SELAMUN ALEYKÜM

İnşaallah istifadeye medar olur!!!!!!

4 Ağustos 2010 Çarşamba

İnsan Olmanın Yüceliği ve Mesuliyeti



İhvânü's'Safâ Risâleleri'nden Hayvanlar Risâlesi'nin sonunda, insan ve hayvanlar arasında geçen bir dâvâdan bahsedilir. Hayvanlar âleminin temsilcileri, cinler padişahının önünde insandan şikâyette bulunur ve onun kendilerine yaptığı zulümleri, sözgelimi, kendilerini nasıl yük hayvanları olarak kullandığını, et ve sütlerinden nasıl faydalandığını ve ihtiyaçlarını gidermek maksadıyla kendi haklarını hiç gözetmeyip, nasıl acımasızca istismarda bulunduğunu bir bir anlatırlar. Bu suçlamalara cevap vermek için çağrılan İnsan, nasıl şehirler kurup binalar yaptığından, rakamları ve sayıları nasıl hesaplayıp karmakarışık işlemlerin içinden çıktığından ve ne tür ilimler ve san'atlar geliştirip , nasıl aletler icad ettiğinden söz eder. Fakat bütün bu müdafaa delillerine karşı hayvanlar âleminin temsilcilerinden biri kalkıp cevap verir ve insanın sayıp döktüğü hünerlerin herbiri karşılığında, hayvan nev'inden birinin sahip olduğu mârifet ve hüneri söyler. Söz gelimi, arının nasıl akıl almaz petekler yapan yaradılıştan bir hendeseci olduğunu, insanın yaptığı her türlü gemilere rağmen hiçbir zaman balık gibi denizlerde yaşayamayacağını, her türlü imkânlarına rağmen, göklerde kuşlar derecesinde uçmayı asla başaramayacağını izah ederek, dâvâlarının haklılığında ısrar eder. İnsanın, şahsı adına tabiat ve hayvanlar üzerinde hâkimiyet kurma ve hayvanları kullanma hakkı olarak saydığı bütün deliller böylece birer birer çürütülür. Neden sonra İnsan, kendi nev'i içinde Allah'ın yeryüzündeki halîfeleri, umum yeryüzü varlıkları için nimet kanalları ve yeryüzündeki hayatın bu şekilde olmasının hikmet-i vücûdu olan kişilerin bulunduğunu söyler ve işte o zaman hayvanlar, kendileri üzerindeki hâkimiyet ve tasarrufu mevzuunda insanın iddialarına boyun eğerler.

Gerçekten insan bir bakıma yaratılışın esas gâyesidir. Bu âlem bir ağaç, meyvesi de insandır. Nasıl çekirdek ağacın yoğun bir hülasası olarak ağaçtan öncedir ve ağacın temelidir; aynı şekilde insan da yaratılış ağacının meyvesi ve çekirdeği olarak, bütün kainatı öz olarak kendinde taşımaktadır. Hz. Ali'nin ifadesiyle, kâinat kendinde dürülmüş bulunmaktadır. Mehmet Akif, Hz. Ali'nin bu sözünü şöyle destanlaştırır:

Senin mâhiyetin, hattâ meleklerden de ulvîdir;
Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir.
Zeminlerden semâlardan taşarken feyz-i Rabbânî,
Olur kalbin tecellî-zâr-ı nûra nûr-u Yezdânî..
Musağğar cirmin amma, gâye-i sun' -i İlâhı'sın;
Bu hâsiyetle pâyânın bulunmaz, bî-tenâhisin..

İnsan, bütün bu yüceliğine karşılık, bir yanıyla alabildiğine tahripçi, kan dökücü, acımasız, zalim ve câhildir. Bu durum göklerin ve dağların yüklenmekten kaçındığı insanlık şeref, haysiyet ve benliğini taşıyamamanın ve neticede insanlıktan iradî vazgeçmenin neticesidir... Çünkü insanlık şeref, haysiyet ve benliği, kıymeti nisbetinde öylesine ağır bir yüktür ki, her sırt onun altında dayanamaz ve çatlar. Benliğini bulma, şeref ve haysiyetini elde etme, yeryüzünde Allah'a halife, isim ve sıfatlarına ayna olabilme mücadelesinde dalâlet yoluna girenler öylesine alçalırlar ki. hürriyetlerini paraya, makama, şehvetlere, şöhrete, riyaya değişmekle ehlî hayvanlar gibi güdülmeğe mahkûm sürüler haline gelirler. Bu mevzûda Kur'ân'ın "onlar ehlî hayvanlar gibidir, hattâ daha da yol bilmez" şeklindeki ifadesinin mûcizeliğini bir-iki asırdır batıda görülen insan tarifleri olanca açıklığıyla ispatlamıştır. Evet, batıda şu son bir-iki asırdır yapılan tariflerde insan, hep hayvan olarak ele alınmaktadır. Yiyip içen ve üreyen bir varlık olarak görülmekte ve "simgeleştiren hayvan", "düşünebilen hayvan", "isyan edebilen hayvan", "idealist hayvan", "özgür hayvan", "devrimci hayvan",'sosyal hayvan",'iki yüzlü hayvan" ,"bilinçli hayvan","hayal kuran hayvan"... gibi tariflere sıkça rastlanmaktadır. İnsanın menşeinin maymuna dayandırılmasının temelinde de esasen bu anlayış yatmakta değil midir? Ve Hayvanlar Risalesi'nde olduğu gibi, hep maddî başarıları ön plâna çıkarılmakta ve bu başarılarla (!) yalnızca tabiat ve hayvanlar üzerinde değil, hemcinsleri üzerinde de hâkimiyet hak ve selâhiyeti iddia edilmektedir. Halbuki insan, bu yanıyla o kadar zayıf ve âcizdir ki Allah'ın verdiği akıl, isti'dat ve düşünme sayesinde yine Allah'ın vaz' ettiği kanunları keşfederek, füzeler, denizaltılar ve hassas elektronik aletler yapabilir ama tek bir otu, bir sineğin kanadını yapamadığı gibi, acıkmasını, susamasını önleyemez, uykusundan vazgeçemez; bırakın tabiata hâkim olmayı, kendi bedenine bile söz geçiremez.

Kendi insaniyetlerini feda ederek, insan olduklarını zanneden ehl-i dalâlet, insana gerçek benlik, şeref ve haysiyetini kazandıran ve nihâî plânda yaradılışın sebebi olan gerçek insanla aynîleşen İslâm'ı her ne kadar yeryüzünden silmek gayreti içindeyse de İslâm, kâinatın rûhu, Kur'ân da aklıdır. Ve, İslâm ve Kur'ân'ın timsali kâmil insan ise, kâinatın hem aklı. hem ruhudur. Dolayısıyle, kâmil insanın yeryüzünden çekilmesi, kıyâmetin kopması ve ehl-i dalâletin yegâne hayat kabul ettiği dünya hayatının sonu demektir.

Mes'elenin bilhassa ehl-i dile ve aşka bakan bir diğer yönü daha vardır ki, akıl onu idrakten acizdir. Göklerin ve dağların yüklenmekten çekindiği insanlık emanetini hakkıyla yüklenip taşıyan, "Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım" sırrının sahibi Hz. Muhammed Mustafa (aleyhi ekmelü't tehâya) ve O'nun temsil ettiği Hakikat-ı Muhammediye'nin her asırdaki temsilcileri, Rabb'in taşan feyz-i akdes'ini, Rahmâniyyet ve Rahîmiyyeti'ni, İlim ve Meşîeti'ni, Hayât ve Cemâli'ni bütün kâinata ilk aksettiren mükerrem, mübarek ve mücellâ ayna olma hâsiyetindedirler.

Ah o ayna olmasaydı, varlık yaratılmayacak, yaratılsa da tanınmayacak; O olmasaydı, lûtf ve cemâlin tecellileri saklı kalacak; O olmasaydı, ayın nûru, güneşin ziyâsı, annenin şefkati, çiçeklerin renk ve kokusu, servilerin endamı, meltemlerin okşayıcılığı bilinmeyecekti. Hepsinden öte, o gül endâmın al şâline takılıp kalan gönüller O'na vurulup gitmeyecek, şûle şûle saçının tellerine takılıp kalmayacak, tîğ-ı müjgânına hedef olup, kandan güllerin açtığı gülzâra dönmeyecek, hûb cemâlin firdevsinde ve dilinin havz-ı kevserinde hayat aramayacaktı.

Ya Rabb, Sen, Cennetini senâ ediyor ve Sana Sen diyenlere Cennetini va'd ediyorsun. Onu görmemiş, esintilerini kalbinde duymamış, Seni ise hiç tanıyamamış bir gedâ, Cennet, Muhammed Mustafa bahçesinin bir hoş endamlısına, bir gül yanaklısına değişilir mi diye sorsa; Sen'in gönülde yaktığın kandilcik bir aşk ateşi bile, cennetlere değmez mi diye sorsa; böyle bir hoş endamlının varlığı, vücud ve yaratılış adına bütün dünyanın inkâr ve sapıklığını dengelemez mi diye sorsa, acaba hata etmiş olur mu? Sen, Hz. Âdem önünde meleklerin secde etmesini emrederken, huzurda cemal tecellilerinin dayanılmaz coşkusuyla, değil yalnızca O'nun, hattâ çevresindekilerin bile önünde kalkıp hürmet secdesine kapanma arzusu duymak, Sen'in sırlı kapılarının tokmağına dokunmak olur mu Allahım?

Sen, insanı böylesine yücelttin; bu yüceliği kaldıramayıp, esfel-i sâfilînde insanlık arayanların zavallılığı bir yana, göklerin ve dağların yüklenmekten korktuğu yükle O'nu serfiraz kıldın. Bütün insanlık, hattâ bütün mevcudât adına bu mukaddes ve muazzam yükü taşıyan bir güzel endamlının eşiğini. O'nun cûd ve keremini istismarla aşındırıp duran bencileyin bir ham ruh, baş açık, yalın ayak yanmış beden ve kavrulmuş gönülle o eşiğe gelmeli, geri çevrilmeli, gelmeli, tekrar geri çevrilmeli, yüzlerce, binlerce defa geri çevrilmeli ve bir gün o eşiğe uzanan başa mübârek ayaklan değdiğinde, "Kim bu eşiğimizdeki?" sualine "Yunus" cevabı verilip de, "Bizim Yunus mu?" dediği zamandır ki, içeri bir adım daha atma cesareti bulabilmelidir.

Ama âh!.. O eşik, rahmet ve kerem eşiğiyse de, sana düşen "üç ayakla sekip durmaktır" ey nefsim.. İnsan oluşun erişilmez yüceliğinin getirdiği sırt çatlatan yükü çekmek, insan olamayan, insan olmanın erişilmez ufkuna adım bile atamayan, başını yerden kaldırıp göğe bakamayan, O'nun mülkünde O'na başkaldırmanın hacâletini duyamayan, Zât'ına arş, isimlerine ayna yaptığı kalbini süflî emeller ve günahlarla kararttıkça karartan bir zavallının kârı değildir..

Ne olurdu Allahım, ne olurdu; insan olacağıma, insan olarak anılacağıma, O Kâmet-i Rânâ'nın mübârek ayaklarının basıp geçtiği bir zerre olaydım. Gül-i ruhsârında biten ak bir tüy olaydım; teneffüs ettiği havanın bir zerresi olaydım. Allahım, olaydım da Sen'in mülkünde yaratılış vazifesini yerine getiren bir şeycik olaydım. Sana karşı böyle demek günahsa, o günahı da işlememiş olaydım...
***
Ubeydullah Akyüz
****

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder