancak devamlı düşünen bir beyine ve gönüle müyesser olur. Kâinatta hiçbir varlık abes ve boş yere yaratılmamıştır. Bu hakikata sürekli düşünme ve tefekkürle ulaşılır. Bu ulaşmadır ki, رَبِّ الْعَالَمِينَ olarak kendini tanıtan Mevlâ’yı anlama ve idrâk mevzûunda önümüze yeni yeni ufuklar açar.
Hz. Ömer (ra) devrinde, çekirge kıtlığı oldu ve çekirgeler birden bire ortadan kalkıverdi. Hz. Ömer buna çok üzüldü. Yemen, Şam ve Irak’a gidenlere “Oralarda çekirge görürseniz bana haber verin” diye tembihlerde bulundu. Sonra Yemen’den birisi elinde bir avuç çekirge ile geldi ve bunları halifenin önüne attı, atınca da halife: “Allahu Ekber” dedi. Orada bulunanlar: “Ey Allah’ın Peygamberi’nin Halifesi, biz bu hareketinizi anlayamadık!” dediler. Cevaben şöyle buyurdular: “Allah Resûlü’nden şöyle işittim: ان الله خلق ألف أمة ست مائة منها فى البحر وار بع ما ئى منها فى البر فأوّل شيئ يهلك منها الجراد (او كما قال) ثم تتابعت فا ذاهلك تتابعت مثل النظام إذا قطعت فى ‘Allah bin ümmet yaratmıştır. Bunlardan altıyüzü denizde, dörtyüzü de karadadır. Ümmetlerden biri de çekirge ümmetidir. Yeryüzünde ilk defa helâk olup yok olacak çekirgedir. Onlar yok olduktan sonra, diğerlerinin yok olması onu takip edecek ve teker teker her ümmet helâk olup gidecektir.’ Ben de âlemin nizamının benim zamanımda bozulmasından ve ahengin değişip kıyametin kopmasından endişe ettim.”
Hz. Ömer’in bu sözünde, yukarıda arzetmeye çalıştığıÂmız tefekkür ve tedebbürün ma’nâsı gizlidir.
Batılı bir uzman “kelaynaklar” öldüğü zaman endişesini açığa vurmuş ve “Niye endişe ediyorsun?” diye soranlara da şöyle cevap vermişti: “Sâni-i Âzam’ın, âlemler adına kâinatta yarattığı her şey bu kâinatın tamamlayıcı parçalarıdır. Bunlardan bir tanesi eksildiğinde dünyada bir eksiklik meydana gelir. Yılan, akreb, bit, pire ve sizin ağaçlarınıza musallat olan parazitlerin varlık içinde birer yeri vardır ve bunlar âdeta kâinatın tamamlayıcı unsurlarıdır. Hâlık-ı Âzam bunlarla kâinatı tamamlamış ve hikmetini bunlarla ikmâl etmiştir. Bu sebeple birinin eksilmesi kâinatta bir eksikliktir ve bu eksiklik birbirini takip edecek ve kâinat sona doğru gidecektir. Nasıl ki insan vücudunda, vücut için lüzumlu maddelerden bir tanesi dahi eksik olsa, bu eksiklik başka arızalar doğurur, derken vücuttaki ahenk bozularak, daha başka maddeler de eksilmeye başlar ve insanın gelişmesi durur ve çöküşü başlar; öyle de, insan-ı ekber olan kâinat da, onu tamamlayan parçalardan birinin eksilmesiyle aynı âkıbete düçâr olur.”
**** Hikmet Işık ***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder