SELAMUN ALEYKÜM
İnşaallah istifadeye medar olur!!!!!!
5 Ağustos 2010 Perşembe
İman ve Tevazu !!!
ARKAMA DÖNÜP maziye baktığımda, daha dün doğdun, bütün yaşadığım bir gün sanki diyesim geliyor. Sahi bizim bu dünyada olmadığımız zaman müddeti yanında yaşadığımız nedir ki… Bir asırlık bir müddet içinde mikro saniye bile olmaz herhalde. Oysa dünyayı ne kadar da sahiplenmişim. Sanki hep benimmiş de bensiz dünya olmazmış gibi geliyor bana. Ne garip değil mi? Kısa bir süre önce, dünyanın ömrüne göre belki de bir an önce bu dünyada yoktuk ve bir an önce var edildik. Bal gibi de biliyoruz ki buraya gelmeyi biz tercih etmedik. Dünyaya teşrif ederken bize sormadılar bile. Bizi bu dünyaya getirdiğini zannedenler de dünyaya nasıl birinin gönderileceğini bilmiyorlardı, belki hâlâ nasıl biri olduğumuz bilinmiyor. Kendimiz bile kendimiz üzerinde olup bitenlerden haberdar değiliz. Bildiklerimiz bilmediklerimizin yanında kâinatın ömrü içinde bir an hükmünde.
Bu meseleleri düşünürken aklıma hep o menkıbe gelir. Hani şu mağrur âlimin menkıbesi. Anlatmadan geçemeyeceğim.
İsmi gerekmez, zamanımızda dahi haklı bir şöhrete sahip âlimlerden biri âlim kisvesine büründüğü ilk yıllarında bir hayli mağrurmuş. Kendine oldukça güvenen ve başkalarına tepeden bakan bir hâli varmış. Anlayacağınız havasından geçilmiyormuş. Bir gün âlim zat mescitte halka vaz ederken mescide derviş kılıklı biri girmiş. Tevazuundan hemen kapının eşiğine oturmuş ve başlamış âlimi dinlemeye. Sohbetin sonlarına doğru çekingen bir edayla destur istemiş. “Bir soru sorabilir miyim?” demiş. Âlim kendinden emin bir tavırla, “Elbette sorabilirsin. Yaklaş ve sor” demiş. Derviş sormuş, “Allah'ın tüm insanlara verdiği ilimle onun kendi ilmini bize kıyaslar mısınız?” Âlim, elbette, diyerek bir boş sahife istemiş. “Şu gördüğünüz sahifeyi nihayetsiz farzedin.” demiş ve kâğıdın ortasına görülmeyecek derecede küçük bir nokta koyarak, “Allah’ın ilmi bu sahifenin tamamı ise, tüm insanlara bahşettiği ilim bu nokta kadar bile değil.” diye yanıtlamış dervişin sorusunu. Derviş ayağa kalkmış ve âlime hitaben, “O zaman kendi ilmimi seç al oradan.” demiş ve yoluna gitmiş. İşte o âlim zat, bu olaydan sonra tevazunun mânâsını anlayarak gerçek âlim olmuş, diye rivayet ederler. Ama doğru ama yanlış. Kıssada aslolan ondan alınan hissedir, diyelim ve konumuza dönelim.
Birileri sizin elinizi, ağzınızı, gözlerinizi bağlamış, bayıltmış ve bir araca bindidrerek uzak bir yere götürmüş olsun. Ayılıp ağzınızı, gözünüzü açtığınızda soracağınız ilk sorular: Neredeyim? Beni buraya kim getirdi? Niçin getirdi? Ve burası neresi?
İnsan fıtratı gereği bu tür soruları sorar ve cevap arar. Bu sorulara cevap vermeksizin rahata kavuşması mümkün değildir. Ve yine her insan kendini ve yaptığı işleri anlamlı kılmak ister. Bu, insan olmanın zorunlu bir gerçeğidir.
İnsan bu dünyaya kendi isteğii ile gelmeyip getirildiğini, bunun bir anlamı olması gerektiğini bilir ve bu anlamı çözmeye çalışır. Bir anlamda mutluluğu ve huzuru bu anlamı anlamlandırmaya bağlıdır, diyebiliriz.
İnsan “var edilmiş ve var ediliyor olduğunu” bilmemesi mümkün değil. İnsan, bu açık gerçek karşısında iki türlü tavır sergiler: Birinci tavır tevazudur. Yani yaratılmış ve halen yaratılıyor olduğu gerçeğini kabul edip kendisini var edip varlığını devam ettireni tanımaya, bilmeye muhtaç olduğunu anlayarak O’nu tanımaya ve bilmeye ve hatta kendisinden isteklerini öğrenmeye çalışmaktır.
İkinci tavır ise bu ihtiyacını görmezlikten gelip hazır rahatını bozmamak adına tesadüfen var olmuşçasına keyfine göre takılmaktır. Kendimin sahibi benim, dilediğimi yapmakta hürüm, iddialarında bulunmaktır ki bu kendi gerçeğini görmezlikten gelip kendini kandırma mânâsına da gelen gurur halidir.
Yaratılmış olduğunu kabul eden mütevazi kişi, kendisini var edeni tanımaya muhtaç olduğunu bildiği gibi kendisine O’ndan bahsedip tanıtacak yaratıcısının görevlendirdiği birilerini de arar. Bu hal, insanın bilmedikleri hakkında bilgilenmeye muhtaç olduğu mânâsına gelen nasihate muhtaç olma halidir. Bu bağlamda insanın nasihate muhtaç olduğunu bilmesi tevazudur.
İnsanın gaypten ve bilmediği âlemlerden, yaratıcısından bahseden vahiy ve onun tefsiri olan imanî eserlerden istifade edebilmesinin belki de ilk şartı nefsini nasihate muhtaç bilme mânâsında tevazudur. Mütevazi olmaktır.
Kalbin hakikati görmesi ve aklın bunu tasdik etmesi mânâlarına gelen imanın tahakkuku için tevazu olmazsa olmaz bir şarttır. Yaratılmış ve yaratılıyor olduğu gerçeğini kabul etmeyen nasıl O’nu tanıyıp tasdik edebilir? İman, Yaratıcının kendini kuluna bildirmesi ise eğer, bu, imanın elde edilmesinde kula düşen ilk görev onu bilmeye muhtaç olduğunu kabul etmesi mânâsında mütevazi olmaktır.
Bütün bunların yanında kendisini ikna etmeyenin başkasını ikna etmesi mümkün gözükmüyor. İkna olmadığı bir şeyle insan bir başkasını nasıl ikna eder. Üstad, “Ben kendi nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç biliyorum. Eğer sen de benim gibi bu ihtiyacı hissediyorsan ben, kendimi ikna ettiğim hususları sana bildireceğim, sen de dinle.” tarzında yaklaşımı ile başkasını ikna etmenin yolunun kendini ikna etmek olduğunu belirtmek istiyor. Bu mânâyı teyit eden bir yoruma Râzi’nin tefsirinde de rasladım. Asıl maksadım da bunu aktarmaktı ki söz uzayıp gitti. Fahruddin-i Râzi’nin tefsirine nasihatle ilgili ayetlerin yorumunu okumak için müracaat etmiştim ki bir ayetin izahında Birinci Söz’ün girişindeki ifadeye benzer bir ifadeye rastladım.
Nasihat kelimesi mukaddes kitabımız Kur’an’da on civarında geçmekte ve genellikle bu kelime peygamberlerin kavimlerine ikazlarının bulunduğu bölümlerde yeralmaktadır. Râzi birçok yerde geçen bu kelimeyi genelde izahsız geçerken, Nuh (as)’un kıssasıyla alakalı mealen “Ey kavmim! Siz kendisinden başka ilahlık vasfına sahip olmayan Allah’a ibadet edin.” ifadeleriyle başlayıp “Size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum, size nasihatte bulunuyorum. Ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri Allah’ın bildirmesiyle biliyorum.” tarzında devam eden Araf 59-62 ayetlerinin tefsiri babında konuyla ilgili şöyle bir yorum yapmakta:
“Nasihatın özü; niyet, her türlü kötülük şaibesinden uzak olarak,-başkalarını- faydaları oalan şeye teşvik etmektir. Buna göre ayetin- 62.- maânâsı ‘Ben size Allah’ın buyruklarını tebliğ ediyor, sizi en doğru, menfaatinize en uygun şeye götürmek istiyorum. Ve sizi, Allah’ın ‘beni çağırdığı şeye çağırıp, kendim için olmasını istediğim şeyin sizin için de olmasını arzu ediyorum’
.... şeklinde olur.”
Ayrıca şunu da belirtmek isterim ki; imanın insana verilmesinin ilk şartı tevazu olduğu gibi imanın terakkisi için de gerekli olan ilk şart tevazudur. Risaleler tevazu ile başlar ve tevazunun ifadesi olan meleklerin “subhaneke la ilme lenna illa ma allemtena inneke entel AlimulHakim” sözü ile biter. Mütevazi olan kişi kendinin her an muhtaç olduğunu bilir ve bu halin hiç bitmeyeceğini de Rabbin bildirmesiyle bilir. Böylece kul yaratıcısı ile ilgili sınırsız bir marifete ulaşır. O halde biz de böyle bir kulun dediği gibi diyelim:
Allahım! Kalplerimizi iman nuruyla nurlandır. Sana olan fakrimizi arttırarak bizi gani kıl. Sana ihtiyaç duymama fakirliğine bizi düşürme. Bize tavazu ile haddini bilip Habibinin edebiyle edeplenmeyi nasib-i müyesser eyle. Hadsiz selat ve selam âlemlere rahmet kıldığın Habibin üzerine olsun. Amin…
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder