SELAMUN ALEYKÜM

İnşaallah istifadeye medar olur!!!!!!

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Entelektüel Münevver ve Aydının Macerası


Türkçedeki aydın ve ondan önce kullanılan münevver kelimesi, Batı'nın sosyal tarihi içinde ortaya çıkan intellectuel-intellectuals, intelligentsia, literati ve clercs gibi birbiriyle ilgili, fakat birbirinden farklı kavramların karşılığı olarak üretilmiştir (Mardin, 1984:9).

Yukarıdaki kavramlardan entelektüel, Batı dillerinde, Latince "akıl ve idrakle bağlantılı" mânâsına gelen intellectualis kelimesinden türetilmiştir (Kılıçbay, 1995:175). Bu kelimenin, "fikir üretme misyonuna sahip" bir sosyal grubu tarif etmek için kullanılması ise, ancak 19. yüzyılda mümkün olmuştur. 19. yüzyılın Batı dünyasında kelime, elit, düşünce aristokratı, düşünen ve seçkin insan mânâsında kullanılmıştır. Kelime ayrıca, resmen görevlendirilmedikleri ve doğrudan çıkarları olmadığı hâlde, sosyal problemler hakkında fikir beyan eden kimseleri ifade etmektedir (Kılıçbay, 1983:56).

1860'lı yıllarda Rusya'da ortaya çıkan intelligentsia kelimesi, "Batı düşüncesinin Rusya üzerindeki tesiri sonucunda aydınlanmış, okumuş, düşünceleri rasyonelleşmiş" (Balcı, 2002:8) kimseler mânâsına gelmekte, "bilim ve sanatta öncülük vurgusu" (Mardin, 1984:10) taşımaktadır. Bazı araştırmacılar ise, intelligentsia kelimesini, toplumda teknik bir görevi bulunan kişiler olarak tarif etmiştir.

Literati kelimesi, "mesleği bilme olan kimseler", "hayatlarını bilmeye veren kişiler", toplumun temel değerlerinin sağlanması ve nesilden nesile aktarılması gibi çok önemli sayılan işleri üstlenmiş kimseler mânâsına gelmektedir (Mardin, 1984:11). Clercs kavramı ise, bilgiyi muhafaza eden, topluma iyiyi ve doğruyu gösterme mesuliyetleri olan kişiler olarak tarif edilmiştir (Mardin, 1984:10).

Batı dilerindeki bütün bu mefhumlar, Türkçede önce münevver, sonra aydın kelimesiyle karşılanmıştır. Bu kelimelerin Türkçede ne zaman ortaya çıktığı kesin olarak bilinmemektedir. Kamus-ı Türkî'de (1908) ve Resimli Kamus-ı Osmanî'de (1908) olmayan münevver kelimesinin, 1920'li yıllarda, onun Türkçeleştirilmiş şekli olan aydın kelimesinin ise 1930'lu yıllarda kültür dünyamıza girdiği tahmin edilmektedir (Balcı, 2002:21). Türkçede münevver-aydın kelimesi, Batı dillerinde olduğu gibi ayrıntılı bir şekilde tarif edilmiştir. Meselâ Mehmet Ali Kılıçbay'a göre aydın, "bilgi edinme ve eğitim yoluyla zihni aydınlanmış kişiye" denir (Kılıçbay, 1995:175). Sabri F. Ülgener ise aydını, içinde yaşadığı topluma kılavuzluk eden, kültür değişimlerine öncülük yapan, halkın içtimaî ve siyasî tercihlerinde müessir olan kişi olarak tarif eder (Ülgener, 1983:66-67).

Erol Güngör'e göre ise aydın, gördüğü şeyler arasında sebep-netice münasebeti kurabilen, halkın dar ve sığ dünyasının ötesine geçip değişmez hakikatleri bilmeye ve anlamaya çalışan, zihin ve ahlâk disiplinine ermiş, sosyal mesuliyet sahibi, menfaat ilişkilerinin dışına çıkarak düşünebilen ve bütün bu özellikleriyle, şuursuzca hareket eden gözü kapalı kalabalıklardan ayrılan kimsedir ve daima ihtiyatlı ve tenkitçi bir tavra sahiptir (Güngör, 1993:254,255,373,374). Kısaca özetleyecek olursak, "zengin bir bilgi birikimine sahip, düşünce üreten, sorgulayan, değerlendirme yapan insan", bütün bu tariflerin özünü teşkil eder (Balcı, 2002:28).

Tanzimat devrine kadar Osmanlı aydınları
Münevver-aydın kelimesinin ortaya çıkışından önce, Osmanlı devrinde entelektüel kelimesi yerine, âlim, allâme, ulema, hoca, molla, softa, mütefekkir, mütebahhir, kalem efendisi, kalem erbabı, okumuş adam, efendi, güzide, şeyh, derviş, hakîm, ârif, edib, bilge gibi kelime ve tamlamalar kullanılmıştır.

Osmanlı devrinde entelektüeli karşılayan bütün bu kelime ve tamlamalarla ifade edilen aydınlar, ilmiye, kalemiye, seyfiye ve dervişân denilen dört guruba ayrılırlar. Âlim, allâme, ulema, hoca, molla, softa, mütebahhir gibi isimlerle anılan ilmiye sınıfı, düzenli eğitim kurumları olan medreselerde yetişen, ilim sahibi, ilim üreten ve bu ilim sayesinde maddî ve manevî bir otoriteye sahip olan kuvvetli ve müessir bir sınıftır. Bu sınıf otoritesini, hem ilmî birikiminden hem de "peygamberlerin vârisleri" olma sıfatından alır. Onlar bu sıfatlarıyla sosyal, siyasî ve ekonomik hâdiseleri kontrol ve yönlendirme gücüne sahiptir. İlmiye, aslında iktidarın bir ortağı olarak sultanın ve devletin hizmetindedir. Fakat maddî kaynaklarının büyük ölçüde vakıflara ve halka dayanması, onlara iktidar karşısında nisbî bir bağımsızlık ve güç sağlar (Bagader, 1991:IX). İlmiye bu gücü ve bağımsızlığı sayesinde, hem sultanın ve üst kademe devlet yöneticilerinin, hem de toplumun, İslâmî ölçüler içerisinde kalmasını temin eder (Dereli, 1974:251). Bu sınıf kendini, yüzyıllarca, yöneticilere ve halka "doğru yolu" gösteren bir nâsih olarak görür.

Kalemiye sınıfı, genellikle enderun denilen ve yüksek derecede eğitim verilen saray mektebinde ve daha sonra da kalemlerde yetişen bürokratların meydana getirdiği bir sınıftır. Bu sınıf, ilmiyeye göre daha seküler bir eğitim alan, fakat daha az bağımsız, daha çok devletin kontrolünde olan bir aydınlar grubu olarak dikkat çeker.

Seyfiye sınıfı, Osmanlı devletinde askeri bürokrasiye verilen isimdir. Bu sınıf, devletin vurucu gücünü meydana getiren, iç ve dış güvenliği sağlayan ordunun üst kademede yönetici kadrolarından oluşur. O da ilmiye ve kalemiye gibi, önemli bir güç odağını meydana getirir. Bu sınıf, zaman zaman, ama özellikle 17. yüzyıldan itibaren hem sultanı, hem de ilmiye ve kalemiye sınıfını tehdit eden bir özellik taşır.

Değişik bir açıdan baktığımızda, bir mânâda Osmanlı entelektüelleri arasında sayılabilecek, şeyh, mürid, derviş, efendi, hakîm, ârif gibi kelimelerle anılan ve birçok özellikleriyle ilmiye, kalemiye ve seyfiye sınıflarından ayrılan bir de dervişân zümresi vardır. Bu zümre, ilmiye, kalemiye ve seyfiyeye nazaran, daha az düzenli eğitim görmüş, daha çok tekke ve zaviyelerde, hâl ehli büyük simaların yanında yetişmiş, "ilmi az, görgüsü çok", irfan sahibi kimselerden oluşur. Şüphesiz ki bu zümre, ilmiye, kalemiye ve seyfiyeye göre, devlete karşı çok daha bağımsız, geniş halk kitleleriyle iç içe ve onlar üzerinde çok daha tesirlidir. Onlar, daha çok saray ve çevresi, ilmiye, kalemiye ve seyfiyenin temsil ettiği üst sınıflarla, genellikle çiftçilik, esnaf ve sanatkârlıkla uğraşan geniş halk kitlelerinin temsil ettiği alt sınıflar arasında, bir orta sınıf, bir ârif ve kâmil insanlar zümresi teşkil eder.

Tanzimat ve Meşrutiyet devri aydınları
17. yüzyıldan itibaren, Osmanlı Devleti'nin sosyo-ekonomik yapısı zayıflar, bundan vakıflar ve ona bağlı eğitim kurumları olan medreseler de ciddi bir şekilde etkilenir. Medreseler ilim yuvaları olmaktan çıkar, pozitif bilimlerden uzaklaşır. 18. yüzyılın sonlarından itibaren ise, Batı tarzı, seküler eğitim veren modern eğitim kurumlarının hızlı bir şekilde gelişmesi ve medreselere alternatif bir hâle gelmesi, 2. Mahmut'un 1826'da vakıf gelirlerini merkezileştirerek denetim altına alması (Lewis, 1996:95), ilmiye sınıfını maddî ve manevî bir çöküntüye uğratır, devlet desteğini de yavaş yavaş kaybeder ve hızla bürokrasi dışına itilir.

Aynı şey, kalemiye ve seyfiyenin de başına gelir. Tanzimat'tan sonra hızla yaygınlaşan Harbiye, Tıbbiye, Mülkiye, Mühendishane gibi modern eğitim kurumlarından mezun olan ve büyük ölçüde pozivitizm, Darwinizm ve biyolojik materyalizmin tesiri altında kalan (Tekeli-İlkin, 1993:167-168) Tanzimat aydınları, geleneğe bağlı eğitim almış ve daha çok usta-çırak münasebetine dayalı bir şekilde, klâsik bir anlayışla yetişmiş, kalemiye ve seyfiye sınıflarını da, yavaş yavaş fakat çok müessir bir şekilde tasfiye eder.

Bu yıllarda dervişân zümresi ise, tekke ve zaviyelerin eski dinamizmini yitirip bozulması üzerine, hem toplum üzerindeki hem de devlet yanındaki itibarını kaybetmiş, güçlü bir entelektüel grup olmaktan çıkmıştır.

Ziya Paşa, Ali Suavi, Namık Kemal, Ahmet Mithat Efendi, Mizancı Murat ve Ahmet Cevdet Paşa gibi Tanzimat aydınlarının, gelenekle-modernite arasında bir uzlaşma arayış ve teklifleri, modern eğitim kurumlarındaki katı pozitivist, Darwinist ve materyalist eğitimle yetişen Jön Türk aydınları tarafından ciddiye alınmamıştır.

2. Meşrutiyet'ten (1908) sonra, sadece "terakki" ve "medeniyete" inanan, gelenekle bütün bağların koparılması gerektiğini savunan, Jön Türkler iktidara gelir. Bu genç ve tecrübesiz, üstelik geniş halk kitleleriyle hiçbir organik bağ kuramayan ve jakoben bir tavır sergileyen 2. Meşrutiyet aydınları, sınırları, Arnavutluk'tan Basra körfezine, Trablusgarp'tan Kafkaslara kadar uzanan koskoca bir imparatorluğu, on yıl gibi çok kısa bir süre içinde, inanılmaz bir şekilde tarih sahnesinden çekilmek zorunda bırakırlar.

Cumhuriyet devri aydınları
1918 Mondros Mütarekesi'nden sonra, İç Anadolu bozkırlarına mahkûm edilip yok edilmek istenen bir millet, 1919-1923 yılları arasında verdiği destanî bir mücadeleyle, imparatorluğun enkazı içinden Türkiye Cumhuriyeti'ni çıkarır.

Bu arada, art arda birbirini takip eden 1911-1912 Trablusgarp Savaşı, 1912-1913 Balkan Savaşı, 1914-1918 1. Dünya Savaşı, 1919-1923 Kurtuluş Savaşı yılları, zaten hiçbiri, derin bir teori, siyasî formül veya zihinleri devamlı olarak uğraştırmış bir ideolojiye sahip olmayan (Mardin, 1989:24), bu yüzden uzun yıllar fikirsizlik içinde bocalayan (Mardin, 1989:30) Jön Türk "aydınların" sayısını da iyiden iyiye azaltır. İşte Türkiye Cumhuriyeti, bu sayıları iyiden iyiye azalmış, Auguste Comte'un pozitivist öğretisiyle yetişmiş asker-sivil Osmanlı bürokratlarınca kurulur (Belge, 1993:126, Balcı, 2002:47).

Sayıları son derece sınırlı bürokrat aydınlar, bu devirde tek müessir güç olarak karşımıza çıkarlar (Belge, 1993:126). Ülkeye, Auguste Comte pozitivizminin merkezci, otoriter, devletçi anlayışını hâkim kılarlar (Özbilgen, 1994:114-115). Bu devirde, medreselerin, tekke ve zaviyelerin kapatılması, zaten devlet üzerinde tesiri iyice azalmış, ilmiye sınıfının ve dervişân zümresinin yetişme kaynaklarını da kurutur. Mevcut az sayıdaki ulema ve dervişân, evine kapanır veya kapanmak zorunda kalır ve birkaç istisna dışında susar, konuşamaz ve yazamaz. Üst üste yaşanan değişim ve dönüşümlerle, üniversite, bürokrasi, basın ve cemiyette müessir olabilecek bütün muhalif sesler, susturulur. Tamamen seküler bir eğitim alan, pozitivist zihniyete sahip ve bilimin "tek yol gösterici " olduğuna inanan "aydınlar" yetişir. Bu anlayış ve yaklaşım, devletin resmî politikası haline gelir.

Bu pozitivist, Darwinist ve materyalist aydınların en önemli özelliği ve zaafı, hemen hepsinin devlet memuru olmalarıdır. Devletin memuru olan ve devletin denetimini daima ense köklerinde hisseden bu memurlar sınıfı, kısa sürede devletle iç içe geçip, onunla bütünleşir. Bunun sonucu olarak da, dünyanın her yerinde, peşin hükümlerden uzak, biraz muhalif, devletin halka karşı uygulamalarını denetleyen, yanlışları sorgulayan, eleştiren, haksızlıklar karşısında vicdanının sesini dinleyen bir sınıf olarak bilinen aydınlar, Türkiye'de bu özelliklerini kaybedip, bağımsızlığını yitirir. "Halka rağmen halk için" prensibini kendisine şiar edinip, halka tepeden bakan jakoben bir anlayışın temsilciliğine soyunur.

Cumhuriyet aydınlarının bu hususiyeti, büyük ekseriyetle 1950'de çok partili hayata geçilinceye kadar devam eder. 1950'den sonra tabandan gelen baskılarla, içtimaî, siyasî, iktisadî ve kültürel çevre değişir. O zamana kadar dış dünyaya kapalı Türkiye'nin, dışa açılmasıyla, ekonomide ve her sahadaki devlet tekeli, yavaş yavaş kırılır. Sanayileşme ile birlikte köyden şehre göç başlar. Ziraatın modern vasıta ve âletlerle yapılmaya başlanmasıyla üretim artar, çiftçinin ekonomik durumu düzelmeye başlar. Bu sosyal ve ekonomik değişme, eğitimin bütün Anadolu'da yaygınlaşması sürecini başlatır.

Bu süreç, tek parti zihniyetine sahip, halkçı olma iddiasına rağmen halktan uzak, jakoben, pozitivist aydınların, "ülkenin tek okumuş zümresi" olma imtiyazını elinden alır. Türkiye tarihinde yeniden, kökü halka dayalı bir aydınlar zümresi yetişmeye başlar (Kaplan, 1987:445). Bu değişim, vesayetçi pozitivist-jakoben aydınların yıllar süren saltanatını sarsar. Bu yüzden, bu vesayetçi bürokrat aydınlar, defalarca demokratik hayata müdahale eder. Eski imtiyazlı durumlarını devam ettirecek, içtimaî, siyasî, ekonomik, hukukî ve idarî tedbirler alır. Fakat bir defa sular, mecrasında akmaya başlamıştır ve gürül gürül akan bu suları, geriye çevirmek mümkün değildir.

Nihayet 1980'li yıllarda Özal, bu mecrasında akan suların yataklarını, bir daha geri döndürülemeyecek şekilde yeniden açar ve genişletir. Türkiye, içtimaî, siyasî, ekonomik, hukukî ve idarî olarak üst üste reformlar yaparak, dünyaya açılır. Sayıları hızla artan, orta ve yüksek öğretim kurumlarından, kökü halka dayalı gerçek bir aydın nesil, bir "altın nesil" yetişmeye başlar. Bu aydın ve altın neslin yetişmeye başlaması ve her geçen gün sayılarının artmasıyla birlikte, 1683 Viyana bozgunuyla başlayan, küçülme, ufalma, bölünme, bölgesinde ve dünyada gittikçe inisiyatif kaybetme süreci de kapanır. Bir yeniden büyüme, toparlanma, birleşme, bütünleşme, bölgesinde ve dünyada gittikçe söz sahibi olma ve aydınlık ufuklara doğru koşma süreci başlar... Türkiye, işte bugün, bu süreci yaşamaktadır...

Faydalanılan Kaynaklar
- BAGADER, Ebubekir, Modern Çağda Ulema, İstanbul, 1991.
- BALCI, Yunus, Türk Romanında Aydın Problemi (1908- 1950), Ankara, 2002.
- BELGE, Murat, "Tarihi Gelişme Süreci İçinde Aydınlar", Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt:1, İstanbul, 1993.
- DERELİ, Toker, Aydınlar, Sendika Hareketi ve Endüstriyel İlişkiler Sistemi, İstanbul, 1994
- GÜNGÖR, Erol, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, İstanbul, 1993.
- KAPLAN, Mehmet, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar II, İstanbul, 1987.
- KILIÇBAY, Mehmet Ali, "Osmanlı Aydını", Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt:1, İstanbul, 1983.
- KILIÇBAY, Mehmet Ali, "Türk Aydınının Dünyasını Anlamak", Türk Aydını ve Kimlik Sorunu (hzl. Sabahattin Şen), İstanbul, 1995.
- LEWİS, Bernard, Modern Türkiye'nin Doğuşu, Ankara, 1996.
- MARDİN, Şerif, "Aydınlar Konusunda Ülgener ve Bir İzah Denemesi", Toplum ve Bilim, Sayı:24, 1984 kış.
- MARDİN, Şerif, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, İstanbul, 1989.
- ÖZBİLGEN, Erol, Pozitivizmin Kıskacında Türkiye, İstanbul, 1994.
- TEKELİ, İlhan - İLKİN, Selim, Osmanlı İmparatorluğunda Eğitim ve Bilgi Üretim Sisteminin Oluşumu ve Dönüşümü, Ankara, 1993.
- ÜLGENER, Sabri F. Zihniyet Aydınlar ve İzmler, Ankara, 1983.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder