SELAMUN ALEYKÜM

İnşaallah istifadeye medar olur!!!!!!

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Modern Şehirde İnsan


İkibinsekiz yılı itibariyle insan nüfusunun yarıdan fazlası şehirlerde yaşıyordu. Nüfusu on milyonun üzerindeki şehirlerin sayısı 1975'de 3 iken, 2007'de 19'a yükselmişti. Bu sayının 2025'de 27'ye ulaşacağı tahmin ediliyor (1). Şehirlerin (bilhassa büyükşehirlerin) bugünkü problemlerine ve bunların gelecekte nasıl bir hâl alacağına dâir dünya genelinde arastırmalar yapılıyor, tahminler yürütülüyor. Şehirlerin tarım arazilerine doğru genişlemesinin ekonomilere verdiği zarar, büyükşehirlerin etrafında oluşan mikro-iklimlerin hayata menfî tesiri, hava, ses ve ışık kirliliği, temiz su ve enerji teminindeki problemler, atık su idaresinin giderek zorlaşması, trafik yoğunluğunun çözülemez hâle gelmesi, hayatın yollarda geçmesi, yeşil alanların yetersizliği, meteorolojik, sismik ve teknolojik afetlerin şehirlerde yolaçtığı zararlar hemen her gün üniversitelerde ve medyada ele alınan, tartışılan, makale ve kitaplarda kendine giderek daha fazla yer bulan konuların başında geliyor.

Yine de bugünün insanı (büyük kısmı şehir tarafından olusturulan) beklentilerine şehirlerin cevap vereceğine inanıyor. Bilhassa büyükşehirlerin sıkıntıları da büyük olmakla birlikte, doğum ve göçe bağlı olarak nüfusu, dolayısıyla yapı, fonksiyon ve problem yoğunluğu artmaya devam ediyor. Fakat modern şehir insan hayatına sadece teknik kolaylık ve zorluklar getirmiyor (her ne kadar, bu konudaki toplantı, müzakere ve yayınlarda daha çok bu konular ele alınsa da). Bugünün şehrinde (kentinde) ve şehirleşmiş mekânlarında tabiattan (dolayısıyla tabiatımızdan, fıtratımızdan) uzaklaşmış, daha da kötüsü, buna alışmış durumdayız. Peki, bunun ne kadar farkındayız? Yoksa, mukayese yapacak kadar bile bir tabiat tecrübemiz olmadığı için (olmayanlar için), bunu bir mahrumiyet gibi görmüyor muyuz, veya ne ölçüde? Bugünün şehri yaradılışımıza ne kadar uygun? Onu nereye kadar taşıyabiliyoruz? Sınırlarımız zorlandığında biz şehre ayak uydurmak durumunda kalıyoruz. Bu bizi bozuyor mu? Ne kadar? Bunun farkına varma şansımız var mı? Veya, aslında ruhumuz, vicdanımız modern şehre alışmadı da, içine doğduğumuz mecburiyetlerden dolayı mı ruh ve bedenimizle birlikte ona katlanıyoruz? Hakikatte insan insanı (ruh ruhu) modern şehirdeki hâliyle mi görmek, tanımak ve sevmek ister?

Sebep ne olursa olsun, fıtratımızı zorlayan şehirde davranışlarımız da (iradî veya değil) fıtrî olmayabiliyor. Bu tablo bizi, romantik, ütopik ve irrealist bir şehir tasavvuruna (veya düşmanlığına) da götürmemeli. Yukarıdaki sorular sorulsa bile, bunlar bugün şehir realitesi karşısında bir durum tespitinden öteye geçebilir mi? Tekrar başa dönersek, ne kadar farkedilmiş bir derttir bu? Ve bunun çaresi bugünün şartlarında ne olabilir? Şurası âşikâr: İnsanlık bugün, binlerce yıl önceki gibi tabiatın sinesinde, her gün onunla iç içe yaşayamaz artık. Tabiat da bir ölçüde o eski tabiat değil zâten.

Bir realite olarak şehir ve sınırlandırılan insan
İnsanlık tarihi boyunca, söyleyecek sözü olan hemen herkes şehri seçti. Bilhassa son yüzyılda bilim ve teknolojideki gelişmelere paralel olarak üretim ve iş imkânının artması, refah seviyesinin yükselmesi, pazarın çeşitlenmesi, sağlık, eğitim ve alt-yapı gibi hizmet sektörlerindeki ilerlemeler, şehrin câzibesini arttırdı. Dünyevî gelecek adına çok şey vâdetmeye başlayan şehirler büyük göç aldı. Geçmişte sadece babadan-atadan şehirli olanların faydalanabildiği imkânlar, şehri tercih eden kalabalık kitleler için de sözkonusu olmaya başladı.

Bu normaldir. Cemiyet hâlinde yaşama temayülü ile yaratılmışız. Birbirleriyle anlaşan ailelerden müteşekkil, birkaç yüz kişinin oluşturduğu küçük bir yerleşim birimi (bir köy) düşünelim. Burada insanlar değişmeyen temel ihtiyaçlarını (can, mal ve namus güvenliği, su, besin, barınma, temizlik, sağlık, iletişim, ulaşım) cemiyet hayatının bir gereği olan iş bölümüyle karşılar. Zaman içinde fizikî ve beşerî coğrafyanın sunduğu avantajlarla bu köy büyür, gelişir ve bir şehir hâlini alır. Şehirde (bilhassa merkezde) yoğunlaşan ticaret, eğitim, sağlık, kültür ve alt-yapı imkânlarına yakın olma isteği neticesinde yapılaşma ufkî olmanın yanısıra amudî de ilerler; insanlar nisbeten dar bir alanda yaşar, birbiriyle daha sık ve yakın temas eder. Bu durum, yoğun trafik, insan kalabalıklarının dolaştığı cadde ve çarşılar, iş ve yerleşim merkezleriyle kendini gösterir. Böyle bir ortamda yapılar, fonksiyonlar, münasebetler ve problemler de daha kompleks hâle gelir, hayat akışının hızı ve yoğunluğu artar, hakların sınırları ve ihlâlleri değişir, mahremiyet zedelenir (apartmanda, yolda, toplu taşıtlarda, işyerinde, şahsî sınırlar çiğnenebilir, insanların ve ailelerin başkaları tarafından görülmesini, duyulmasını istemedikleri hayatları görünür, duyulur hâle gelir).

Neticede insan şehirde sınırlandırılır; fakat sınırların nereden geçeceği fertlerin keyfine bırakılmaz, cemiyetin ortak akıl ve vicdanıyla, yazılı olan-olmayan kurallarla belirlenir. Böylece şehirde daha ayrıntılı bir hukuk sistemi (hakların tesbit ve dağılımı, ihlâllerin müeyyidesi) gelişir.1 Bu durum, mizaç, karakter ve kişilik farklılıklarının üstünde, herkesi daha dikkatli olmaya zorlar. Meselâ bir belediye otobüsünde veya metroda insanlar yolculuk ederken elde olmadan birbirlerine dokunurlar. İnerken, binerken veya yer değiştirirken birbirlerinden müsaade isterler. İstemeden çarptıklarında özür dilerler. Bir iş merkezi veya apartmanda, üst kattakiler zaman zaman kendilerinden kaynaklanan aşırı sesten dolayı mahcubiyet hisseder ve alttaki komşularına özür beyan ederler. Şehirde bekleme sıraları vardır ve öncelik hakları nettir. Trafik, sürücülerde sürekli gerilime yolaçan, yokluğu düşünülemeyecek duruma gelmiş bir vâkıadır. Şehirlerin plânsız geliştiği, umumiyetle kısa vâdeyi gözeten belediyelerin geniş cadde-sokak ve araba park yeri yapmayı önemsemediği ülkelerde, alım gücündeki artışa bağlı olarak motorlu taşıt sayısının şişmesi neticesinde, şehirlerdeki dar yollar istiab haddinin çok üstünde araçla dolmuş durumdadır.

Şehirde en çok kullanılan vasıta otomobildir. İnsanların büyük kısmı kendilerini otomobil sahibi olmak mecburiyetinde hissetmektedir. Zaman kaybını aza indirmek, mahremiyeti sağlamak ve bağımsız seyahat etmek açısından bu tabii ki bir avantajdır; fakat, kötü bir alışkanlık da yapmaktadır. Kısa mesafeleri yürümek, arabası olan birçok insanın gözünde büyümektedir. Arabayı sık ve olur-olmaz yerde kullananlar ve yayalığı unutanlar (veya bunu pek tatmamış olanlar), zamanla yoldaki yayaları (ve tabii ki diğer vasıtalardakileri) birer insan gibi görmemeye başlamaktadır. Başka bir mekânda karşılaştıklarında birbirlerine karşı nezaket dairesinde davranabilecek insanlar direksiyon başına geçtiklerinde insan hakikatinden uzaklaşmakta, yoldaki yayalar motorlu vâsıta içindeki insanlara insandan ziyade, trafiğin mekanik bir parçası, hattâ bir engel gibi gözükür olmaktadır. Bunun ciddi mahzurları vardır: İnsanlık, otomobil, otobüs, kamyon, metro, tramvay gibi ağır ve hızlı kütlelerin şehrin sokaklarında insan hayatını tehdit etmesi gibi bir durumu sadece yüzyılı biraz aşkın bir zamandan beri yaşamaktadır. İki yaya yolda birbirine çarpabilir veya omuz omuza gelebilir. Otomobil veya otobüsün insana çarpması ise böyle olmaz. Zayıf pozisyondaki yayaları ağır bir metal vasıta içindekilere karşı korumak bu yüzden hayatî önem arzetmektedir. Ayrıca, trafikte zamanla yarışmak veya yolu tıkamamak mecburiyeti de insanı insana yabancılaştırmaktadır. Bu yüzden, yolda yürüyen bir tanıdıkla otomobilin pencere gerisinden el-kol ile selâmlaşarak gaz pedalına basıp uzaklaşmak insan-insan münasebetinden ziyade makina-insan münasebetinin bir şekli olmuştur.

Ticaret ve alış-verişin yoğun olduğu şehirde, insana daha ziyade potansiyel müşteri gibi de bakılmaktadır. Bir insan ticarî bir müesseseye her ne kadar ferd olarak gelip alış-veriş yapsa da, kalabalık kitlelerin bir parçasıdır. O birşey satın almasa da alternatifi çoktur. Hattâ, kendisine gösterilen ilgi, birşey satın almayacağı anlaşıldığında çoğu kere hissedilir şekilde azalmaktadır.2

Şehrin insana Yaratılış'ı ve Yaratıcı'yı unutturması
Şehirdeki tablolar, çok değil, bir asır öncesinin dünyasından oldukça farklıdır. Ev veya işyerimizde, birkaç saksı çiçekle, pencereden görünen ağaçlarla, kulağımıza çalınan tek-tük kuş sesiyle kendimizi biraz şanslı saysak da, bu, tabiatla beraber olduğumuz mânâsına gelmez. Hattâ, saksı insan eliyle yapılmış, çiçek bizim elimizle dikilmiş olduğundan, bakım-görümünü de biz yaptığımızdan, belki farkında olmadan çiçeği bile bir bakıma kendi eserimiz sayarız. Tıpkı kaldırımdaki ağaç gibi. O da belediyenin diktiği, suladığı, sonbaharda budadığı bir varlıktır ve bize mâlolmuştur(!) artık.

Bilhassa büyükşehirlerde, gece ortaya çıkan ışık kirliliği, rengini bulutlara bile vermektedir bugün. İnsan öncesi zamanlardaki kimyası ve rengiyle akan nehir ise neredeyse kalmamıştır yeryüzünde (şehrin içinden de geçse, dışından da).

Şehirde sabah kalktığımız andan gece tekrar yatağa döndüğümüz vakte kadar gözümüze çarpan veya kullandığımız nesnelerin, kulağımıza gelen seslerin, burnumuzu rahatsız eden kokuların, damağımıza hitap eden tatların çok büyük kısmı insan-yapısıdır. Yirminci ve yirmibirinci yüzyıl insanı, nereye baksa kendi (mecazî) eserlerini gördüğü için belki de, "ben" ve "ben yaptım" ifadelerini sık telâffuz etmektedir. Ev ve işyerinde kullandığımız eşyalardan, apartmanlar, asfalt-beton yollar, gökdelenler, salonlar, stadyumlar, nükleer santraller, otomobiller, uçaklar, uydular, cep telefonları, bilgisayarlar, televizyonlar, uzay mekikleri ve daha birçok kul-yapısı nesneye varıncaya kadar, bu çok meşgul edici kalabalıktan, bunların kabarttığı benliğimizden ve hayata hâkim kılınmış eğlence kültüründen yol bulup Allah'ı hatırlamak nasıl olacak?!... İnsanlara faydalı bilim-teknik eserleriyle, bilim-teknik kullanılarak yapılan ve tamamen nefse hitap eden, bu arada büyük bir kaynak israfına da sebep olan eğlence-oyun-gösteri eserleri arasındaki sınırın bulanıklaştığı bir zamanda, hem hakiki Mutasarrıf olan Yaratıcı'ya saygısızlık yaptığımızı, hem de gelecek nesillerin hakkını gaspettiğimizi farketme şansımız var mı? Bu hayatımızla O'nu hatırlama, ilim, kudret, hikmet, san'at ve iradenin aslında O'na ait olduğunu hissetme şansımızı kendi elimizle baltalamış olmuyor muyuz?!..

İnsan olarak yaptıklarımızı küçümsemeyiz. Cenab-ı Hakk insanı imtiyazlı (ve imtihanlı) bir varlık olarak yaratmış, "halife" sıfatını takdir etmiş, eşyayı ona musahhar kılmış, birçok dünyevî muvaffakiyet nasip etmiş. Fakat biz, yeryüzünü çok ciddi (ve kısmen hukuksuz) şekilde değiştirmiş, bilhassa şehirlerde etrafımızı nefes almayacak şekilde kendi eserlerimizle(!) doldurmuş durumdayız.

Peki, sıhhatli ve dengeli bir değerlendirmeyi nasıl yapacağız? Kendimizle, varlığımızla ilgili durum tesbitini nasıl başaracağız? Biz ve yaptıklarımızın değeri nedir? Uçak gibi bir teknoloji harikası karşısında hem nev'iyle iftihar eden, hem de Allah'a şükreden, radyoyu dinlerken hava tabakasının ne büyük bir ilâhî nimet olduğunu ifade eden Bediüzzaman (ra) herşeyi hakiki Sahibi olan Yaradan hesabına doğru yerine oturtarak, dengeyi temsil ediyor.

Evet biz, O'nu bulmak, O'nu bilmek, O'na şâhitlik yapmak için yaratıldık. Anne karnında doğmaya dakikalar sayan bir bebeğe yakından baksak, onun dünya için hazırlandığı (daha doğrusu, dünyanın onun için hazırlanmış olduğu) çok açık görülür. Karanlık bir amniyo sıvısı içinde kullanamadığı gözleri, ağzı, burnu, dili, akciğeri, elleri ve ayakları, çok açıktır ki, dünyayı iyi bilen bir Zât tarafından burada kullanılmak üzere ona ihsan edilmektedir (aynı durum, bir kuş veya balık yumurtası, bir böcek larvası, bir çiçek veya ağaç tohumu için de geçerlidir). Peki bu bebeğin bedeni, ruhu, aklı, kalbi biraz sonra adım atacağı dünyada boşa harcanmak için mi verilmektedir?!.. Aynı şekilde, bütün zenginlikleriyle dünya da ona keyfince yağmalasın diye mi emanet edilmektedir?!.. Yoksa, şu geçici dünya mı imtihan olacak insan ruhu içindir; veya dünya nasıl bir dünya olmalı, insan dünyaya nasıl davranmalıdır ki, burası insan ruhuna uygun bir yer olsun? Gelecek nesillerin üzerimizdeki hakkı, insan olma ve hesap verme mükellefiyetimiz gibi kulluk hakikatleri karşısında lakaytlığa, ciddiyetsizliğe ve nankörlüğe düşmeden dünyaya bakış ve dokunuşumuz nasıl olmalıdır? Cenab-ı Hakk'ın Hz. Adem'e (as) ve ailesine sunduğu yeryüzünü biz ne ölçüde aslına sadık kalarak yeni nesillere bırakıyoruz? İnsan yeryüzünü tabii ki değiştirecektir. Fakat hangi ölçüye göre?

İradeyi zorlamak, farketmek, keşfetmek
Evet, bugünün şehrinde sabahtan akşama insan-yapısı nesnelerle karşılaşıyor ve onları tüketiyoruz. İnsanda, "ben planladım, ben yaptım" anlayışı sivriliyor. Tabiatın sadece cüzlerinde değil, bütününde de keşfedilecek Yaratılış mucizelerinden uzak kalıyoruz. İnsan kendisini bile, "yaratılmış" bir varlık gibi görmemeye başlıyor. İnsan üzerine düşünme zemini ve zamanı bulmak, nefsimizin farkına varmak uzak bir ihtimal oluyor. Bu yüzden, tabiata ve Yaratılış hakikatine açık bir hayata izin vermez hâle getirdiğimiz şehirde boğulmamak için tefekkür nefeslerine ihtiyacımız var. Mevcut durumu bir realite olarak kabul edip, maddî-mânevî teneffüs için yapılabilecekleri yapmaya çalışmalıyız.

Modern şehrin üzerimizde belli bir menfî tesir icra etmiş olduğunu, ancak ondan uzaklaştığımızda ve tabiatın sükûnetine girdiğimizde farketme şansımız artıyor. Bizim kendimize mâledemeyeceğimiz kadar O'nun eseri olduğu apaçık görülen (henüz pek fazla kirletmediğimiz) bir tabiat parçasında (şehirden uzak bir yayla, bir orman, bir dere kenarında), varoluşumuz, hayatımız, O'nun isim, sıfat ve fiillerinin tecellileri hakkında düşünmek ve bir durum muhasebesi yapmak için daha müsait bir zemin buluyoruz. Burası insana tâ en başta verilmiş fıtrî mekân çünkü. Bu yüzden, tabiatla aslında sürekli beraber olmak üzere yaratıldığımızı, fakat araya fıtrî olmayan bazı engellerin girdiğini hissediyoruz. Aslında tabiata çok yabancı kalmış olanlar bile ona çabuk alışıyor. Ona yerleştirilmiş olan sessizliğin dili bize, birçok şeyin yanısıra, "Çok gürültü yapıyor ve kirletiyorsunuz, aşırı tüketiyor ve israf ediyorsunuz; bu fıtrî degil, bu bir zulüm!" de diyor.

Dünyaya, sanki hakkımız varmış gibi, gaspedercesine hoyratça davranmak ve kaynakları yağmalamak ciddi bir cürüm. Halbuki yeryüzünde, kendimizi misafirlikte gibi görmeliyiz. Ağırlandığımız bu mekân bize ait değil. Çok samimi bir arkadaşımıza misafir olduğumuzda bile, evin işleyişine ve eşyaların yerine karışmaya, bunları bozmaya hakkımızın olmadığını biliriz. Ev sahibine tâbiyizdir. Davet üzere gittiğimiz saygın bir zâtın hânesinde ise, oturup kalkmamıza, hâl ve hareketlerimize daha bir dikkat ederiz.

Hz. Adem'in (as) bu imtihan dünyasına ilk insan olarak indiği zamandaki yeryüzü değil artık burası. Kalabalıklaşan ve yeryüzüne yayılan Ademoğullarının bu mekânı bir dereceye kadar değiştirmesi normal kabul edilebilir. Peki bu sınır nereden geçmelidir? Bu konuda bize nereye kadar izin verildiğini tam bilemeyeceğimizi, bu yüzden hata yapabileceğimizi kabul etsek bile (ki, Kur'ân ve Efendimiz -sas- dokunma hakkımızın sınırlarını çiziyor), yeryüzünün bugünkü durumu en azından böyle yapmamamız gerektiğini göstermeye yetiyor.

Modern vasıtaların, aletlerin ve dünyevî zenginliklerin verdiği güç vehmiyle şımarmış, kabalaşmış insanlar da yaşıyor sehirlerde. Halbuki, insan herşeye, yaratılmış bir sanat eseri ve emanet, ruhuna da bu emaneti yüksek mesuliyet şuuruyla anlayıp koruması gereken bir "halife" namzedi gibi baktığı takdirde bencillik ve kabalıklarından uzaklaşabilir. Yani nazarlarımızın tashihi gerekiyor. Şehirde karşılaştığımız tek tek her bir insan, uçsuz-bucaksız çöllerde aç-susuz yalnız, çaresiz ve ümitsiz bir vaziyette kalmış iken birden karşımıza su ve gıda yüklü devesiyle çıkan bir insan kadar kıymetli gözükürse gözümüze, işte bu çok önemli bir bakış değişikliği mânâsına gelir. Bizim kendimize biçtiğimiz değerin değil, Yaradan'ın insana verdiği kıymetin ne olduğunu anlamaya ihtiyacımız var! Modern şehirde olduğu gibi, sayısı çoğalınca değeri azalan bir varlık olamaz, olmamalı İNSAN!

Dipnotlar
1. Bu konuda, Efendimiz'in (sas) Medine'ye teşriflerinden hemen sonra şehrin yeni durumunun gerektirdiği bir (yazılı) hukuk tesbit etmesi her bakımdan önemli ve her zaman geçerli bir örnektir.
2. Geçim veya para endişesi, asıl işi ticaret olmayan bazı insanların da nazar ve niyetine menfî tesir edebilmektedir. Bazıları, sadece Allah için biraraya gelinip sohbet edilen ortamlara çeşitli ticaret malları getirip oradakilere satmaya çalışmaktadır. Bu yaptığının ihlâsa aykırı ve kardeşlik bağlarını zedeleyici olduğu münasip bir şekilde hatırlatılmadığı takdirde, bu kişi zaman içinde, sohbetlere satış yapmak niyetiyle gider olmakta, ve arkadaşları da onun gözünde birer potansiyel müşteri hâline gelmektedir.

Kaynaklar
- United Nations, World Urbanization Prospects: The 2007 Revision Highlights (United Nations, New York, 2008).
*************
Prof. Dr. Ömer Said GÖNÜLLÜ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder