SELAMUN ALEYKÜM
İnşaallah istifadeye medar olur!!!!!!
5 Ağustos 2010 Perşembe
Tarafgirlik Hastalığı
Tarafgirlik ve bu sebeple mü’min kardeşine kin ve düşmanlık beslemek, bize göre hatalı olsa bile kardeşimize hata yapma hakkı vermemek, hatta bu konuda Âlemlerin Rabbi’nin ihsan ettiği hürriyete dahi razı olamamak bu zamanın en büyük ferdî ve sosyal hastalıklarından olmalıdır. Pek çok ortak noktaları olan ve çok ulvî bir dâvânın mensuplarım olan insanların memleket idaresi gibi o dâvânın alnında çok sönük kalan bir meseleden dolayı birbirlerini kırmaları ve gönül Kâbelerini yıkmaları sebeplere çok önem atfeden yaklaşımımızdan kaynaklanıyor olmalıdır. Bunun savunulacak mazeret uydurulacak hiçbir yanı yok. Belki de bu zamanın en çetin imtihanı bu alanda. Uhrevî hayatımızı mahvettikten ve mânevî alandaki imtihanı kaybettikten sonra, memleketi kimin idare ettiğinin ne önemi olabilir. Çok çabuk silkinmeli ve kendimize gelmeliyiz. Siyasî fikri yüzünden gıybetini ettiğimiz mü’min kardeşlerimizin etini çok rahat yediğimiz kokuşmuş bir et pazarına dönen bir dünyanın vebalinden hiçbir siyasî iktidar bizleri kurtaramaz. İmanı kurtarmak ve uhrevî âlemimizi tanzim etmek gibi dünya iktidarı verilse, karşılığı olmayacak bir dâvâyı bir kenara bırakıp günlük siyasî çekişmelerin içinde söz kılıçları ile gıybet giyotinleri ile birbirlerini doğrayanlar Rabb-ı Kerim’in huzuruna ne yüzle çıkabilirler?
Bu dehşetli tarafgirlik hastalığından kurtulmanın en iyi yolu, olumluya kanalize etmek ve yalnızca hakka ve hakikate en güçlü şekilde taraftar olmaktır. İstenmeyen ve rahatsızlık veren alışkanlıklardan kurtulmanın en etkin yolu bu alışkanlıkları terk etmekten çok, olumlu bir yöne kanalize etmektir. İnatçılığınızı manevî hizmetlerde sebat şeklinde, kıskançlığınızı olumlu yönde bir rekabet ve iyilikte yarış şeklinde, kısacası bütün kötü alışkanlıklarınızı ve istemediğiniz davranışlarınızı kendileri ile uyumlu olumlu bir şekle dönüştürebilirsiniz. Bunu, terk etmeye çalışmaktan çok daha kolay bir şekilde başarabilirsiniz. Özellikle İslâm dini çerçevesinde yaşamanın temel felsefesi esneklik her hale genel prensipler çerçevesinde çizgiden çıkılmayacak şekilde uyum sağlamak ve her işin bir kolayını bulma yönüne gitmektir. Çok keskin değişmez ve katı kurallar oldukça sınırlı ve ferdin hayatını sıkıntıya sokmayacak şekildedir. Bütün dinler ve hepsinin temel kaynağı olan İslâm gerek sosyal hayatta ve ferdî hayatta kurallarını yerleştirirken ve gerekse uygulamalarında insan psikolojisini nazara alan bir esneklik hali hep gözlenmektedir. Bütün fiillerin şekli, kısmî bir çerçeve çizmek açısından önemli olmakla birlikte, o fiilin aslını ve özünü teşkil eden mânâlar ve bu anlamda Rabb-ı Kerim ile kul arasındaki sıcak ve samimi ilişki ve muhabbet bağlantısı hep ön plandadır. Bu anlamda âlemlerin Rabbı’na karşı içten olmak, samimi olmak, O’na muhabbetini her şeyin üstünde tutabilmek çok önemlidir. Bu yönüyle bakıldığında amellerin, yani kulluğu ifade amacı ile işlenen fiillerin niyetlere göre hüküm alması daha iyi anlaşılacaktır. Bu kesinlikle, kulluk vazifelerini yapmadan, “Benim kalbim temiz” türünden ifadelerle ibadetlerde ve dinî hassasiyetlerde tembellik ya da umursamazlık anlamına gelmez. Zaten, işin aslını samimiyet oluşturacaksa, bu tavırların hiç birinde gerçek samimiyetin olduğundan bahsedilemez. Gerçek samimiyet, elinden gelen hassasiyet içinde kulluk vazifelerini yerine getirip bunun ardından ortaya çıkabilecek, net olarak belli olmayan şüphe düzeyindeki eksiklik ve noksanlıkları düzelteyim derken kulluk vazifesini aslî mecrasından uzaklaştırmamak olmalıdır. Böyle bir durumda Rabb’ül Âlemin ile kul arasındaki sıcak bir iletişimin ve muhabbeti ifadenin zemini olan ibadetler, sadece şeklî unsurların ön plana çıktığı ve bütün sıcaklığını kaybetmiş, duygu boyutundan uzaklaşmış mekanik bir yapıya dönüşebilmektedir. Esas mesele bu ibadetleri emreden ve bu vesileyle kulun kendisine yönelip yakınlaşmasını arzu ettiğini bildiren Zât-ı Zülcemal’i razı etmek, O’na muhabbetle yönelip muhabbetini celbetmek olmalı iken, dünyanın idaresinin üzerinde olduğu vehmi ile kardeşlerini kırmakla bu muhabbetten uzaklaşmak gibi bir risk ortaya çıkmaktadır. O’nun huzurunda iken bütün âlemlerin Rabbi’ne dayanmış olmanın, Kâinat Sultanı’nın kendisi ile muhatap oluş sıkıntısını yaşamak ve vazifesi olmayan yüklerin altına girmekle ve vehmî bir sorumlulukla kardeşlerine karşı kırıcı olmak, bu ulvî muhabbet bağını derinden etkileyecektir. Rabbinin kendisiyle ilgilenmesinin ve huzuruna kabul etmesinin tarif edilmez mutluluğunu ve emniyet hissini yaşaması gereken kul, yersiz vehim ve vesveselerle bu mutluluk anını bir azaba dönüştürebilmektedir. Bu hal, aslında esneklik olan ve hiçbir işinde zorluk bulunmayan bir dinin yaşantı şekli ile bağdaşmamaktadır. İbadetler yerine getirilirken, kulun âleminde bir huzur ve rahatlama yerine huzursuzluk, endişe, sıkıntı hali varsa, bu durum tek başına ibadet esnasında şeytanın müdahalesinin işaretidir. Böyle bir durumda şeytanı devre dışı bırakmanın ve susturmanın en güzel yolu dinde zorluk olmadığını hatırlayıp, böyle bir zorluğun dinden değil şeytandan kaynaklandığını düşünüp düzeltme yönünde bir gayret içine girmemek ve oralı olmamak en akılcı yoldur.
Kulluğun en güzel yönlerinden biri de insanın Yaratıcı karşısında hep aciz ve eksik hissetmesi, O’na karşı sürekli boynu bükük ve mahçup vaziyette bulunmasıdır. Bu tarz bir ilişkide bu âlemin yaratılış gayesini de yansıtan lâtif bir sıcaklık ve ince bir nezaket vardır. Kul açısından da ince ruhluluğun, kendini bilen bir konumun ve edep timsali bir duruşun tezahürüdür. O yüzden yaptıklarından ve ibadetlerinden emin olmayan, sürekli bir eksikliğin var olabileceği düşüncesi ile hep boynu bükük ve ama o huzurdan başka da gidecek yer olmadığının ve Zât-ı Zülcemal’i razı etmekten, O’na dayanmaktan ve bütün yüreği ile O’nu sevmekten başka çaresinin olmadığının farkında bir duruş. Güven hissini amelinin eksiksiz oluşundan değil, Gafur-u Rahim’e dayanmış olmaktan alan bir anlayış ve bu çerçevede, ibadet hayatında huzursuzluk vermeyen, ancak Rabb-ı Kerim’e dayanma sonucunu doğuran tatlı bir belirsizlik. Böyle bir kulluk şuuru ve hep Rabb’ül Âlemin’e dayanma ihtiyacı, Yaratan ve kul arasındaki ilişkinin gerçek zeminine oturduğu hal olmalıdır. Kulun benlik, gurur ve kibir gibi edep dışı hallerden uzak şekilde ve hakiki kulluk şuurunda ulvi bir mutluluk, acziyetten kaynaklanan bir güven, dinî ve dünyevî her halin, her yaşantının Halık-ı Kâinat’a dayanıyor olmaktan dolayı bir anlam ve değer kazanmasını ifade eden bu durum, aslında insanın en ideal konumu ve onun bu âlemde yaşayabileceği en iyi tarzı ifade etmektedir. Kendine ve amellerine güvenmeye engel olan acziyetin hissedilmesi ve ibadetlerde hep şüpheli bir noktanın bulunması ile Zât-ı Akdes’e dayanma sebebi olabilecek bir ruh hali ile tarafgirlikten kurtulabiliriz. Tam olarak tanımlayamadığımızı düşündüğümüz hakka tarafgirlik ile bu duygu olumlu bir kanala yönlendirilebilir. Bu şekilde hayatımızı sıkıntıya sokan, bizi intihar noktasına getirecek boyutta huzursuzluk ve mutsuzluk kaynağı olan bir unsuru daha iyi kulluk yolunda kendimize bir binek haline dönüştürebiliriz.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder