SELAMUN ALEYKÜM
İnşaallah istifadeye medar olur!!!!!!
9 Ağustos 2010 Pazartesi
Büyük Osmanlı Astronomu Takiyüddin Rasid ve İstanbul Rasathanesi
Türk-İslam âleminin son, Osmanlı Devleti’nin ilk ve tek rasathanesinin kurucusu, klasik İslam astronomisinin de en önemli ve son temsilcisi olan Takıyüddîn Rasıd, İstanbul Rasathanesi ile meşhur olmuş bir Türk astronomudur.
Takıyüddîn Rasıd, Sıdretü’l-Müntena adlı eserinin girişinde: “Ben mukaddes topraklarda doğdum ve yetiştim” demektedir. Bu kayıttan ve babasının Şam medreselerinde müderris olmasından ayrıca bazı şecerelerindeki Dımaşkî ifadelerinden Şam’da 4 Ramazan 932/14 Haziran 1526’da doğduğu anlaşılmaktadır. Ailesi o sıralarda Nablus’a yerleşti. Takıyüddin, Şam’da başladığı tahsil hayatında önce klasik İslami ilimleri tahsil etti. Arapça, Türkçe ve Farsça bilen Takıyüddin Rasıd, eserlerinin hemen hemen hepsini Arapça yazdı. Bundan sonra başta babası olmak üzere önce Şam, daha sonra Kahire’deki âlimlerden hadis, tefsir, fıkıh, matematik, tıp ve astronomi gibi ilimleri okudu. Şam’daki Ümeyye Camii’nde hadis dersleri okudu ve ‘Buhari Okutma icazetnamesi”aldı, Mısır’daki tahsilini tamamladıktan sonra Şam’a dönerek Nablus kadılığında bulundu ve buradaki bazı medreselerde müderrislik yaptı. Bu esnada babası ile birlikte ilk defa 1552 yılı civarında İstanbul’a geldi. Rumeli Kazaskeri Molla Abdurrahman Efendi’ye mülazım ve Vezir Ali Paşa’ya hoca oldu. İstanbul’da Çivizade, Ebussuud, Azmizade, Ali Kuşçu’nun oğlu Mehmed ve torunu Kutbeddin, Saçlı Emir gibi dönemin önde gelen ulemasının meclislerine katıldı . Bir müddet burada kalan Takıyüddin’e müderrislik teklif edildi ise de kabul etmeyerek Nahcıvan seferinden (1553-1555) sonra Mısır’a döndü . Kahire’de Şeyhunie Medresesinde yirmibeş ve Sarğıtmışıyye Medresesihde otuz akçe ile müderris oldu. Aynı sene Mısır Beylerbeyi bulunan Semiz Ali Paşa ile yakınlık kuran Takıyüddin Rasıd, Ali Paşa’nın Sadrazam olması üzerine kısa bir müddet için İstanbul’a geldi. İstanbul’da Edirnekapı’daki Kırk Akçalı Bâlâ Medresesinde müderrislik yaptı. İstanbul’da olduğu sırada Sadrazam olan Semiz Ali Paşa’nın (1561-1565) kütüphanesinden ve saat koleksiyonundan istifade etti. Bu arada ailesinin Mısır’da olması ve Ali Paşa’nın da Mısır valiliğine tayini üzerine Mısır’a döndü, müderrislik ve yüzelli akçalı kadılık yapmaya başladı. Bir ara Mısır Kadısı olan Çivizade ve Nişancızade’nin naibliklerinde bulundu, Takıyüddin, Nişancızade’den sonra Mısır kadısı olan Kazasker Abdülkerim Efendi ile babası Kutbuddin’in teşvikiyle matematik ve astronomi çalışmaya başladı. Meşhur matematikçi Ali Kuşçu’nun torunu olan Kutbuddin, çeşitli rasat aletleri ve astronomi ile ilgili dedesinin, Gıyaseddin Cemşid’in ve Kadızade er-Rumi’nin kitaplarını temin ederek Takıyüddin’e verdi. Hatta onun çalışmalarına yardımda bulundu. Bu arada kendisini tamamen matematik ve astronomiye veren Takıyüddin, Tinnis kadısı olduğunda bazı rasatlar yapabilmek için 25 metre derinliğine bir rasat kuyusu kazdırarak, sabit yıldızları gündüz gözlemeye çalıştı’. Mısır ve Filistin gibi kadılık yaptığı yerlerde çalışmalarına devam eden Takıyüddin Rasıd, bu arada çeşitli orijinal eserler de meydana getirdi . 1567-1568 yıllarında Nablus kadısı iken “Reyhanetü’r-Ruh” adlı eserini telif etti’. Daha sonra 978/1570 senesinde üçüncü defa İstanbul’a gelen Takıyyüddin Rasıd, Hoca Sadettin Efendi ile yakınlık kurup, himayesine girdi ve onun vasıtasıyla padişahla, Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa ve dönemin İstanbul uleması ile tanıştı. İstanbuI’daki seçkin ulema meclislerinde tanınan ve takdir edilen Takıyüddin Rasıd, geldiğinin ikinci senesi 2 Mart 1571 tarihinde vefat eden Müneccimbaşı Mustafa b. Ali el Muvakkıt’ın yerine müneccimbaşı oldu. Daha sonra astronomi çalışmalarına hız veren Takıyüddin, yaptığı takvimlerde ve diğer astronomi hesaplarında kullandığı Uluğ Bey Zici’nin yeterli olmadığını, birçok hata bulunduğunu ve yaptığı hesaplara kafi gelmediğini belirterek yeni gözlemler ile bunun tashih edilmesi gerektiğini düşündü. Böyle bir çalışmanın yapılması sadece rasathane ile olacağından dolayı Takıyüddin Rasıd, Hoca Sadettin ve Sokullu vasıtasıyla bu düşüncesinin tahta yeni geçen Sultan II. Murad’a bir layiha ile intikal ettirdi. Bunun üzerine Padişah Tophane tepesinde Rasathanenin inşasına izin verdi. Bu arada çalışmalarına devam eden Takıyüddin 1574 yılında Galata Kulesi’nden basit aletlerle gözlemlere başladı. 1577 yılından itibaren rasatlarına rasathaneden devam eden Takıyüddin Rasıd, rasathanenin, yeni yaptıkları aletler ve toplanılan kitaplarla güçlendirilmesine çalıştı. Burada yanına birçok astronom toplayarak klasik İslam rasathanelerindeki aletleri imal etti ve bunların yanında yeni bazı rasat aletleri geliştirdi. Mısır’da başlattığı çalışmalarına burada devam etme imkânı bulan Takıyüddin Rasıd, ilk olarak Uluğ Bey Zici’nin tekrar hazırlanması çalışmalarına başlamıştı. Bu arada diğer bazı gök hadiseleri de rasat edilmeye çalışılmıştı. Ancak buradaki bu yoğun ilmi çalışma, İstanbul’daki bazı ulema ve devlet adamlarının kıskançlığı sebebiyle inkıtaa uğradı. Takıyüddin Rasıd, muhaliflerinin girişimi ile yıkılan rasathanesinin ardından evine küskün bir halde kapandı ve yarım kalan çalışmalarına orada devam etti. Son yıllarını sıkıntı ve üzüntü içinde geçiren Takıyüddin, 15 Sefer 993/18 Şubat 1585 yılında ellidokuz yaşında iken İstanbul’da vefat etti ve Beşiktaş’ta Yahya Efendi Dergâhı haziresine defnedildi.
Takıyüddin Rasıd, ilmi zihniyet, orijinal katkı ve araştırma bakımından Osmanlı ilim dünyasının zirvesinde bir bilim adamıdır. Şam ve Semerkant rasathanelerinde yapılan çalışmaları çok iyi tetkik etmiş ve onların eksik bıraktığı yanları tamamlamaya çalışarak bu iki astronomi ekolünü şahsında meczetmiştir. Daha Mısır’da iken otomatik makinalar üzerine aletler yapmıştır.
Takıyüddin’in ilmi zihniyet ile yaptığı rasatlar ve yazdığı eserler, bazı kimseler tarafından küçük ve basit şeyler gibi gösterilmek istenmiş ve hatta onun Yahudi bir müneccimden ders aldığı söylenmiştir. Onu ilmi açıdan tenkid eden kimselerin yanında Şeyhülislam gibi tamamen şahsi açıdan kötüleyenler de bulunmuştur. Birinci kısımda yer alanlar arasında Takıyüddin’in döneminde yaşamış olan Avusturya elçisi Von Ungand’ın zamanında elçilik papazı olan Stephan Gerlach ve halefi Salomon Schweigger gibi şahıslar görülmektedir. Onlara göre Takıyüddin, rasathaneyi sadece padişahın tali’ini ve eşref saatini belirleme gibi astrolojik ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurmuş, astronomi bilen Selanikli bir yahudiden ders almış değersiz bir astronomdur. Hâlbuki Takıyüddin, “Sidretü’l-Müntehaya” adlı eserinde, üç güneş tutulması ile ilgili rasatından bahsederken, bunlardan birincisini Hoca Sadettin Efendi’nin evinden, ikincisini Rasathaneden, üçüncüsünü ise bulutlar yüzünden rasat edemediğinden; Kahire’de ve Selanik’te bulunan Davud er-Riyazî gibi astronom arkadaşlarından bilgi almak suretiyle takip ettiğini söylemektedir. Stephan Gerlach ve “Tarih-ı-Ebu’l-Faruk” müellifi Selanik’ten bir yahudi müneccimin Takıyüddin’e çalışmalarında öncülük etmek üzere geldiğinden bahsetmeleri ise doğru görünmemektedir. Zira Takıyüddin’in böyle bir hocaya ihtiyacı yoktur. Bu yahudi, muhtemelen rasathanede çalışan diğer gayr-i müslim kimseler gibi bir müneccimdir. Schweigger ise hatıralarında Takıyüddin’i değersiz bir astronom olarak göstermekte ve Roma’da bir matematikçiye uşaklık ettiğini ve orada Euklides, Proklos ve Ptolemaisos gibi Yunan astronom ve matematikçilerinin eserlerini, sonradan gizlice sağladığı bir yahudinin aracılığı ile tercüme ettirerek okuduğunu söylemiştir. İslam kültür merkezleri olan Şam ve Kahire gibi yerlerde bu gibi eserlerin bulunması dolayısıyla bu eserleri elde etmek için Takıyüddin’in Roma’ya ve yahudi mütercimlere ihtiyacı olmadığı aşikârdır. Bu yönüyle de bu iki papazın iddialarının ciddiliği
şüpheli görünmektedir. Bu iki papazın ayrıca rasathanenin kuruluş ve yıkılış tarihlerini yanlış olarak vermeleri ile Takıyüddin’i tanımadan onun Arap olduğunu söylemeleri iddialarının gayr-i ilmi olduğunu göstermektedir.
Takıyüddin, İslam astronomi tarihinde yeri çok büyük bir âlim olması, çalışmalarının orijinalliğinden ve yeni birtakım tespitlerde bulunmasından ileri gelmektedir. Aynı zamanda Takıyüddin’in rasathanesindeki araçlarının mükemmelliği, batıda ilk defa Tycho Brahe’nin rasathanesinde görülebilmektedir.
Takıyüddin Rasıd, yaptığı çalışmalar ve yazdığı eserler ile astronomiye genel olarak şu katkılarda bulunmuştur:
Güneş parametreleri hesabında yeni bir usul uygulamış, Tycho Brahe gibi sabit yıldızların boylamlarının tespitinde, Ay yerine başka gezegenlerin (Venüs vs.) kullanılmasını düşünerek buna göre gözlem yapmıştır. Astronomik çalışmalarda ondalık kesirlerin kullanılmasını geliştirmiş ve trigonometriye ve astronomiye ilk defa tatbik etmiştir. Delos probleminin üç çözüm yolu üzerinde durmuştur. Sin 1 ve kiriş problemleri üzerinde çalışmıştır. Mekanik saatler üzerinde durmuş, dakika taksimatından söz etmiş ve saati bir astronomi aracı olarak ilk defa kullanmıştır. Ayrıca Takıyüddin’in Mısır’da iken 1551 yılında yazdığı otomatik makinalar ile ilgili eseri “Turuk al-Seniyye fi’l-Alat al-Ruhaniye”si Osmanlılarda bu konuda yazılan ilk ve tek eser olarak görülmektedir. Takıyüddin’in astronomi eserleri yanında otomatik saatler, cebir, optik, tıp ve bayzara gibi konularda da kitapları bulunmaktadır.
Takıyüddîn Rasıd’ın en önemli eserleri ise şunlardır:
Caridat al-Durar (A); Mizvelet el-Şimaliyye (A); Reyhanet el-Ruh fi Rasm el-Saat ala Mastava(l-Sutuh (A); Sidretü’l-Münteha el-Efkar fi Melekut el-Felek el-Devvar =al Zic el-Şehinşahi (A); Alat-ı Rasadiye bi Zic al-Şehinşahiye (T).l
DİPNOTLAR
1. S. Ünver, İstanbul Rasathanesi, İkinci Baskı, Ask. 1985, s.3.
2.SV. s.230.
3.Mısır’daki Hidiviyye Kütüphanesinin fihristindeki ilimler bahsinin yazarı ı. İsmet Efendi Takıyüddin Rasıdın doğumunun 4 Ramazan 932/14 Haziran 1526 olduğunu söylemektedir. (Fihrist-i Kütüphanet elHidiviyye, Mısır 1308, V/259). Şeşen, Takiyüddin’in soyu, s. 165 nen 1.; SV, s. 230; Ayvansarayi, Mecmua-i Tevarih, Nşr. F. Ç. Derin-V, Çabuk, İst. 1985, s. 310; Şihabeddin eı-Hataci, Reyhanet el elibba, Halip 1967, 1/151; Zirikli, el-Alam, VII/105; Müstakim-Zade Mecelet al Nisab, Halet ef. nr. 628, yap. 408 b; C. Brockelman, Supp., GAL,
IV/484; Ünver, İR, s.3; Adıvar, OTİ, s. 106; Atai, s.286; Mehmed Süreyya, Sicil-i Osmanî, İst /1308-1315, 11/52: Bağdatlı İsmail Paşa, 148 Hediyyetüe’l Arifin, İst 1951, II/257; Salih Zeki, Asarı Bakiye, Zeyl, İst
Çocuklar Ölmesin Ama Sadece Bedenleri Değil, Ruhları Da...
Her insanın geleceği çocukluk ve gençlik çağlarındaki intibâ ve tesirlerle sımsıkı alâkalıdır. Çocuklar ve gençler yüksek duygularla coşup şahlanacakları bir iklimde yetişiyorlarsa zibnî ve fikrî durumları itibarıyla diri, ahlâk ve fazilet itibarıyla da örnek olacaklardır.
Yedi yaşındaki çocuğunun ufalanmış cam kırıklarını, sofradaki yemeğin üzerine dökerken gören annesi bir çığlık kopararak çocuğuna ne yaptığını sorar. Aldığı cevap oldukça düşündürücüdür: “Geçen gün televizyonda seyrettim, biri böyle yaptı ve evdekiler öldüler Ben de deniyorum, bakalım kimse ölecek mi?”
Görüldüğü gibi afacan, doğru ve yanlışı tam olarak idrak edemediğinden, ölmenin ne demek olduğunu bilmemekte ve tesirinde kaldığı bir televizyon dizisinde gördüklerini, sonu facia ile neticelenebilecek bir uygulamaya girişmektedir.
Evet, nedir bu, çocuklarımızın zamanını çalan sihirli kutu?
Eğlendirici ve öğretici nitelikleriyle haber, bilgi ve kültüre yönelik yayınları geniş kitlelere ulaştırma vazifesini gören televizyon, bunun yanında fertlerin kendilerini tanıyıp şahsiyetlerini geliştirebilmelerine vasat hazırlayan, zaman zaman onlara düşünme ve eleştirme fırsatı veren önemli bir cihazdır.
Televizyon, göze ve kulağa hitap edebilen tesirli bir kitle iletişim vasıtası olması sebebiyle müsbet hizmetlerinin yanısıra, iyi değerlendirilmediği takdirde menfi neticelere de sebep olduğu aşikârdır. Fakat gelin görün ki pek çoğumuz, bu menfi neticeleri nemelazımcılık hastalığı ile pek dikkate almamakta ve geleceğimizi emanet edeceğimiz bu çocuklarımızın beyaz camla özdeşleşerek “televizyon çocukları” haline gelmelerine seyirci kalmaktayız.
Bu televizyon ile özdeşleşip televizyon kolikleşme öylesine tehlikeli buutlara ulaşmıştır ki, Psikolog Doktor Jung Bay Ra’nın yaptığı araştırma neticeleri oldukça tüyler ürperticidir:
Araştırmaya göre, “Babanızı mı daha çok seviyorsunuz televizyonu mu?”sorusunu ankete katılan çocukların %44’ü “televizyonu” “anneni mi daha çok seviyorsunuz televizyonu mu?”şeklindeki diğer bir soruya da “televizyonu” diyen çocukların sayısı %20’dir.
Çocukların boş zamanlarının bir bölümünün eğlence ile geçmesi gayet normaldir. Eğlence herkesin, özellikle çocukların hayatında olumlu bir dinamiktir. Ancak ticari gayeli hiçbir denetime tabi tutulmamış bir eğlence aracı haline gelen günümüz televizyon programlarının çocuklar üzerinde tahrip edici ciddi tesirler gösterdiği ve suçu artırdığı bilinen ilmi bir gerçektir.
Bu yayınlarda, toplum düzeninin sağlıklı işlemesi için olması gerekenin tam tersine; suç tekniği öğretmek, suçu tabii, çekici, hatta heyecanlı ve faydalı bir faaliyet olarak göstermek; suçluya saygın bir şahsiyet vermek; suçluyu cana yakın, sempatik bir kişi olarak sunmak; adalet mekanizmasını ve polisi gülünç şekilde göstermek; suçun adeta reklâmını yapmak vb. gibi pek çok yanlış imajlar, denetimsizlikten dolayı çocuklarımızın körpe dimağlarında iz bırakacak şekilde sokulmaktadır.
Oysa daha ilk çağlarından itibaren çocuklar, kendilerine model olarak seçtikleri TV kahramanlarının özelliklerini günlük hayatlarına ve oyunlarına yansıtmaya başlarlar. Bu kahramanlar özellikle şiddet unsurlarıyla öne çıktıklarından, çocuktaki saldırganlık duygularını harekete geçirip onu saldırgan yapmakta ve şiddeti günlük hayatında bir metod haline getirmelerine sebep olmaktadırlar. Çünkü çocukta daha bu duygularını dizginleme istidadı zayıftır.
Psikolog doktor var Lövaas’ın yaptığı bir araştırma, neticesi itibarıyla pek iç açıcı değildir:
Araştırma için topladığı çocukları iki ayrı grup olarak, oyuncak dolu iki odaya yerleştiren Lövaas, çocuklardan bir gruba vurdulu-kırdılı bir filmi gösterdi. Diğer gruptaki çocuklar oyuncaklarıyla sessiz ve kavgasız bir şekilde oynuyor oldukları halde, filmi seyreden çocuklar, filmden hemen sonra oyuncak bebeklerin başlarını tokuşturmaya başladılar.
Ayrıca ABD Psikiyatri Cemiyeti’nin bu yılki toplantısında konuşan Dr. Brondon Centerwal, “TV ve filmlerdeki şiddet sahneleri; cinayet ve şiddet hadiselerinin %50’sinin sebebidir. Şayet şiddet gösteren TV filmleri olmasaydı, 10.000 daha az adam öldürme, 70.000 daha az ırza tecavüz, 1 milyon daha az motorlu vasıta hırsızlığı, 2,5 milyon daha az ev hırsızlığı ve 10 milyon daha az diğer hırsızlık vakaları olacaktı.” demektedir.
Televizyonun milyonlara hitap etmesi, yapılan hatanın affedilirliğini zorlaştırmaktadır. Onun için konu çok önemli ve hassastır.
Çocuğun psiko-sosyal gelişiminde rolü çok büyük olan televizyon filmlerindeki kahraman rolündeki oyuncunun, çok iyi seçilmiş olması gerekmektedir. Çocuğun şahsiyetini geliştirirken kendisini özdeşleştireceği bir model olarak alacağı kahraman; doğrunun, iyinin simgesi olmalıdır. Bu yayınlar için seçilen konular toplumun sosyokültürel gerçeklerini yansıtan, eğitici ve uyarıcı nitelikte olmalı ve mutlaka psikolog, pedagog vb. gibi uzmanların denetiminden geçmelidir. Hatta her TV kanalına bünyesinde bu uzmanlardan bulundurma mecburiyeti getirilmeli ki, daha senaryo safhasında yanlışın önüne geçilebilsin.
Sadece şu misal bile bu saf yavrularımızın kandırılmaya ve istismar edilmeye ne kadar müsait olduğunu göstermesi bakımından önemli bir ölçüdür:
“New York’ta yılbaşı sabahında bir televizyon kanalında Muphet Show’u sunan spiker, çocuk/ara erken saatte (ebeveynler bir gece önceden geç yattıkları için) ‘Babanız uyuyor mu çocuklar? Eder uyuyorsa gidin ceketinin cebinden cüzdanını alın, cüzdanının içinden eski başkanımızın resimleri olan yeşil kâğıtlardan birkaç tanesini bir zarfa koyun ve bizim şu adrese yollayın’ deyince, ertesi günden itibaren televizyon istasyonuna dolarlar yağmaya başlamıştır’
Ya günün birinde başka bir psikopat ekranın önüne çıkıp, bu saf tomurcuklarımıza ellerine bir kibrit almalarını söyleyip çok daha tehlikeli şeyler yapmalarını öğütlerse...
Nasıl, herkes bir an için ürperdi değil mi? Oysa yanacak olan yüzlerce, bilemediniz binlerce ev. Peki ya bu yayınlarla kelebekler gibi ateşe atılarak yanan milyonlarca çocuklarımızın ruhlarına ne demeli?..
“Her gelecek yakındır” fakat kalp ve kafaları gafletle katmanlaşmış insanımız, peşin netice görmeye alıştığı için tehlikenin büyüklüğünün farkında değil. Her yıl, 0-14 yaş arasındaki 21 milyon çocuğumuzun %90’ı, He man, Woltran vs. gibi batasıca batı kaynaklı çizgi filmlerle “Allah’tan başka insana ve tabiata hükmeden güçler”in olduğunu anlatan hayal mahsulü yayınları izlemekte ve ruhları bilmeden inancımıza aykırı görüşlerle kirlenip kararmaktadır.
Bugün İngiltere’de muhafazakâr milletvekilleri parlementoya sundukları önergede:
“ Televizyon aracılığıyla milyonlarca eve Allah’a inanmazlık şüphe ve kirli düşünceler yayılıyor Suç, vahşet, kanunlara karşı çıkmak, durmadan artıyor; Televizyonumuz ise, bütün bunları, tabii davranış/armış gibi sergileyen filmleri yayınlamaktadır. Televizyonun politikasında köklü ve mecburi değişiklik yapılmalıdır. Bu programlarda Allah, millet hayatımıza yeniden kazandırılmalıdır...” diyerek devletlerinin bekası için çocuklarını korumaya almaya çalışmaktadırlar.
Yine Avustralya’da çocuklarının ruhen dengeli gelişebilmesi için her yayından önce programın nevine göre ebeveynlere ikazlar yapılmaktadır. (ki bizde de acil olarak başlatılması çok fayda sağlayacaktır)
Avustralya’da bir TV programı başlamadan önce öyle kocaman bir (A.O) yazılır ekrana. Adult Only, yani “sadece yetişkinlere, Çocukların seyretmeleri yasaktır” demektir. Bazen ekrana (G) harfi yansıtılır.( General) yani herkese demektir… Ve nihayet bazı programlarda seyirciler ekranda (PRG) harflerini görürler. Parent Requirred General (Küçükler sadece velilerinin yanında seyredebilirler) işaretidir. Çünkü, çocukların soracakları bazı şeyler olabilir.
Ayrıca; polis, çocuklara yasak programları seyrettirebilecek olan aileleri, evlere ani baskın düzenleyerek kontrol edip cezalandırabilmektedir.
Bizde ise, “özgürlük kalkanının” ardına sığınılarak ekranlardan her türlü kirli görüntülerin sağanak sağanak yağmasına müsaade edilmektedir. Bugün, üzerine şeker sürülüp hap haline getirilmiş zehirleri yutarak yavaş yavaş çürüyen bir toplumu müşahede etmek isteyenler, Türk toplumunun ve ailesinin ekran karşısındaki halini incelemeleri yeterlidir sanıyorum.
Oysa bir toplumun ve ailenin, hele hele nüfusunun %36’sı çocuk ve gençlerden müteşekkil toplumumuzun sağlam payandalı olabilmesi, “geleceğimizin teminatı” dediğimiz çocuklarımızın ruhlarının aynalar gibi parlak kalmasına bağlıdır.
Bundan dolayı “İslam fıtratı üzerine doğan” çocuklarımızın bu fıtrat üzerine muhafaza edilmesi farzlar ötesi bir ehemmiyet kazanmaktadır. Bu da öncelikle ilk mürebbiye olan ebeveynlere düşmektedir. Bu hususta akla gelen pratik uygulamalar ise:
- Çocuğun zamanının programlanıp bunun alışkanlık haline getirilmesi (ders- Çocuğun zamanının programlanıp bunun alışkanlık haline getirilmesi (ders, oyun, TV seyretme ve uyku zamanlarının dilimlenmesi).
- Televizyon kapatma alışkanlığı olmayan ülkemizde, ebeveynlerin gerektiğinde televizyonu kapatmayı bilerek, bunun yerine kitap okuma, sohbet, ziyaret vs. gibi meşgalelerle çocuklara örnek olmalarının sağlanması. Böylece insan ilişkileri geliştirilerek çocuğun sosyalleşmesi sağlanmış olur.
- Dizi filmler gibi uzun süren yapımlarda, bunların konuları genelde “incir çekirdeğini doldurmadığı için” seyredilmemesi prensibinin başta konulması.
- Çocukların saldırganlık tepkilerini harekete geçiren, onları aşırı uyaran ve içtimai değer yargılarımızın değişmesine sebep olan yayınların izlenmemesi.
Bu tedbirleri almayıp çocuklarımızın kalp ve kafalarını berrak tutamazsak korkarım ki, Fatihleri, Yavuzları, Molla Güranileri ve Akşemseddinleri sadece tarih kitaplarında görecek ve bunlar gibi milletin ruh, fikir ve aksiyonunu ayakta tutacak yeni dinamiklerin yetişmesi hayal olacaktır.
DİP NOTLAR
1. Şahin, M. Abdülfettah; Ölçü veya Yoldaki Işıklar-2, T.Ö.V. Yay., İzmir 1990, s.45
2. Gürel, İnci; Televizyonun İlkokul Çağındaki Çocuklar Üstünde Etkilerine İlişkili Araştırma, Karacan Yay., İstanbul 1977, s. 227
3. Şener, Erman; Televizyon, Video, İstanbul 1984,5.57
4. Yavuz, Prof. Dr. Hakkı; Çocuk ve Suç, Remzi Yay., İstanbul, s.245
5. Köprü Nisan 1985, sayı: 85, s.19
6. Korkmaz, Hasan Hüseyin; Çocuk Eğitimi, Feza Yay., İstanbul 1993, s. 107
7. Anadol, a.g.e., s.69
8. Tuğrul, Semih; Türkiye’de Televizyon ve Radyo Olayları, İstanbul 1975, s.110
9. Anadol, a.g.e., s.58
İman İle Gelen Dönüşüm: Necip Fazıl
İnsanın, inanç ve düşünce ikliminin değişmesiyle nasıl köklü ve temelden bir dönüşüm yaşayabileceğine misâl olarak, İslâm tarihinde, "İslâm'dan önce Ömer, İslâm'dan sonra Ömer" deyimi kullanılagelmiştir. Necip Fazıl ve hayatı da bu hususa misâl gösterilebilir. Bu değişim, onun şiir kronolojisine bakıldığında açıkça görülür. Mürşit olarak benimseyip bağlandığı ve sayesinde hakikatlerle tanıştığını ifade ettiği Arvasî Hazretleri'nden evvel, karamsar, kötümser, yalnız ve ümitsiz bir hayat felsefesiyle sürüklenen şair; imanı bütün hakikatiyle benimseyip yaşadıktan sonra büyük bir aşk, şevk, aksiyon, azim ve kararlılıkla koca bir nesli ardından sürükler hâle gelmiştir.
Kaldırımlar ve Otel Odaları, Necip Fazıl'ı şiir sanatındaki yeri açısından parlak bir yıldıza dönüştüren ve geleceğin büyük şairini müjdeleyen ilk eserlerdendir. Dil ve âhenk bakımından harika olan bu şiirlere aşina olanlar iyi bilirler ki, bu eserler sıkıldığında avuca yalnızlık, ıssızlık, korku, hüzün ve sıkıntı dökülür. Hayata dair kafasını kurcalayan müthiş soruları cevaplayamayan sancılı şair, sıkıntısına derman olacak bir şeyler bulamayınca kendini geceye ve karanlığa atar. Hayatın gerçeğini tam keşfedemediği için, gördüğü yalanları geceyle örtmeye çalışır ve kendine bir hakiki yoldaş bulamadığı için kaldırımlarla söyleşir:
"İçimde damla damla bir korku birikiyor.
Sanıyorum her sokak başını kesmiş devler.
Üstüme camlarını hep simsiyah dikiyor.
Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler."
Korku, hayat resminde hâkim bir renktir. Yalnızlığını ve sıkıntılarını gece, kaldırımlar ve aslı astarı olmayan hayallerle paylaşmak durumundadır. Hakiki dostlardan bu kadar uzaktır şair. Diğer şiirlerindeki dekorlar da bunlardan pek farklı değildir:
"Yıllarca gezdirdim hoyrat başımı,
Aradım, bir ömür arkadaşımı.
Ölsem dikecek yok mezar taşımı.
Hâlime ben bile hayret ederim."
İnanmış bir gönlün kâinattaki her varlığı bir ümmet görüp, her canlıya bir dost gözüyle bakan nazarından uzaktır şairin ilk devirlerindeki bakışı. Hayatta kendini yapayalnız hisseder. Etrafında kimse olmadığı gibi o, Allah gibi bir dostu görememenin ezikliği içindedir. Bu eziklik hayatındaki bütün lezzetleri de ister istemez ezmektedir:
"Susun susun uzakta ölümüme ağlayan,
Gencim, ölmem, arzular kanımda bir çağlayan.
Şırıl şırıl
Şırıl şırıl.
Ne olurdu bir kadın, elleri avucumda,
Bahsetse yaşamanın tadından başucumda.
Mırıl mırıl
Mırıl mırıl."
Hakiki imandan uzak şair ölümden de ürker. Daha sonra göreceğimiz o Türk şiirinin ölümle dost mısralarının şairi, bu devirde ölüm karşısındaki çaresizliğiyle ağlamaklıdır. Ölmek istememekle beraber çok yaşamak da istemez; zîrâ ne ölümün ne de hayatın esrarını çözebilmiştir:
"Sanma bir gün geçer bu karanlıklar.
Gecenin ardında yine gece var.
Çocuklar hıçkırır anneler ağlar
Yaşlı gözlerinle kal anneciğim."
Şair, hakiki imanın o engin ve sarsılmaz ümit dünyasından uzak olunca geleceği pek parlak görememektedir. Hüznün, gözyaşının, dert ve kederin bitmeyen dâirevî dünyasında yaşamaya mahkûm bulur kendini. Böyle bir dünyada Allah gibi bir Yâr-ı Vefalısı olmayan ruh elbet de gelecekten ümitsiz olacaktır.
Peki, Necip Fazıl gibi; dava, azim, ümit adamında, iman adına bir döneme damgasını vuran ve kendinden sonraki dönemlerde de bu değerlerin sancaktarlığını yapan bir şairde bu büyük dönüşüm nasıl gerçekleşti?
"Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum.
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum."
1934 tarihli bu beyit, karanlıktan aydınlığa adım atan Necip Fazıl'ın bu yeni dönemdeki inanç, his, düşünce ve şiir dünyasına girişini sembolize eder. Üstad bu tarihten önce kaleme aldığı şiirlerin çoğunu çöpe attığını ifade eder. Yukarıdaki beyitler ise 1934 öncesine ait olmakla birlikte, sanat değerinden dolayı, çöpe atmayıp Çile'ye aldığı şiirlerdendir. Öyle görünüyor ki şair hakikate kapalı bir dünya ile hakikati ayân beyan gören bir dünyanın ruhlardaki resmini çok iyi görebilmemiz için bunları Çile'ye almıştır.
Necip Fazıl, 1934 yılında Allah dostu Abdulhakim Arvasi Hazretleri'yle tanışır. Gözlerinde Yüce Yaratıcı'nın "Gören gözü olurum." hakikatini taşıyan bu Allah dostu, ona ilk nazar edişinde gönlündeki buz dağları bir bir erimeye başlar. Doğduğu günden beri içindeki sancıları dindirecek bir hakikati kovalayan büyük şair bunu o bakışlarda bulmuştur.
Bu tanışmadan birkaç yıl sonra kaleme aldığı Çile adlı şiirinde bu gerçeği haykırır:
"Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik.
Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.
İç içe mimari, iç içe benlik.
Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur."
Tefekkür dürbünüyle çevresine bakmayı öğrenen şair zerreden kürelere bir bakış sergiler. Eşyadaki baş döndürücü mimari, bu mimarideki sanat ve birlik onu Allah'a götürür. Daha önceki şiirlerinde karanlık tablolar çizen şair artık her yerde çevre çevre nur ve aydınlıkla karşı karşıyadır. İman, dünyasını aydınlatmıştır:
"Yaradan rahmetini kahrından üstün saydı,
Ne olurdu hâlimiz gözyaşı olmasaydı!"
Allah'ın rahmetini açıkça görmektedir artık. İnançsızlığın verdiği o vahşet dünyası yıkılmış, rahmet ve merhametin ışıdığı yeni bir dünya açılmıştır önüne. Kâinatta tecelli eden rahmet eserleri, göğün mavisi, ağacın yeşili, çiçeklerdeki rengârenk cümbüş, canavarlarda bile tecelli eden evlât sevgisi, insanların gönüllerine taht kuran aşk ve merhamet duyguları şairi Büyük Merhamet Sahibi'ne götürüp gönlünü dalgalandırır. Merhamet öyle doldurmuştur ki gönlünü, kâinattaki rahmet eserleri gözyaşı pınarlarını coşturmuştur:
"Ölüm, ölene bayram, bayrama sevinmek var.
Oh ne güzel, bayramda tahta ata binmek var."
"Öleceğiz, müjdeler olsun, müjdeler olsun
Ölümü de öldüren Rabb'e secdeler olsun."
"Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber...
Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber?!"
Şair, ölümün yüzündeki bu korkunç görünümün bir maske olduğunu, bunun altındaki şirin simayı, iman gözüyle görmüş ve göstermiştir. İman, ölümden korkan şairi ölümü aşk ve şevkle arzulayan şair hâline getirmiştir:
"Rahminde cemiyetin ben doğum sancısıyım.
Mukaddes emanetin dönmez davacısıyım."
Daha önceleri, gecelerden ve kaldırımlardan medet uman şair artık dertlere derman sunan bir dava adamı olmuştur. Artık büyük emanetin bir hâdimi olarak görür kendini. İman, ona öyle bir azim ve kararlılık vermiştir ki, kendini bu yolun ne olursa olsun dönmez yolcusu olarak görmüştür.
"Yokuşlar kaybolur çıkarız düze,
Kavuşuruz sonu gelmez gündüze.
Sapan taşlarının yanında füze,
Başka âlemlerden farkımız bizim."
Şairdeki değişim büyüktür. İçinde karamsarlık yerine büyük bir ümit vardır. "Gecenin ardında yine gece var" diyerek ümitsizliğin derinlerinde gezen adam gitmiş, "Kavuşuruz sonu gelmez gündüze" diyerek ümidin zirvesinde koşturan bir adam gelmiştir. Kavuştuğu güzelliklerin farkındadır. İmanı ona öyle bir dünya vaat etmiştir ki; bu dünya başka hiçbir hayat görüşü ve felsefesiyle ölçülemeyecek kadar güzel ve eşsizdir:
"Tohum saç, bitmezse toprak utansın.
Hedefe varmayan mızrak utansın.
Hey gidi küheylan koşmana bak sen.
Çatlarsan doğuran kısrak utansın."
İman, şaire aynı zamanda büyük bir hamle adamı olma şuuru da vermiştir. Öyle bir hamle ve aksiyon adamıdır ki çevresindeki hiçbir menfîlik onu yapacağı işlerden vazgeçiremez. O, yapacağı işlerin neticesine bakmadan yapılması gerekeni yapacak kadar şuur sahibidir artık. Mühim olanın, kendisine düşen vazifeyi hakkıyla yapmak, gerisini düşünmeden yoluna devam etmek olduğunu kavramıştır:
"Mehmed'im sevinin başlar yüksekte.
Ölsek de sevinin, eve dönsek de.
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte.
Yarın elbet bizim elbet bizimdir.
Gün doğmuş gün batmış ebet bizimdir."
Ümit ve şevkin zirveleştiği noktadır bu dörtlük. Zindanda bütün imkânlardan yoksun hâlde bile etrafa aşılanan şevk ve ümit... Şair daimî mekânı olmuş zindanlardan birindedir. Oğluna Türk şiirinin eşsiz şiirlerinden birini "Zindandan Mehmed'e Mektup"u yazar. Bediüzzaman'ın ifade ettiği gibi, hakiki imanı elde eden bir adam olarak, bu nimeti tadamamış saraylardaki nasipsizlerden daha hürdür. Öyle ki içerden dışarıya enginlik, ümit, aşk ve şevk saçar. Sadece dışarıya değil yakın ve uzak istikbale kadar gider bu ışık.
Sıkıntı ve kuruntularıyla kendini hayatın geçici zevklerine verip perişan eden bir adam, iman nuruyla, büyük yığınların dert ve ızdırabına çareler üreten büyük bir dava adamına dönüşmüştür. Hem öyle bir dava adamı ki, tek başına devrin bütün güçlerine kafa tutan, hakikatleri haykırdığı Büyük Doğu mecmuası her çıktığında hapse düşen ve hapisten her çıktığında tekrar büyük bir azimle mecmuasını yeniden çıkaran bir dava ve aksiyon adamı.
Şu beyit, bu büyük dava şairinden kendinden sonraki dava adamlarına bir vasiyet gibidir:
"Garip geldik gideriz, rafa koy evi barkı.
Tek, dudaktan dudağa geçsin ölümsüz şarkı."
Kurandan Bir Hakikat Daha Sırt Omuriliği-Üreme Bağlantısı
Dünyadaki bütün varlıklar, yaradılış süreci içinde Allah'ın koyduğu sebepler zincirinden geçer. Sebepler zincirindeki her unsur, bir makinenin parçaları gibi, birbirlerinin yapmış olduğu vazifeyi destekler tarzda yaratılmıştır. İnsanın yaratılışında da, her biri ayrı bir mucize olan vetireler arka arkaya hayat sahnesine çıkar.
Sperm ile yumurta birleşene kadar binlerce sebep âhenkli bir şekilde işler: hipofiz bezinin, beynin ve hipotalamusun salgıladığı hormonlar, omurilikteki refleks merkezleri, testis hormonları, testisin anatomik yapısının normal oluşu, spermlerin yapım merhalelerindeki metabolik olaylar, spermin atım yollarının anatomisi ve atım işinde kasılıp gevşeyen kaslar, vücudun haz merkezinin bir avans olarak uyanması, hormonlar, kan dolaşımı, vücut salgıları... Bunların hepsi insanın yaratılışında görev alan sebeplerdir ve yaratılışa hizmet eder. Binlerce sebepten bir tanesini çekseniz sperm ve yumurta meydana gelmez. Benzer hâdiselerin anne vücudunda da meydana gelmesi, tüplerin, rahmin ve cinsiyet organlarının normal anatomide olması, aynı duyguların yaşanması birer sebeptir. Meselâ, erkek ve kadında yumurta ve spermi oluşturan her şey normal olsa, fakat spermin boşaldığı ortamın asitlik derecesi fazlaysa, sebepler dahilinde insanın yaratılışı yine gerçekleşmez.
İnsanı yaratmayı murad eden Rabbimiz, bu icraatını biyolojik sebeplerle perdelediği için, birçoğumuza bu, çok normal bir hâdise gibi gelmektedir.
Neden çok sebep?
Yaratılış sebebi tek olsaydı, tesadüfe daha fazla pay ayrılırdı. Ne kadar çok sebep mevcutsa, o nispette tesadüflerin işe karışma ihtimali azdır. "Ol!" emriyle sebeplerin oluşması, O'nun iradesinin ve gücünün sınırsız olduğunu gösterir. Maksadın oluşunda binlerce sebebin ahenkli, işini şaşırmadan yapması, bir iradenin gerekliliğini mecburi kılıyor ve insanı düşünmeye sevk ediyor. Yukarıda saydığımız sebepler, ana hatlardır. Bir de bunların hücre seviyesindeki metabolik sebeplerini, moleküler âlemdeki sayısız mikrosüreçlerin aksamadan âhenkli bir şekilde işleyişini düşünürsek, Rabbimizi daha iyi tanırız.
Sinir sistemi ve üreme
Sinir sisteminin ulaşmadığı hiçbir organ yoktur ve vücudumuzda işleyen her fizyolojik süreç, sinirlerimizin kontrolü altında çalıştırılmaktadır. Yumurta ile spermin birleşmesi için spermin, babadan anneye aktarılması lâzımdır. Kadın ve erkeğin cinsiyet organlarını çalıştıran sinirler, parasempatik ve sempatik sinirler olarak adlandırılır. Parasempatik sinirler, kuyruk sokumu kemiklerinin üstündeki sağrı kemikleri arasından çıkar. Allah'ın bize peşin ücret olarak verdiği, iki cins arasında karşılıklı olarak evlenme isteğini ortaya çıkaran hazlar, beyinle bağlantılı şekilde cinsiyet organlarıyla gerçekleştirilir. Fakat yaratılıştaki asıl vazife, sempatik sinirlere verilmiştir. Zira spermlerin atımı bu sinirlerin tesiriyle gerçekleşir.
Bu nasıl olur?
Erkekte meninin atılması, testis ve uzuvların âni kasılmasıyla olur. İçinde spermleri taşıyan bu suyun atım olayı, tamamen refleks mekânizmasına bağlanmıştır. Beyindeki merkezin bu sırada bir müdahalesi yoktur. İzdivaçta, pudental sinirler yoluyla -iletilen uyarılar- sırt kemiklerinden thoracal-1 (birinci göğüs omuru) ile, lumbar 2 (ikinci bel omuru) kemikleri bölgesinde bulunan, 14 sırt omuru arasındaki sempatik çekirdekler uyarılır. Buna cevap, göğüs kaburga kemikleri ile omur kemiklerinin birleşim yerinin altında bulunan deliklerden verilir. Cevabî uyarılar truncus sympathicus ve plexus pelvicus'tan gangionlara uğrayıp, cinsiyet organlarına gelir; fırlatmayı önleyen düz kasları gevşetir, fırlatmayı sağlayacak olan ductus deferens ve vesicula seminalis kaslarının kasılmasını sağlayarak meniyi fırlatır. Şimdi bu anatomik tespitle, Kur'ân-ı Kerim'de anlatılanlara bakalım: "İnsan neden yaratıldığına bir baksın; o, atılan bir sudan yaratıldı. (O su) bel kemiği ile göğüs kemikleri arasından çıkmaktadır." (Tarık, 86/5-7)
Âyette geçen sulb ve terâib tabirlerini; bazı tefsirciler göğüs ve bel kemikleri, bazıları da erkek ve kadının bel kemikleri olarak yorumlamışlardır. Ancak bugünkü anatomik bilgilerimize göre ise, "atılan su" erkekten olduğuna göre, sulb tabirini kuvvetli mânâsına aldığımızda -erkekte omurganın en kuvvetli ve iri omurları olan bel (lumbar) omurlarını katı ve sağlam mânâlarını da nazara alırsak- omurganın birbiriyle kaynaşmış ve sağlam bir yapı teşkil etmiş sacral (sağrı) bölgesi olduğunu anlamak mümkündür. Bu durumda "suyun atılması" ile gerekli işlemin yaptırılacağı sinirler bu bölgeden daha yukarıda demektir.
Âyetteki sulb ve terâib ifadeleri çoğuldur ve kemikleri kelimesiyle, birden fazla kemik arasından çıktığı ifade edilmiştir. Bu durumda, hem bel ve sağrının, hem de göğüs omurlarının çok sayıda olduğunu anlamamız gerekir. Nitekim thorasic omurlar (göğüs) 12, lumbar omurlar (bel) 5, sacral omurlar (sağrı) 5 tanedir (Şekil 1).
Meniyi fırlatma merkezi ile ilgili sinirler, birinci thorasic omur ile (T 1) ikinci bel omuru (L 2) arasındaki 14 kemik arasından çıkmaktadır ki, âyette çoğul kullanılarak bu durum izah edilmiştir.
Âyetin başında "atılan bir sudan" ifadesiyle, refleks merkezlerine işaret edilmiş, ayrıca "bel kemiği ile göğüs kemikleri" arasından çıkar ifadesiyle de, thoracal-1 omuru ile lumbar-2 omurları arasındaki kemiklere dikkat çekilerek, meniyi atma merkezi ve sinirlerin çıktığı yer anatomik olarak belirtilmiştir. Omuriliğin söz konusu bölgeleri ve buralardan çıkan sinirler şekilde görülmektedir (Şekil 2). Fizyolojik tespitlere göre de, bu kemiklerin arasından çıkan sinirler, çeşitli iç organlara dağılarak onlara yardımcı olurlar. Bununla birlikte atılma işinde vazife yapan sinirlerin, T 10 ile L2 arasındaki merkezler olduğu anlaşılmıştır (Şekil 3). Kur'ân'da sulb olarak zikredilen sacral omurlar (S 1 ve S 5) arasındaki S 2 ve S 4 sinirleri ise, cinsiyet organlarındaki hazırlıkları başlatır.
Spermlerin nakledilmesi; yaşamalarını ve hareketlerini sağlayan -bezlerin çalışması ve çeşitli kanallar için lâzım gelen salgıları yapan; bezlerin çalışmasıyla çeşitli kanalların açılıp kapanmasını sağlayan kasların hareketi ve suyun atımı sırasında cereyan eden kompleks süreçler- cinsiyet organlarına gelen sinir merkezleri tarafından yönetilir. Bu sebeple, meni ve yumurta atımının normal olması için, bu olaya katılan organlar ve bunları yöneten merkezî sinirler sağlam olmalıdır. Arabanın hareketi için benzinin püskürtülmesine, benzinin püskürtülmesi için de pedala basacak ayağa ihtiyaç vardır. Arabanın deposu ne kadar dolu olursa olsun, gaz pedalına basacak bir uyarıcı kuvvet olmazsa, araba hareket etmez. İşte Kur'ân'ın bu kuvveti ve yerini tarif şekli, anatomik gerçeklerle tam örtüşmektedir. Belki ileride üreme fizyolojisi ile göğüs kemikleri arasında bağlantı kuran mikro seviyede başka buluşlar da olabilir. Fakat anatomik olarak Kur'ân'ın tarif ettiği sulb ve terâib arasındaki yer, meniyi fırlatan refleks merkezleridir.
Rabbimiz göğüs omurlarındaki ve ilk iki bel omurlarındaki merkezleri ile bunların aralıklarından çıkardığı sinirlerin başlangıcını, yani köklerini çok sağlam omurlarla korumuştur. Eğer omurilik zedelenmesi 11. ve 12. thorasic merkezden olursa, yahut birinci (L 1) ve ikinci (L 2) bel omurlarındaki ganglionlar (sinir düğümlerinin) damar bozukluğu neticesinde çıkarılırsa, atım olayı % 40 bozulur. Fakat omurilik, thoracal-1 (birinci göğüs) omurunun kırılmasıyla kesilirse, zedelenirse veya bu kısımdaki ganglionlar tam çıkarılırsa, meni atımı gerçekleşmez.
İlmin, bilhassa tıp ilminin, çok geri olduğu bir çağda, hiçbir insan cesedi üzerinde anatomik çalışmanın ve fizyoloji deneyinin yapılmadığı, bilim tarihince sabit bir husustur. Yukarıdaki âyetin bugünkü anatomik bilgilerimize dayanan gerçeklerle örtüşmesi; Kur'ân'ın, bizi yaratan ve bedenimizi bizden daha iyi bilen Allah'ın kitabı ve Efendimiz (sas)'in de, Kur'ân'ı bize ulaştıran elçi olduğunu gösteren yüzlerce delilden biridir.
***********Dr. Arslan MAYDA
Çevre İşçisi Bakteriler
Küresel ısınma ve iklimlerde görülen değişiklikler dünya genelinde birçok insanın ilgisini çekmekte... Bunlarla beraber içilebilir su kaynaklarının azalması, hava, toprak, göl ve nehirlerdeki kirlenme gibi başka çevre problemleriyle de karşı karşıyayız. Kaynaklardaki bu kirlenme aynı hızda devam ederse, içilebilir su kaynakları ve işlenebilir toprak gibi insan hayatının en elzem unsurları gelecekte oldukça azalabilir. Son yıllarda yapılan ekolojik araştırma ve projeler göstermektedir ki, dünyayı asıl kirleten, insandır.
Yeryüzündeki içilebilir temiz suyun % 98'i yeraltında depolanmıştır. Son yüzyıldaki endüstriyel gelişmelerin sebep olduğu sanayi atıklarından dolayı, yeraltı sularındaki kirlenme önemli ölçüde artmıştır. Sadece ABD'de her yıl üretilen 100 milyon ton tehlikeli atık maddenin 4 milyon tonu akarsulara bırakılmakta; 1,2 milyon tonu çöp sahalarına boşaltılmakta, 1,5 milyon tonu da derin kuyulara dökülmekte; gaz istasyonlarındaki 2 milyon depolama tankının 450 bini gaz ve petrol ürünlerini yeraltına sızdırmaktadır. Bu rakamlara yakın gelecekte Avrupa'da kirlenmiş bölgelerin ıslahı için harcanması gereken 1,5 trilyon Dolarlık maliyet de eklenince, durumun vahameti daha net anlaşılmaktadır.
Kirlilik kaynaklarından çıkan sızıntılar toprak tarafından süzülür ve yeraltı sularına karışır. Kirlenmiş toprak ve çökeltiler bu kirleri yavaş yavaş bırakır. Uzun zaman sonra bunlar daimî kirlilik kaynağı hâline gelir. İnsan sağlığına menfî tesirler yapan bu kirleticiler, başta kanser olmak üzere çeşitli hastalıklara yol açar.
Yakın zaman önce yapılan bir araştırmada, bütün dünyadan toplanan süt örneklerinin tamamında, daha önce ABD'de kullanılan ancak 1976'dan beri üretimi yasak olan organik bir kirleticinin (PCB: Polychlorinated Biphenyls) varlığı tespit edilmiştir. Bu kirletici bu zamana kadar çevrede nasıl kalmıştır, dünyanın diğer bölgelerine nasıl ulaşmıştır? Bunun muhtemel sebeplerinden biri, havaya karışarak hareket eden bu kirleticinin ineklerin beslendiği yeşilliklerin üzerine atmosferik tortular hâlinde büyük miktarlarda yağmasıdır. Diğer sebep ise, kirlenmiş sularda yüzen balıkların çiftlik hayvanları için yem yapılmasıdır.
Bu tip problemlerin çözümüne yönelik olarak, mühendisler, biyo-iyileştirme (bioremediation) denen bir modeli geliştirmeye çalışıyor. Bu, "çevreye bırakılan kirleticilerin biyodegradasyon (organizmaya giren maddelerin emilme veya sindirilme öncesinde biyolojik sistemler tarafından parçalanması) yoluyla yok edilmesi" olarak tarif edilebilir. Biyodegredasyon işlemi, toksik kimyevîlerin mikrobiyal olarak toksik olmayan formlara dönüştürülmesi ve bazen de karbon, oksijen ve hidrojen gibi inorganik elementlere ayrıştırılması süreçlerini kapsar.
Bu işlem, mikroorganizmaların varlığını gerektirir. Mikroorganizmalar tabiatta, mikrobik büyümeye engel olabilen zor şartlar olmadığı müddetçe, beslenme ve büyüme kaynağı olarak inorganik veya organik kirleticileri de kullanır. Meselâ benzin, altı karbon ve altı oksijen atomundan oluşmaktadır. Ayrışma sürecinde, mikroorganizmalar, benzinin karbondioksit ve suya, bazen de basit karbon ve oksijen elementlerine ayrışmasını sağlayan enzimleri sentezler. Bu enzimlerin normal şartlardaki fonksiyonu, enerji üreten reaksiyonların ve yeni hücrelerin sentezi için gerekli yapıtaşlarının oluşmasını kolaylaştırmaktır. Yani kirletici madde, mikroorganizmanın hayatını sürdürebilmesi için gerekli gıdayı sağlamaktadır.
Elektron alıcılar
Mikroorganizmaların kirli atıklardan beslendiği degradasyon sürecinde, kimyevî reaksiyonu tamamlayan parçalar durumundaki elektron alıcılar esas unsurdur. Büyük organik moleküller elementlerine bölünürken çevreye bırakılan elektronların bir alıcısının olması gerekir (indirgenme-yükseltgenme). Biz yaşamak için oksijen soluruz, mikroorganizmaların da yaşamak için oksijene ihtiyacı vardır. Oksijen molekülleri bakteriler için, genellikle toprak yüzeyine yakın yerlerde biriken çok uygun bir elektron deposu gibidir. Elektron alıcısının türlerine göre degradasyon reaksiyonları aerobic (oksijen kullanan) ve anaerobic (elektron alıcısı olarak nitrat, manganez, demir ve sülfat kullanan) olarak ikiye ayrılır. İnsanlar sadece oksijenle nefes alırlar; ama böceklerin çoğu demir oksit veya sülfür gibi başka molekülleri de nefes alırken kullanabilmektedir. Bazen bu potansiyel kirleticiyi parçalamada gerekli olan mikroorganizmalar o çevrede bulunmaz. Bu durumda o alana önce, kirleticileri yiyecek olarak tüketebilen bakterilerin enjekte edilmesi gerekir.
Geobakter
Organik ve inorganik kirleticileri parçalama kabiliyeti açısından üzerinde çalışılan mikroorganizmalardan biri Geobacter metallireducens'tir. Geobakter, organik bileşikleri, demir oksit kullanarak elektron alıcısı karbondioksite ayrıştırıp oksitlendirdiği anlaşılan ilk organizmadır. Bir diğer deyişle, ana gıdası organik ve inorganik kirleticiler olan geobakter, insanların oksijeni kullanmaları gibi, enerjisini demir oksit minerallerini kullanarak elde eder. Geobakter, yeraltı sularını ve toprağı kirleten benzin ve gazolin katkı maddesini (MBTE) oksijensiz ortamlarda dahi gıda olarak kullanır. Nerdeyse her yerde, hattâ diş hekimlerinin tükürme lâvabolarında dahi bulunabilen geobakter, uranyumla kirletilmiş alanlardaki çözünebilir radyoaktif maddeleri yeraltı suyunda çözünemeyen maddelere dönüştürmede rol alır ve dolayısıyla tasfiye işlemini kolaylaştırır.
Diğer yandan, geobakter beslenmek için kirleticileri tüketirken, dışarıya elektron bırakmaktadır. Bir yakıt hücresi (fuel cell), bir metreküp hacimdeki geobakterlerden 2 kilowatt elektrik üretme kapasitesine sahip kılınmıştır. Bugün mühendisler pis su arıtma tesislerini, pis suyun kendisinden geçinen bir tür geobakter gücüyle çalıştırmayı düşünmektedir. Hâlen, geobakterde bulunan ve elektrik üretimini sınırlayan bir gen üzerinde çalışmalar devam etmektedir. Bu gen değiştirilerek elektrik üretiminin artırılması plânlanmaktadır. Dolayısıyla, kirlenmiş toprakları veya yeraltı sularını temizlerken aynı zamanda enerji üreten teknolojiler geliştirilecektir. İnsanın yol açtığı kirliliğe tabiatın içinden çözümlerin bulunuyor olması, Yaratıcı'nın yarattığı son derece kompleks ekosistemlere, karşılaşılan problemleri her zaman kendi içinden tabiî süreçlerle çözme kâbiliyeti verdiğini açıkça göstermektedir. İnsanın çözemediği devasa çevre problemlerine karşı, bakteri gibi basit zannedilen bir canlının, bizim tam olarak anlamaktan bile âciz kaldığımız gizli silâh ve mekanizmalarla istihdam edilmesinden çıkaracağımız dersler olsa gerek.
Günümüzde geobakter doğrudan temizleme projelerinde kullanılmaktadır. Bu türün fonksiyonları hakkındaki bilgilerimiz arttıkça, bu bilgiyi daha çok, kirletici degradasyon nispetini hızlandırarak ekolojik şartların iyileştirilmesinde kullanabileceğiz.
Temizlik, sağlık için en temel unsurdur. Çevreyi, Kuddüs olan Allah'ın bir emaneti görüp, gönüllü birer çevre koruyucusu olarak çalışmak hepimizin vazifesidir. İnsanlar dünyayı endüstri ve teknolojiyle mâmur hâle getirdiğini zannederken, bir yandan da kirletmektedir. Teknolojik olarak ne kadar ilerlersek ilerleyelim, şu bir gerçek: Hayatı sürdürebilmek için, İlâhî Kudret'in yarattığı bakteri gibi hârikulâde varlıklara her zaman ihtiyacımız var.
Kaynaklar
- Martin Alexander, Biodegradation and Bioremediation, 199, Academic Press, San Diego CA USA
- Pedro J. Alvarez, Walter A. Illman, Bioremediation and Natural Attenuation: Process Fundamentals and Mathematical Models, 2005, Wiley and Sons, NY, USA
- www.geobacter.org Geobacter project, University of Massachusetts, Amherst Environmental Biotechnology Center
- Jana Weiss, Olaf Päpke, and Åke Bergman, A Worldwide Survey of Polychlorinated Dibenzo-p-dioxins, Dibenzofurans, and Related Contaminants in Butter, AMBIO: A Journal of the Human Environment Volume 34, Issue 8 (December 2005), pp. 589-597
Modern Şehirde İnsan
İkibinsekiz yılı itibariyle insan nüfusunun yarıdan fazlası şehirlerde yaşıyordu. Nüfusu on milyonun üzerindeki şehirlerin sayısı 1975'de 3 iken, 2007'de 19'a yükselmişti. Bu sayının 2025'de 27'ye ulaşacağı tahmin ediliyor (1). Şehirlerin (bilhassa büyükşehirlerin) bugünkü problemlerine ve bunların gelecekte nasıl bir hâl alacağına dâir dünya genelinde arastırmalar yapılıyor, tahminler yürütülüyor. Şehirlerin tarım arazilerine doğru genişlemesinin ekonomilere verdiği zarar, büyükşehirlerin etrafında oluşan mikro-iklimlerin hayata menfî tesiri, hava, ses ve ışık kirliliği, temiz su ve enerji teminindeki problemler, atık su idaresinin giderek zorlaşması, trafik yoğunluğunun çözülemez hâle gelmesi, hayatın yollarda geçmesi, yeşil alanların yetersizliği, meteorolojik, sismik ve teknolojik afetlerin şehirlerde yolaçtığı zararlar hemen her gün üniversitelerde ve medyada ele alınan, tartışılan, makale ve kitaplarda kendine giderek daha fazla yer bulan konuların başında geliyor.
Yine de bugünün insanı (büyük kısmı şehir tarafından olusturulan) beklentilerine şehirlerin cevap vereceğine inanıyor. Bilhassa büyükşehirlerin sıkıntıları da büyük olmakla birlikte, doğum ve göçe bağlı olarak nüfusu, dolayısıyla yapı, fonksiyon ve problem yoğunluğu artmaya devam ediyor. Fakat modern şehir insan hayatına sadece teknik kolaylık ve zorluklar getirmiyor (her ne kadar, bu konudaki toplantı, müzakere ve yayınlarda daha çok bu konular ele alınsa da). Bugünün şehrinde (kentinde) ve şehirleşmiş mekânlarında tabiattan (dolayısıyla tabiatımızdan, fıtratımızdan) uzaklaşmış, daha da kötüsü, buna alışmış durumdayız. Peki, bunun ne kadar farkındayız? Yoksa, mukayese yapacak kadar bile bir tabiat tecrübemiz olmadığı için (olmayanlar için), bunu bir mahrumiyet gibi görmüyor muyuz, veya ne ölçüde? Bugünün şehri yaradılışımıza ne kadar uygun? Onu nereye kadar taşıyabiliyoruz? Sınırlarımız zorlandığında biz şehre ayak uydurmak durumunda kalıyoruz. Bu bizi bozuyor mu? Ne kadar? Bunun farkına varma şansımız var mı? Veya, aslında ruhumuz, vicdanımız modern şehre alışmadı da, içine doğduğumuz mecburiyetlerden dolayı mı ruh ve bedenimizle birlikte ona katlanıyoruz? Hakikatte insan insanı (ruh ruhu) modern şehirdeki hâliyle mi görmek, tanımak ve sevmek ister?
Sebep ne olursa olsun, fıtratımızı zorlayan şehirde davranışlarımız da (iradî veya değil) fıtrî olmayabiliyor. Bu tablo bizi, romantik, ütopik ve irrealist bir şehir tasavvuruna (veya düşmanlığına) da götürmemeli. Yukarıdaki sorular sorulsa bile, bunlar bugün şehir realitesi karşısında bir durum tespitinden öteye geçebilir mi? Tekrar başa dönersek, ne kadar farkedilmiş bir derttir bu? Ve bunun çaresi bugünün şartlarında ne olabilir? Şurası âşikâr: İnsanlık bugün, binlerce yıl önceki gibi tabiatın sinesinde, her gün onunla iç içe yaşayamaz artık. Tabiat da bir ölçüde o eski tabiat değil zâten.
Bir realite olarak şehir ve sınırlandırılan insan
İnsanlık tarihi boyunca, söyleyecek sözü olan hemen herkes şehri seçti. Bilhassa son yüzyılda bilim ve teknolojideki gelişmelere paralel olarak üretim ve iş imkânının artması, refah seviyesinin yükselmesi, pazarın çeşitlenmesi, sağlık, eğitim ve alt-yapı gibi hizmet sektörlerindeki ilerlemeler, şehrin câzibesini arttırdı. Dünyevî gelecek adına çok şey vâdetmeye başlayan şehirler büyük göç aldı. Geçmişte sadece babadan-atadan şehirli olanların faydalanabildiği imkânlar, şehri tercih eden kalabalık kitleler için de sözkonusu olmaya başladı.
Bu normaldir. Cemiyet hâlinde yaşama temayülü ile yaratılmışız. Birbirleriyle anlaşan ailelerden müteşekkil, birkaç yüz kişinin oluşturduğu küçük bir yerleşim birimi (bir köy) düşünelim. Burada insanlar değişmeyen temel ihtiyaçlarını (can, mal ve namus güvenliği, su, besin, barınma, temizlik, sağlık, iletişim, ulaşım) cemiyet hayatının bir gereği olan iş bölümüyle karşılar. Zaman içinde fizikî ve beşerî coğrafyanın sunduğu avantajlarla bu köy büyür, gelişir ve bir şehir hâlini alır. Şehirde (bilhassa merkezde) yoğunlaşan ticaret, eğitim, sağlık, kültür ve alt-yapı imkânlarına yakın olma isteği neticesinde yapılaşma ufkî olmanın yanısıra amudî de ilerler; insanlar nisbeten dar bir alanda yaşar, birbiriyle daha sık ve yakın temas eder. Bu durum, yoğun trafik, insan kalabalıklarının dolaştığı cadde ve çarşılar, iş ve yerleşim merkezleriyle kendini gösterir. Böyle bir ortamda yapılar, fonksiyonlar, münasebetler ve problemler de daha kompleks hâle gelir, hayat akışının hızı ve yoğunluğu artar, hakların sınırları ve ihlâlleri değişir, mahremiyet zedelenir (apartmanda, yolda, toplu taşıtlarda, işyerinde, şahsî sınırlar çiğnenebilir, insanların ve ailelerin başkaları tarafından görülmesini, duyulmasını istemedikleri hayatları görünür, duyulur hâle gelir).
Neticede insan şehirde sınırlandırılır; fakat sınırların nereden geçeceği fertlerin keyfine bırakılmaz, cemiyetin ortak akıl ve vicdanıyla, yazılı olan-olmayan kurallarla belirlenir. Böylece şehirde daha ayrıntılı bir hukuk sistemi (hakların tesbit ve dağılımı, ihlâllerin müeyyidesi) gelişir.1 Bu durum, mizaç, karakter ve kişilik farklılıklarının üstünde, herkesi daha dikkatli olmaya zorlar. Meselâ bir belediye otobüsünde veya metroda insanlar yolculuk ederken elde olmadan birbirlerine dokunurlar. İnerken, binerken veya yer değiştirirken birbirlerinden müsaade isterler. İstemeden çarptıklarında özür dilerler. Bir iş merkezi veya apartmanda, üst kattakiler zaman zaman kendilerinden kaynaklanan aşırı sesten dolayı mahcubiyet hisseder ve alttaki komşularına özür beyan ederler. Şehirde bekleme sıraları vardır ve öncelik hakları nettir. Trafik, sürücülerde sürekli gerilime yolaçan, yokluğu düşünülemeyecek duruma gelmiş bir vâkıadır. Şehirlerin plânsız geliştiği, umumiyetle kısa vâdeyi gözeten belediyelerin geniş cadde-sokak ve araba park yeri yapmayı önemsemediği ülkelerde, alım gücündeki artışa bağlı olarak motorlu taşıt sayısının şişmesi neticesinde, şehirlerdeki dar yollar istiab haddinin çok üstünde araçla dolmuş durumdadır.
Şehirde en çok kullanılan vasıta otomobildir. İnsanların büyük kısmı kendilerini otomobil sahibi olmak mecburiyetinde hissetmektedir. Zaman kaybını aza indirmek, mahremiyeti sağlamak ve bağımsız seyahat etmek açısından bu tabii ki bir avantajdır; fakat, kötü bir alışkanlık da yapmaktadır. Kısa mesafeleri yürümek, arabası olan birçok insanın gözünde büyümektedir. Arabayı sık ve olur-olmaz yerde kullananlar ve yayalığı unutanlar (veya bunu pek tatmamış olanlar), zamanla yoldaki yayaları (ve tabii ki diğer vasıtalardakileri) birer insan gibi görmemeye başlamaktadır. Başka bir mekânda karşılaştıklarında birbirlerine karşı nezaket dairesinde davranabilecek insanlar direksiyon başına geçtiklerinde insan hakikatinden uzaklaşmakta, yoldaki yayalar motorlu vâsıta içindeki insanlara insandan ziyade, trafiğin mekanik bir parçası, hattâ bir engel gibi gözükür olmaktadır. Bunun ciddi mahzurları vardır: İnsanlık, otomobil, otobüs, kamyon, metro, tramvay gibi ağır ve hızlı kütlelerin şehrin sokaklarında insan hayatını tehdit etmesi gibi bir durumu sadece yüzyılı biraz aşkın bir zamandan beri yaşamaktadır. İki yaya yolda birbirine çarpabilir veya omuz omuza gelebilir. Otomobil veya otobüsün insana çarpması ise böyle olmaz. Zayıf pozisyondaki yayaları ağır bir metal vasıta içindekilere karşı korumak bu yüzden hayatî önem arzetmektedir. Ayrıca, trafikte zamanla yarışmak veya yolu tıkamamak mecburiyeti de insanı insana yabancılaştırmaktadır. Bu yüzden, yolda yürüyen bir tanıdıkla otomobilin pencere gerisinden el-kol ile selâmlaşarak gaz pedalına basıp uzaklaşmak insan-insan münasebetinden ziyade makina-insan münasebetinin bir şekli olmuştur.
Ticaret ve alış-verişin yoğun olduğu şehirde, insana daha ziyade potansiyel müşteri gibi de bakılmaktadır. Bir insan ticarî bir müesseseye her ne kadar ferd olarak gelip alış-veriş yapsa da, kalabalık kitlelerin bir parçasıdır. O birşey satın almasa da alternatifi çoktur. Hattâ, kendisine gösterilen ilgi, birşey satın almayacağı anlaşıldığında çoğu kere hissedilir şekilde azalmaktadır.2
Şehrin insana Yaratılış'ı ve Yaratıcı'yı unutturması
Şehirdeki tablolar, çok değil, bir asır öncesinin dünyasından oldukça farklıdır. Ev veya işyerimizde, birkaç saksı çiçekle, pencereden görünen ağaçlarla, kulağımıza çalınan tek-tük kuş sesiyle kendimizi biraz şanslı saysak da, bu, tabiatla beraber olduğumuz mânâsına gelmez. Hattâ, saksı insan eliyle yapılmış, çiçek bizim elimizle dikilmiş olduğundan, bakım-görümünü de biz yaptığımızdan, belki farkında olmadan çiçeği bile bir bakıma kendi eserimiz sayarız. Tıpkı kaldırımdaki ağaç gibi. O da belediyenin diktiği, suladığı, sonbaharda budadığı bir varlıktır ve bize mâlolmuştur(!) artık.
Bilhassa büyükşehirlerde, gece ortaya çıkan ışık kirliliği, rengini bulutlara bile vermektedir bugün. İnsan öncesi zamanlardaki kimyası ve rengiyle akan nehir ise neredeyse kalmamıştır yeryüzünde (şehrin içinden de geçse, dışından da).
Şehirde sabah kalktığımız andan gece tekrar yatağa döndüğümüz vakte kadar gözümüze çarpan veya kullandığımız nesnelerin, kulağımıza gelen seslerin, burnumuzu rahatsız eden kokuların, damağımıza hitap eden tatların çok büyük kısmı insan-yapısıdır. Yirminci ve yirmibirinci yüzyıl insanı, nereye baksa kendi (mecazî) eserlerini gördüğü için belki de, "ben" ve "ben yaptım" ifadelerini sık telâffuz etmektedir. Ev ve işyerinde kullandığımız eşyalardan, apartmanlar, asfalt-beton yollar, gökdelenler, salonlar, stadyumlar, nükleer santraller, otomobiller, uçaklar, uydular, cep telefonları, bilgisayarlar, televizyonlar, uzay mekikleri ve daha birçok kul-yapısı nesneye varıncaya kadar, bu çok meşgul edici kalabalıktan, bunların kabarttığı benliğimizden ve hayata hâkim kılınmış eğlence kültüründen yol bulup Allah'ı hatırlamak nasıl olacak?!... İnsanlara faydalı bilim-teknik eserleriyle, bilim-teknik kullanılarak yapılan ve tamamen nefse hitap eden, bu arada büyük bir kaynak israfına da sebep olan eğlence-oyun-gösteri eserleri arasındaki sınırın bulanıklaştığı bir zamanda, hem hakiki Mutasarrıf olan Yaratıcı'ya saygısızlık yaptığımızı, hem de gelecek nesillerin hakkını gaspettiğimizi farketme şansımız var mı? Bu hayatımızla O'nu hatırlama, ilim, kudret, hikmet, san'at ve iradenin aslında O'na ait olduğunu hissetme şansımızı kendi elimizle baltalamış olmuyor muyuz?!..
İnsan olarak yaptıklarımızı küçümsemeyiz. Cenab-ı Hakk insanı imtiyazlı (ve imtihanlı) bir varlık olarak yaratmış, "halife" sıfatını takdir etmiş, eşyayı ona musahhar kılmış, birçok dünyevî muvaffakiyet nasip etmiş. Fakat biz, yeryüzünü çok ciddi (ve kısmen hukuksuz) şekilde değiştirmiş, bilhassa şehirlerde etrafımızı nefes almayacak şekilde kendi eserlerimizle(!) doldurmuş durumdayız.
Peki, sıhhatli ve dengeli bir değerlendirmeyi nasıl yapacağız? Kendimizle, varlığımızla ilgili durum tesbitini nasıl başaracağız? Biz ve yaptıklarımızın değeri nedir? Uçak gibi bir teknoloji harikası karşısında hem nev'iyle iftihar eden, hem de Allah'a şükreden, radyoyu dinlerken hava tabakasının ne büyük bir ilâhî nimet olduğunu ifade eden Bediüzzaman (ra) herşeyi hakiki Sahibi olan Yaradan hesabına doğru yerine oturtarak, dengeyi temsil ediyor.
Evet biz, O'nu bulmak, O'nu bilmek, O'na şâhitlik yapmak için yaratıldık. Anne karnında doğmaya dakikalar sayan bir bebeğe yakından baksak, onun dünya için hazırlandığı (daha doğrusu, dünyanın onun için hazırlanmış olduğu) çok açık görülür. Karanlık bir amniyo sıvısı içinde kullanamadığı gözleri, ağzı, burnu, dili, akciğeri, elleri ve ayakları, çok açıktır ki, dünyayı iyi bilen bir Zât tarafından burada kullanılmak üzere ona ihsan edilmektedir (aynı durum, bir kuş veya balık yumurtası, bir böcek larvası, bir çiçek veya ağaç tohumu için de geçerlidir). Peki bu bebeğin bedeni, ruhu, aklı, kalbi biraz sonra adım atacağı dünyada boşa harcanmak için mi verilmektedir?!.. Aynı şekilde, bütün zenginlikleriyle dünya da ona keyfince yağmalasın diye mi emanet edilmektedir?!.. Yoksa, şu geçici dünya mı imtihan olacak insan ruhu içindir; veya dünya nasıl bir dünya olmalı, insan dünyaya nasıl davranmalıdır ki, burası insan ruhuna uygun bir yer olsun? Gelecek nesillerin üzerimizdeki hakkı, insan olma ve hesap verme mükellefiyetimiz gibi kulluk hakikatleri karşısında lakaytlığa, ciddiyetsizliğe ve nankörlüğe düşmeden dünyaya bakış ve dokunuşumuz nasıl olmalıdır? Cenab-ı Hakk'ın Hz. Adem'e (as) ve ailesine sunduğu yeryüzünü biz ne ölçüde aslına sadık kalarak yeni nesillere bırakıyoruz? İnsan yeryüzünü tabii ki değiştirecektir. Fakat hangi ölçüye göre?
İradeyi zorlamak, farketmek, keşfetmek
Evet, bugünün şehrinde sabahtan akşama insan-yapısı nesnelerle karşılaşıyor ve onları tüketiyoruz. İnsanda, "ben planladım, ben yaptım" anlayışı sivriliyor. Tabiatın sadece cüzlerinde değil, bütününde de keşfedilecek Yaratılış mucizelerinden uzak kalıyoruz. İnsan kendisini bile, "yaratılmış" bir varlık gibi görmemeye başlıyor. İnsan üzerine düşünme zemini ve zamanı bulmak, nefsimizin farkına varmak uzak bir ihtimal oluyor. Bu yüzden, tabiata ve Yaratılış hakikatine açık bir hayata izin vermez hâle getirdiğimiz şehirde boğulmamak için tefekkür nefeslerine ihtiyacımız var. Mevcut durumu bir realite olarak kabul edip, maddî-mânevî teneffüs için yapılabilecekleri yapmaya çalışmalıyız.
Modern şehrin üzerimizde belli bir menfî tesir icra etmiş olduğunu, ancak ondan uzaklaştığımızda ve tabiatın sükûnetine girdiğimizde farketme şansımız artıyor. Bizim kendimize mâledemeyeceğimiz kadar O'nun eseri olduğu apaçık görülen (henüz pek fazla kirletmediğimiz) bir tabiat parçasında (şehirden uzak bir yayla, bir orman, bir dere kenarında), varoluşumuz, hayatımız, O'nun isim, sıfat ve fiillerinin tecellileri hakkında düşünmek ve bir durum muhasebesi yapmak için daha müsait bir zemin buluyoruz. Burası insana tâ en başta verilmiş fıtrî mekân çünkü. Bu yüzden, tabiatla aslında sürekli beraber olmak üzere yaratıldığımızı, fakat araya fıtrî olmayan bazı engellerin girdiğini hissediyoruz. Aslında tabiata çok yabancı kalmış olanlar bile ona çabuk alışıyor. Ona yerleştirilmiş olan sessizliğin dili bize, birçok şeyin yanısıra, "Çok gürültü yapıyor ve kirletiyorsunuz, aşırı tüketiyor ve israf ediyorsunuz; bu fıtrî degil, bu bir zulüm!" de diyor.
Dünyaya, sanki hakkımız varmış gibi, gaspedercesine hoyratça davranmak ve kaynakları yağmalamak ciddi bir cürüm. Halbuki yeryüzünde, kendimizi misafirlikte gibi görmeliyiz. Ağırlandığımız bu mekân bize ait değil. Çok samimi bir arkadaşımıza misafir olduğumuzda bile, evin işleyişine ve eşyaların yerine karışmaya, bunları bozmaya hakkımızın olmadığını biliriz. Ev sahibine tâbiyizdir. Davet üzere gittiğimiz saygın bir zâtın hânesinde ise, oturup kalkmamıza, hâl ve hareketlerimize daha bir dikkat ederiz.
Hz. Adem'in (as) bu imtihan dünyasına ilk insan olarak indiği zamandaki yeryüzü değil artık burası. Kalabalıklaşan ve yeryüzüne yayılan Ademoğullarının bu mekânı bir dereceye kadar değiştirmesi normal kabul edilebilir. Peki bu sınır nereden geçmelidir? Bu konuda bize nereye kadar izin verildiğini tam bilemeyeceğimizi, bu yüzden hata yapabileceğimizi kabul etsek bile (ki, Kur'ân ve Efendimiz -sas- dokunma hakkımızın sınırlarını çiziyor), yeryüzünün bugünkü durumu en azından böyle yapmamamız gerektiğini göstermeye yetiyor.
Modern vasıtaların, aletlerin ve dünyevî zenginliklerin verdiği güç vehmiyle şımarmış, kabalaşmış insanlar da yaşıyor sehirlerde. Halbuki, insan herşeye, yaratılmış bir sanat eseri ve emanet, ruhuna da bu emaneti yüksek mesuliyet şuuruyla anlayıp koruması gereken bir "halife" namzedi gibi baktığı takdirde bencillik ve kabalıklarından uzaklaşabilir. Yani nazarlarımızın tashihi gerekiyor. Şehirde karşılaştığımız tek tek her bir insan, uçsuz-bucaksız çöllerde aç-susuz yalnız, çaresiz ve ümitsiz bir vaziyette kalmış iken birden karşımıza su ve gıda yüklü devesiyle çıkan bir insan kadar kıymetli gözükürse gözümüze, işte bu çok önemli bir bakış değişikliği mânâsına gelir. Bizim kendimize biçtiğimiz değerin değil, Yaradan'ın insana verdiği kıymetin ne olduğunu anlamaya ihtiyacımız var! Modern şehirde olduğu gibi, sayısı çoğalınca değeri azalan bir varlık olamaz, olmamalı İNSAN!
Dipnotlar
1. Bu konuda, Efendimiz'in (sas) Medine'ye teşriflerinden hemen sonra şehrin yeni durumunun gerektirdiği bir (yazılı) hukuk tesbit etmesi her bakımdan önemli ve her zaman geçerli bir örnektir.
2. Geçim veya para endişesi, asıl işi ticaret olmayan bazı insanların da nazar ve niyetine menfî tesir edebilmektedir. Bazıları, sadece Allah için biraraya gelinip sohbet edilen ortamlara çeşitli ticaret malları getirip oradakilere satmaya çalışmaktadır. Bu yaptığının ihlâsa aykırı ve kardeşlik bağlarını zedeleyici olduğu münasip bir şekilde hatırlatılmadığı takdirde, bu kişi zaman içinde, sohbetlere satış yapmak niyetiyle gider olmakta, ve arkadaşları da onun gözünde birer potansiyel müşteri hâline gelmektedir.
Kaynaklar
- United Nations, World Urbanization Prospects: The 2007 Revision Highlights (United Nations, New York, 2008).
*************
Prof. Dr. Ömer Said GÖNÜLLÜ
Entelektüel Münevver ve Aydının Macerası
Türkçedeki aydın ve ondan önce kullanılan münevver kelimesi, Batı'nın sosyal tarihi içinde ortaya çıkan intellectuel-intellectuals, intelligentsia, literati ve clercs gibi birbiriyle ilgili, fakat birbirinden farklı kavramların karşılığı olarak üretilmiştir (Mardin, 1984:9).
Yukarıdaki kavramlardan entelektüel, Batı dillerinde, Latince "akıl ve idrakle bağlantılı" mânâsına gelen intellectualis kelimesinden türetilmiştir (Kılıçbay, 1995:175). Bu kelimenin, "fikir üretme misyonuna sahip" bir sosyal grubu tarif etmek için kullanılması ise, ancak 19. yüzyılda mümkün olmuştur. 19. yüzyılın Batı dünyasında kelime, elit, düşünce aristokratı, düşünen ve seçkin insan mânâsında kullanılmıştır. Kelime ayrıca, resmen görevlendirilmedikleri ve doğrudan çıkarları olmadığı hâlde, sosyal problemler hakkında fikir beyan eden kimseleri ifade etmektedir (Kılıçbay, 1983:56).
1860'lı yıllarda Rusya'da ortaya çıkan intelligentsia kelimesi, "Batı düşüncesinin Rusya üzerindeki tesiri sonucunda aydınlanmış, okumuş, düşünceleri rasyonelleşmiş" (Balcı, 2002:8) kimseler mânâsına gelmekte, "bilim ve sanatta öncülük vurgusu" (Mardin, 1984:10) taşımaktadır. Bazı araştırmacılar ise, intelligentsia kelimesini, toplumda teknik bir görevi bulunan kişiler olarak tarif etmiştir.
Literati kelimesi, "mesleği bilme olan kimseler", "hayatlarını bilmeye veren kişiler", toplumun temel değerlerinin sağlanması ve nesilden nesile aktarılması gibi çok önemli sayılan işleri üstlenmiş kimseler mânâsına gelmektedir (Mardin, 1984:11). Clercs kavramı ise, bilgiyi muhafaza eden, topluma iyiyi ve doğruyu gösterme mesuliyetleri olan kişiler olarak tarif edilmiştir (Mardin, 1984:10).
Batı dilerindeki bütün bu mefhumlar, Türkçede önce münevver, sonra aydın kelimesiyle karşılanmıştır. Bu kelimelerin Türkçede ne zaman ortaya çıktığı kesin olarak bilinmemektedir. Kamus-ı Türkî'de (1908) ve Resimli Kamus-ı Osmanî'de (1908) olmayan münevver kelimesinin, 1920'li yıllarda, onun Türkçeleştirilmiş şekli olan aydın kelimesinin ise 1930'lu yıllarda kültür dünyamıza girdiği tahmin edilmektedir (Balcı, 2002:21). Türkçede münevver-aydın kelimesi, Batı dillerinde olduğu gibi ayrıntılı bir şekilde tarif edilmiştir. Meselâ Mehmet Ali Kılıçbay'a göre aydın, "bilgi edinme ve eğitim yoluyla zihni aydınlanmış kişiye" denir (Kılıçbay, 1995:175). Sabri F. Ülgener ise aydını, içinde yaşadığı topluma kılavuzluk eden, kültür değişimlerine öncülük yapan, halkın içtimaî ve siyasî tercihlerinde müessir olan kişi olarak tarif eder (Ülgener, 1983:66-67).
Erol Güngör'e göre ise aydın, gördüğü şeyler arasında sebep-netice münasebeti kurabilen, halkın dar ve sığ dünyasının ötesine geçip değişmez hakikatleri bilmeye ve anlamaya çalışan, zihin ve ahlâk disiplinine ermiş, sosyal mesuliyet sahibi, menfaat ilişkilerinin dışına çıkarak düşünebilen ve bütün bu özellikleriyle, şuursuzca hareket eden gözü kapalı kalabalıklardan ayrılan kimsedir ve daima ihtiyatlı ve tenkitçi bir tavra sahiptir (Güngör, 1993:254,255,373,374). Kısaca özetleyecek olursak, "zengin bir bilgi birikimine sahip, düşünce üreten, sorgulayan, değerlendirme yapan insan", bütün bu tariflerin özünü teşkil eder (Balcı, 2002:28).
Tanzimat devrine kadar Osmanlı aydınları
Münevver-aydın kelimesinin ortaya çıkışından önce, Osmanlı devrinde entelektüel kelimesi yerine, âlim, allâme, ulema, hoca, molla, softa, mütefekkir, mütebahhir, kalem efendisi, kalem erbabı, okumuş adam, efendi, güzide, şeyh, derviş, hakîm, ârif, edib, bilge gibi kelime ve tamlamalar kullanılmıştır.
Osmanlı devrinde entelektüeli karşılayan bütün bu kelime ve tamlamalarla ifade edilen aydınlar, ilmiye, kalemiye, seyfiye ve dervişân denilen dört guruba ayrılırlar. Âlim, allâme, ulema, hoca, molla, softa, mütebahhir gibi isimlerle anılan ilmiye sınıfı, düzenli eğitim kurumları olan medreselerde yetişen, ilim sahibi, ilim üreten ve bu ilim sayesinde maddî ve manevî bir otoriteye sahip olan kuvvetli ve müessir bir sınıftır. Bu sınıf otoritesini, hem ilmî birikiminden hem de "peygamberlerin vârisleri" olma sıfatından alır. Onlar bu sıfatlarıyla sosyal, siyasî ve ekonomik hâdiseleri kontrol ve yönlendirme gücüne sahiptir. İlmiye, aslında iktidarın bir ortağı olarak sultanın ve devletin hizmetindedir. Fakat maddî kaynaklarının büyük ölçüde vakıflara ve halka dayanması, onlara iktidar karşısında nisbî bir bağımsızlık ve güç sağlar (Bagader, 1991:IX). İlmiye bu gücü ve bağımsızlığı sayesinde, hem sultanın ve üst kademe devlet yöneticilerinin, hem de toplumun, İslâmî ölçüler içerisinde kalmasını temin eder (Dereli, 1974:251). Bu sınıf kendini, yüzyıllarca, yöneticilere ve halka "doğru yolu" gösteren bir nâsih olarak görür.
Kalemiye sınıfı, genellikle enderun denilen ve yüksek derecede eğitim verilen saray mektebinde ve daha sonra da kalemlerde yetişen bürokratların meydana getirdiği bir sınıftır. Bu sınıf, ilmiyeye göre daha seküler bir eğitim alan, fakat daha az bağımsız, daha çok devletin kontrolünde olan bir aydınlar grubu olarak dikkat çeker.
Seyfiye sınıfı, Osmanlı devletinde askeri bürokrasiye verilen isimdir. Bu sınıf, devletin vurucu gücünü meydana getiren, iç ve dış güvenliği sağlayan ordunun üst kademede yönetici kadrolarından oluşur. O da ilmiye ve kalemiye gibi, önemli bir güç odağını meydana getirir. Bu sınıf, zaman zaman, ama özellikle 17. yüzyıldan itibaren hem sultanı, hem de ilmiye ve kalemiye sınıfını tehdit eden bir özellik taşır.
Değişik bir açıdan baktığımızda, bir mânâda Osmanlı entelektüelleri arasında sayılabilecek, şeyh, mürid, derviş, efendi, hakîm, ârif gibi kelimelerle anılan ve birçok özellikleriyle ilmiye, kalemiye ve seyfiye sınıflarından ayrılan bir de dervişân zümresi vardır. Bu zümre, ilmiye, kalemiye ve seyfiyeye nazaran, daha az düzenli eğitim görmüş, daha çok tekke ve zaviyelerde, hâl ehli büyük simaların yanında yetişmiş, "ilmi az, görgüsü çok", irfan sahibi kimselerden oluşur. Şüphesiz ki bu zümre, ilmiye, kalemiye ve seyfiyeye göre, devlete karşı çok daha bağımsız, geniş halk kitleleriyle iç içe ve onlar üzerinde çok daha tesirlidir. Onlar, daha çok saray ve çevresi, ilmiye, kalemiye ve seyfiyenin temsil ettiği üst sınıflarla, genellikle çiftçilik, esnaf ve sanatkârlıkla uğraşan geniş halk kitlelerinin temsil ettiği alt sınıflar arasında, bir orta sınıf, bir ârif ve kâmil insanlar zümresi teşkil eder.
Tanzimat ve Meşrutiyet devri aydınları
17. yüzyıldan itibaren, Osmanlı Devleti'nin sosyo-ekonomik yapısı zayıflar, bundan vakıflar ve ona bağlı eğitim kurumları olan medreseler de ciddi bir şekilde etkilenir. Medreseler ilim yuvaları olmaktan çıkar, pozitif bilimlerden uzaklaşır. 18. yüzyılın sonlarından itibaren ise, Batı tarzı, seküler eğitim veren modern eğitim kurumlarının hızlı bir şekilde gelişmesi ve medreselere alternatif bir hâle gelmesi, 2. Mahmut'un 1826'da vakıf gelirlerini merkezileştirerek denetim altına alması (Lewis, 1996:95), ilmiye sınıfını maddî ve manevî bir çöküntüye uğratır, devlet desteğini de yavaş yavaş kaybeder ve hızla bürokrasi dışına itilir.
Aynı şey, kalemiye ve seyfiyenin de başına gelir. Tanzimat'tan sonra hızla yaygınlaşan Harbiye, Tıbbiye, Mülkiye, Mühendishane gibi modern eğitim kurumlarından mezun olan ve büyük ölçüde pozivitizm, Darwinizm ve biyolojik materyalizmin tesiri altında kalan (Tekeli-İlkin, 1993:167-168) Tanzimat aydınları, geleneğe bağlı eğitim almış ve daha çok usta-çırak münasebetine dayalı bir şekilde, klâsik bir anlayışla yetişmiş, kalemiye ve seyfiye sınıflarını da, yavaş yavaş fakat çok müessir bir şekilde tasfiye eder.
Bu yıllarda dervişân zümresi ise, tekke ve zaviyelerin eski dinamizmini yitirip bozulması üzerine, hem toplum üzerindeki hem de devlet yanındaki itibarını kaybetmiş, güçlü bir entelektüel grup olmaktan çıkmıştır.
Ziya Paşa, Ali Suavi, Namık Kemal, Ahmet Mithat Efendi, Mizancı Murat ve Ahmet Cevdet Paşa gibi Tanzimat aydınlarının, gelenekle-modernite arasında bir uzlaşma arayış ve teklifleri, modern eğitim kurumlarındaki katı pozitivist, Darwinist ve materyalist eğitimle yetişen Jön Türk aydınları tarafından ciddiye alınmamıştır.
2. Meşrutiyet'ten (1908) sonra, sadece "terakki" ve "medeniyete" inanan, gelenekle bütün bağların koparılması gerektiğini savunan, Jön Türkler iktidara gelir. Bu genç ve tecrübesiz, üstelik geniş halk kitleleriyle hiçbir organik bağ kuramayan ve jakoben bir tavır sergileyen 2. Meşrutiyet aydınları, sınırları, Arnavutluk'tan Basra körfezine, Trablusgarp'tan Kafkaslara kadar uzanan koskoca bir imparatorluğu, on yıl gibi çok kısa bir süre içinde, inanılmaz bir şekilde tarih sahnesinden çekilmek zorunda bırakırlar.
Cumhuriyet devri aydınları
1918 Mondros Mütarekesi'nden sonra, İç Anadolu bozkırlarına mahkûm edilip yok edilmek istenen bir millet, 1919-1923 yılları arasında verdiği destanî bir mücadeleyle, imparatorluğun enkazı içinden Türkiye Cumhuriyeti'ni çıkarır.
Bu arada, art arda birbirini takip eden 1911-1912 Trablusgarp Savaşı, 1912-1913 Balkan Savaşı, 1914-1918 1. Dünya Savaşı, 1919-1923 Kurtuluş Savaşı yılları, zaten hiçbiri, derin bir teori, siyasî formül veya zihinleri devamlı olarak uğraştırmış bir ideolojiye sahip olmayan (Mardin, 1989:24), bu yüzden uzun yıllar fikirsizlik içinde bocalayan (Mardin, 1989:30) Jön Türk "aydınların" sayısını da iyiden iyiye azaltır. İşte Türkiye Cumhuriyeti, bu sayıları iyiden iyiye azalmış, Auguste Comte'un pozitivist öğretisiyle yetişmiş asker-sivil Osmanlı bürokratlarınca kurulur (Belge, 1993:126, Balcı, 2002:47).
Sayıları son derece sınırlı bürokrat aydınlar, bu devirde tek müessir güç olarak karşımıza çıkarlar (Belge, 1993:126). Ülkeye, Auguste Comte pozitivizminin merkezci, otoriter, devletçi anlayışını hâkim kılarlar (Özbilgen, 1994:114-115). Bu devirde, medreselerin, tekke ve zaviyelerin kapatılması, zaten devlet üzerinde tesiri iyice azalmış, ilmiye sınıfının ve dervişân zümresinin yetişme kaynaklarını da kurutur. Mevcut az sayıdaki ulema ve dervişân, evine kapanır veya kapanmak zorunda kalır ve birkaç istisna dışında susar, konuşamaz ve yazamaz. Üst üste yaşanan değişim ve dönüşümlerle, üniversite, bürokrasi, basın ve cemiyette müessir olabilecek bütün muhalif sesler, susturulur. Tamamen seküler bir eğitim alan, pozitivist zihniyete sahip ve bilimin "tek yol gösterici " olduğuna inanan "aydınlar" yetişir. Bu anlayış ve yaklaşım, devletin resmî politikası haline gelir.
Bu pozitivist, Darwinist ve materyalist aydınların en önemli özelliği ve zaafı, hemen hepsinin devlet memuru olmalarıdır. Devletin memuru olan ve devletin denetimini daima ense köklerinde hisseden bu memurlar sınıfı, kısa sürede devletle iç içe geçip, onunla bütünleşir. Bunun sonucu olarak da, dünyanın her yerinde, peşin hükümlerden uzak, biraz muhalif, devletin halka karşı uygulamalarını denetleyen, yanlışları sorgulayan, eleştiren, haksızlıklar karşısında vicdanının sesini dinleyen bir sınıf olarak bilinen aydınlar, Türkiye'de bu özelliklerini kaybedip, bağımsızlığını yitirir. "Halka rağmen halk için" prensibini kendisine şiar edinip, halka tepeden bakan jakoben bir anlayışın temsilciliğine soyunur.
Cumhuriyet aydınlarının bu hususiyeti, büyük ekseriyetle 1950'de çok partili hayata geçilinceye kadar devam eder. 1950'den sonra tabandan gelen baskılarla, içtimaî, siyasî, iktisadî ve kültürel çevre değişir. O zamana kadar dış dünyaya kapalı Türkiye'nin, dışa açılmasıyla, ekonomide ve her sahadaki devlet tekeli, yavaş yavaş kırılır. Sanayileşme ile birlikte köyden şehre göç başlar. Ziraatın modern vasıta ve âletlerle yapılmaya başlanmasıyla üretim artar, çiftçinin ekonomik durumu düzelmeye başlar. Bu sosyal ve ekonomik değişme, eğitimin bütün Anadolu'da yaygınlaşması sürecini başlatır.
Bu süreç, tek parti zihniyetine sahip, halkçı olma iddiasına rağmen halktan uzak, jakoben, pozitivist aydınların, "ülkenin tek okumuş zümresi" olma imtiyazını elinden alır. Türkiye tarihinde yeniden, kökü halka dayalı bir aydınlar zümresi yetişmeye başlar (Kaplan, 1987:445). Bu değişim, vesayetçi pozitivist-jakoben aydınların yıllar süren saltanatını sarsar. Bu yüzden, bu vesayetçi bürokrat aydınlar, defalarca demokratik hayata müdahale eder. Eski imtiyazlı durumlarını devam ettirecek, içtimaî, siyasî, ekonomik, hukukî ve idarî tedbirler alır. Fakat bir defa sular, mecrasında akmaya başlamıştır ve gürül gürül akan bu suları, geriye çevirmek mümkün değildir.
Nihayet 1980'li yıllarda Özal, bu mecrasında akan suların yataklarını, bir daha geri döndürülemeyecek şekilde yeniden açar ve genişletir. Türkiye, içtimaî, siyasî, ekonomik, hukukî ve idarî olarak üst üste reformlar yaparak, dünyaya açılır. Sayıları hızla artan, orta ve yüksek öğretim kurumlarından, kökü halka dayalı gerçek bir aydın nesil, bir "altın nesil" yetişmeye başlar. Bu aydın ve altın neslin yetişmeye başlaması ve her geçen gün sayılarının artmasıyla birlikte, 1683 Viyana bozgunuyla başlayan, küçülme, ufalma, bölünme, bölgesinde ve dünyada gittikçe inisiyatif kaybetme süreci de kapanır. Bir yeniden büyüme, toparlanma, birleşme, bütünleşme, bölgesinde ve dünyada gittikçe söz sahibi olma ve aydınlık ufuklara doğru koşma süreci başlar... Türkiye, işte bugün, bu süreci yaşamaktadır...
Faydalanılan Kaynaklar
- BAGADER, Ebubekir, Modern Çağda Ulema, İstanbul, 1991.
- BALCI, Yunus, Türk Romanında Aydın Problemi (1908- 1950), Ankara, 2002.
- BELGE, Murat, "Tarihi Gelişme Süreci İçinde Aydınlar", Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt:1, İstanbul, 1993.
- DERELİ, Toker, Aydınlar, Sendika Hareketi ve Endüstriyel İlişkiler Sistemi, İstanbul, 1994
- GÜNGÖR, Erol, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, İstanbul, 1993.
- KAPLAN, Mehmet, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar II, İstanbul, 1987.
- KILIÇBAY, Mehmet Ali, "Osmanlı Aydını", Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt:1, İstanbul, 1983.
- KILIÇBAY, Mehmet Ali, "Türk Aydınının Dünyasını Anlamak", Türk Aydını ve Kimlik Sorunu (hzl. Sabahattin Şen), İstanbul, 1995.
- LEWİS, Bernard, Modern Türkiye'nin Doğuşu, Ankara, 1996.
- MARDİN, Şerif, "Aydınlar Konusunda Ülgener ve Bir İzah Denemesi", Toplum ve Bilim, Sayı:24, 1984 kış.
- MARDİN, Şerif, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, İstanbul, 1989.
- ÖZBİLGEN, Erol, Pozitivizmin Kıskacında Türkiye, İstanbul, 1994.
- TEKELİ, İlhan - İLKİN, Selim, Osmanlı İmparatorluğunda Eğitim ve Bilgi Üretim Sisteminin Oluşumu ve Dönüşümü, Ankara, 1993.
- ÜLGENER, Sabri F. Zihniyet Aydınlar ve İzmler, Ankara, 1983.
Osmanlılarda İstimâlet(gönül alma) Ahlâkı
Kendilerini Allah'ın yeryüzündeki gölgesi (zıllullâhi fi'l-arz) olarak gören Osmanlı sultanları, Kur'ân'ın ve Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) emir ve yasakları doğrultusunda hareket etmeyi kendilerine şiar edinmişler; fetihlerini "emr-i bi'l-ma'ruf nehy-i an'il-münker" düsturu çerçevesinde gerçekleştirmişlerdir. Bu bakımdan fethedilmiş/fethedilecek topraklardaki yaşayan gayrimüslimlere karşı izlenecek tutum bu anlayış çerçevesinde belirlenmiştir.
Selçuklu Devleti, Anadolu'da bir yandan Türk nüfusunun artmasına, iktisaden, fikren ve siyaseten kuvvetlenerek hâkim unsur olmasına çalışırken, öte yandan Bizans hâkimiyetinde iken sürekli savaşlar, sivil-askeri ayaklanmalar ve ağır vergiler yüzünden perişan olan yerli halkın da huzur ve istikrara kavuşmasına imkân sağlıyordu. Bu bakımdan Osmanlı'nın hareket tarzında önemli bir yeri olan istimâlet (gönül alma) ahlâkını Selçuklu kültür ve medeniyetinde aramak lâzımdır.
Süleyman Şah'ın tesis ettiği siyaset sayesinde, Bizans İmparatorluğu'nun bir devlet politikası hâline getirdiği cebrî Ortodokslaştırma ve Rumlaştırma uygulamalarından memnun olmayan, baskı ve takibe maruz kalan, farklı inanç ve kültürlere sahip Ermeniler, Süryaniler ve diğer cemaatler Selçuklulara yakınlaşmışlar ve fütuhatın kolay gerçekleşmesine yardımcı olmuşlardır. Kendi dinî inanç ve kanaatlerinde dinlerinin gereklerini uygulamada tam bir serbestliğe kavuşturulan Hristiyan ahâli, can, mal ve namus, kısacası emniyet vergisi olarak tarif edilebilecek cizye vergisini ödemek şartıyla kendi toprakları ellerinden alınmadan barış ve huzur içinde yaşamaya başlamıştır. Rumlar İstanbul Patriği ile münasebetlerini sürdürüyor ve Patrikhanenin dinî kontrolü altında bulunuyorlardı. Kilise teşkilâtı olduğu gibi korunuyordu.
Türklerin Anadolu'ya getirdikleri en mühim yeniliklerden birisi, farklı inançlara karşı müsamahadır. Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan 'dinde zorlama yoktur' hükmünün bunda payı oldukça büyüktür. Anadolu'da fetihler sonrasında, bu ölçülere göre şekillenen Türk şehirlerinde, camilerin yanında kilise ve sinagoglara rastlamak mümkündü.
Türklerin Anadolu'ya girdikleri tarihten Millî Mücadele'nin sonuna kadar, Türklerin yanında ayrı mahalleler hâlinde yaşayagelen Ermeni ve Rumlar, atalarımızın hoşgörülü hukuk ve din anlayışlarının neticesi olarak dinî ve millî yapılarını muhafaza etmişlerdir. Askere alınmayan, yalnızca vergi bakımından farklı muameleye tâbi olan Rum ve Ermeniler umumiyetle ticaret yaparak yaşarlardı.
13. yüzyıl başlarında (1207) Türkler üzerine düzenlenen bir seferin yön değiştirerek İstanbul işgaline dönüşmesiyle burada bir Lâtin Devleti kuran Katolikler, İstanbul başta olmak üzere pek çok Bizans toprağını yağmalamıştır. 13. yüzyıldan itibaren Papalığın her fırsatta Roma-Katolik inancını ve ruhanî üstünlüğünü Bizanslılara empoze etmeye çalışmasına karşılık İstanbul Kilisesi'nin (Ortodoks Patrikliği) direnişi Bizanslılar arasındaki Lâtin düşmanlığını körüklerken, Türklere olan teveccühü artırmıştır. Bu sebeple ağır vergilerle ezilen Rum toplumunun Türk fetihleri neticesinde Müslümanlarla birlikte yaşamaya çabuk alışmasına şaşırmamak gerekir.
Bizans'ın son günlerinde, Lukas Notaras'ın ağzından dökülen ve o günlerin genel hâlet-i rûhîyesine tercüman olan "İstanbul'da Lâtin külahını görmektense Sultanın sarığını görmeyi tercih ederim" sözü yaşanılan bir vâkıânın ilânından ibarettir. Zîrâ bu tercihi Anadolu'daki Bizans halkı yüzyıllar öncesinde yapmıştı. Çünkü Selçuklu ve Osmanlı hâkimiyet ve adaleti altında inanç ve kültürlerini yaşayarak varlıklarını devam ettirme fırsatı ve imkânı kendilerine veriliyordu. İslâm; itaat etmek ve cizye ödemek koşullarıyla, Hristiyan ve Yahudilerin mal ve can güvenliğini sağlıyor, dinlerini hür bir şekilde yaşama imkânı tanıyordu.
Diğer yandan, Selçuklular zamanında Anadolu'da Bizanslı halkın tecrübe ettiği bu beraberliğin 14. ve 15. yüzyıllarda Bizanslıların Osmanlı yönetimini tercihlerinde belirleyici rol oynadığı muhakkaktır. Öyle ki Hristiyan teb'aya tanınan hürriyet, Selçuklu ülkesini ziyaret eden kimi Müslüman seyyahları ve fikir adamlarını oldukça şaşırtmıştır. Muhyiddin İbn-i Arabî 1212'de Sultan İzzeddin Keykavus'a yazdığı mektupta, ülkede Müslümanların sayıca daha fazla olması gerektiğini, zımmî statüsündeki Hristiyanlara fazlasıyla hoşgörülü davranıldığını, onların kendi inançlarını sergileyip eğitim ve öğretimini yaptıklarını şikâyetçi bir dille anlatmaktaydı.
Osmanlılar da devletlerini, Müslüman Anadolu ile Hristiyan Balkanları kendi yönetimleri altında birleştirerek kurdular. Her ne kadar gazanın sürekliliği devletin temel prensibi idiyse de, Osmanlılar Ortodoks kilisesi ve milyonlarca Ortodoks Hristiyan'ın koruyucusu olmuştur.
14. yüzyılda yaşamış büyük seyyah İbn-i Battuta, Anadolu'ya da uğramış ve buradaki Rum halkı hakkında önemli bilgiler vermiştir. Anadolu'nun vaktiyle eski Rum ve Yunanlıların elinde olduğunu, daha sonra Müslümanların (Türkmenlerin) bu toprakları adım adım fethettiklerini, ancak burada halen Müslüman Türkmenlerin idaresi altında yaşayan bir hayli Hristiyan olduğunu belirten İbn-i Battuta, ilk olarak geldiği Alanya ve Antalya'da karşılaştığı manzarayı şu şekilde ifade etmiştir:
"Buradan Antalya'ya doğru yola çıktım. Bu şehir, yüzölçümünün genişliği, nüfusunun çokluğu ve plânının muntazamlığı itibariyle bölgenin en önde gelen şehirlerindendir. Her fırka diğer fırkalardan tamamen ayrıdır. Hristiyan tüccarları Mina adıyla bilinen mahallede oturmaktadırlar. Mahallenin etrafı surla çevrilmiş olup, geceleri ve Cuma vakti kapıları kapanır. Şehrin eski sakinleri olan Rumlar, diğerlerinden ayrı olarak başka bir mahallede otururlar. Bunların mahallesi de bir sur ile çevrilmiştir. Aynı şekilde Yahudilerin de sur içinde ayrı bir mahallesi bulunur. Şehrin hâkimi, ailesi ve devlet ricali de şehrin öteki mahallelerinden ayrı olarak etrafı surlarla çevrilmiş bir kalede oturmaktadırlar. Müslümanlar ise asıl şehirde ikamet ederler." (s.202) İbn-i Battuta, Ladik'de bulunduğu sırada, burada zımmî Rumların oldukça fazla olduğunu, bu yüzden sanat ehlinin büyük nispette Rum kadınlarından oluştuğunu belirtir. Rumların, Müslüman Türk sultanına cizye verdiğini, Rum erkeklerinin kırmızı veya beyaz külâh, kadınların ise başlarına iri bir başlık sardıklarını belirtir. (s.208)
Osmanlı padişahlarının daha Osman Bey'den itibaren gayrimüslim halka karşı tavırları önemlidir. İlk dönem Osmanlı tarihlerinde, Osman Bey'in merhametli ve âdil bir hükümdar olduğu anlatılır. O, Hristiyanları korur, Subaşılarına halkı din ayrımı yapmadan kollamaları yönünde emirler verirdi. Kadılar tarafından korunan adaletin yanı sıra Hristiyan rahipler tarafından yürütülen yargılar da hoş görülürdü. Pazar vergileri hiçbir yerde, onun her soydan tüccarın kesin güvenliğini sağlayan bölgesinde olduğu kadar düşük değildi. Her ne kadar bazı fetih hareketlerinde bulunsa da Osman Gazi, Hristiyan halkın can ve mal güvenliğini sağlamakla kendini sorumlu tutmuştu. Âşıkpaşaoğlu ve Neşri gibi ilk dönem Osmanlı kroniklerinde geçen Osman Gazi'nin bu siyasetine delil teşkil edecek pek çok bilgi vardır. Aşıkpaşazâde Tarihi'nde şu bilgiler yer almaktadır:
"Bir gün Bilecik'ten Rum pazarcılar gelmişler. Germiyan'dan dahi gelmişler. Bu Bilecik'te Rumlar iyi bardak yaparlar. Pazara yük ile satmaya getirmişler. Germiyanlının birisi bir bardak almış. Hiçbir şey vermemiş. Bu Rum durumu Osman Gazi'ye şikâyet etmiş. Osman Gazi de o kişiyi getirmiş, mağdurun hakkını alıvermiş. Gayet iyi yasak etmiş ki, asla Bilecik Rumlarını incitmeyeler. İş o dereceye vardı ki, Bilecik Rumlarının kadınları dahi gelirler Eskişehir'in pazarında alışveriş edip emniyet ve selâmetle giderlerdi. Bu Bilecik'in Rumları dahi gayet güvenmişlerdi ki, 'Bu Türk bizimle iyi doğruluk eder.' derlerdi." (s.16)
Osman Gazi'nin bu hürmetkâr tutumları karşısında çevresindeki gazilerin, "... Bu Bilecik Rumlarının senin yanında hürmeti var, nedendir?" şeklindeki sorusuna Osman Gazi: "... Komşularımızdır. Biz buraya garip olarak geldiğimiz zaman onlar bizi hoş tuttular. Şimdi bize dahi gerektir ki bunlara hürmet edelim." şeklinde karşılık vermiştir.
Orhan Bey döneminde de bu şefkatli ve adaletli muamele devam etmiştir. Bursa'nın teslim olması bir bakıma Rum halkın, Osmanlı padişahının bu sıfatına olan güvenlerinden kaynaklanmıştır. Nitekim Bursa Kalesi'nin metanetine, nüfusunun ve muhafızlarının fazlalığına rağmen, birçok köylü, Bursa'ya sığınmaktansa Orhan Bey'e tâbi olmayı tercih ediyor ve onun himayesinden faydalanıyorlardı.
İznik'in fethi de Bursa ve İzmit'te olduğu gibi hisar halkının muhasaraya fazlaca direnmeyerek kaleyi teslim etmeleri sonucu vuku bulmuştu. Osmanlı'nın âdil idaresi sebebiyle İznik çevresindeki köylerde yaşayan Hristiyanların İznik halkına Osmanlı hakimiyetini tavsiye ettikleri görülüyordu. Onlar: "...Bu köylerin ahâlisi, bu sebepten kaleye azık, yiyecek iletmezlerdi. Hattâ gelirler ve kale halkına 'Ey zavallılar, gelin Türklere itaat edin, açlıktan kurtulun, emniyet ve eman içinde olun.'" derlerdi.
Osmanlılar ele geçirdikleri memleketlerde adalet üzere hareket ettiler. "Hristiyan ahâlinin pek çoğu yerlerinde kaldı. Durumları, eski durumlarından daha iyi oldu. Buradaki Rumların rahatlığını işiten başka yerlerden de insanlar gelmeye başladı. Orhan Gazi Kocaeli yarımadasını da aldı; yerli halkı yerinde bıraktı ve emniyet içinde yaşamalarını sağladı. Osmanlılar buradan çok mal ve ganimet elde ettiler; fakat kimseyi esir almadılar. Halkı kendilerine tâbi etmek için böyle yaptılar."
Nitekim ele geçirilen memleketlerin hepsi Orhan Gazi'nin adâletini işitmişti. Alınmayan memleketler dahi onların nasıl davrandıklarını öğrenmişlerdi. Hattâ, Osmanlı uç beylerinin ilk şiddetli ve sert akınlarına maruz kalan veya hakimiyet talebinin reddedilmesi üzerine dârü'l-harp telâkki edilip yoğun akıncı hücumlarına uğrayan bölgelerin dağlara kaçmış, dağılmış olan yerli halkı dahi Osmanlı idaresinin yerleşmesinden sonra oluşan müsait ortamın imkânlarını görerek eski yerlerine geri dönmeyi tercih ediyorlardı. "Öyle ki bütün o memleketlerin halkı derlerdi ki, 'Ne olurdu, eski zamandan bunlar bize beğ olaydılar!'" (Âşıkpaşazâde s. 47) Bu söz Lukas Notaras'ın uzun seneler sonra söylediği sözün mukaddimesidir sanki. Türk hâkimiyetine girmemek için İstanbul'a kaçan birçok Hristiyan köylü, burada ya hürriyetlerini kendi din kardeşlerine gönüllü olarak sattılar veya sokaklarda boş boş dolaşıp dilencilik yaptılar.
Sultan Fatih, İstanbul'u fethinden sonra idarecilerine ve askerlerine şehri yağmalamamalarını ve Hristiyan halka zarar vermemelerini emretmiştir. Fatih Yahudi Hahambaşını ve Ermeni Patriğini İstanbul'a getirmiş, Rum Patrikliğini yeniden ihyâ etmiştir. Bütün Ortodoks unsurların ruhanî lideri yaptığı Rum Patriğine, ayrıca pek çok imtiyaz vermiş, dünya Ortodokslarının ağırlık merkezinin İstanbul'da kalmasına dikkat etmiştir.
Ne yazık ki, söz konusu pek çok imtiyaza rağmen, bazı Osmanlı Ermenileri ve Rumları Osmanlı'ya karşı hareketlerin içerisinde yer almış, özellikle de büyük güçlerin kışkırtmalarıyla, asırlarca huzur ve güven içerisinde yaşadıkları Devlet-i Âliyye'ye ihanet etmekten geri durmamışlardır. Rumlar, megola-idea dedikleri Büyük Yunanistan hülyasını gerçekleştirmek için Yunanistan'ın âdeta hizmetkârları gibi faaliyetlerde bulunmuşlardır. Devletin içine düştüğü durum da bunu kolaylaştırmıştır. Ermeniler ise, özellikle Doğu Anadolu'nun büyük bölümünü içine alan Büyük Ermenistan hayaliyle vahim hâdiselerin içinde yer almışlardır. Bin yılda oluşturdukları millet-i sâdıka özelliklerini bir kalemde silebilmişlerdir.
Bütün bunlar, İslâmiyet ile yeryüzüne gelen, "Allah'ın şerefli bir varlık olarak yarattığı insanı, Yaratıcısı'ndan ötürü aziz tutma" anlayışını asırlarca zirvede temsil eden atalarımızın, istimâlet prensibini de ne kadar saf ve temiz bir gönülle tatbik ettiği hakikatini değiştirememektedir. Osmanoğulları, geçmişte tanışmış oldukları bütün coğrafyalarda, bu yüzden bugün yâd-ı cemille anılmaktadırlar.
Kaynakça
- Gökbilgin, M.Tayyib, Osman I., İA , C. 9, M.E.B. y., İstanbul; Keskin, Mustafa, Gazi Süleyman Şah Ve Türkiye Selçuklu Devleti'nin Kuruluşu, Türkler,C.6.,Yeni Türkiye y., Ankara, 2002, Kafalı, Mustafa, Anadolu'nun Fethi ve Türkleşmesi, Genel Türk Tarihi ,C.4, Yeni Türkiye y., Ankara, 2002; Paul Wittek, Osmanlı İmparatorluğu'nun Doğuşu; Köprülü, Fuad, Osmanlı Devletinin Kuruluşu,TTK, Ankara, 1984; Demirkent, Işın, Haçlı Seferleri ve Türkiye , Türkler, C.6., Yeni Türkiye y., Ankara,2002; Şerif Baştav, Bizans İmparatorluğu Tarihi (Son Devir Osmanlı-Bizans Münasebetleri), s.170, TKAE y., Sayı.A, 25, Ankara, 1989; Daş, Mustafa, Bizans'ın Düşüşü, Yeditepe y., İstanbul , 2006; İnalcık , Halil, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600); Çev. Ruşen Sezer, YKY İstanbul, 2005, İbn-i Battuta, Seyahatname, (İlk Çev. Muhammet Şerif Paşa, 1907), YŞKA, İstanbul, 2004; Aşıkpaşaoğlu, Tarih, Çev. Atsız, Kültür Bakanlığı Devlet Kitapları, Ankara, 1970; Mehmet Neşri, Kitab-ı Cihannüma I. (C.II. 1984), Haz. Mehmet A. Köymen, Kültür ve Turizm Bakanlığı y, Ankara, 1983; Jorga, Nicolae, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Çev. Nilüfer Epçeli, C.1, Yeditepe y, İstanbul, 2005; Şerif Baştav, Osmanlı İmparatorluğu'nun Kuruluşunda Bizans ve Avrupa, Osmanlı, C.I., İstanbul, 1999; F. Emecen, Osmanlı Devleti Tarihi, C.1,Edt. E.İhsanoğlu, IRCICA, Zaman y., 1999.
İhtiyarları Anlamak
Ölümün kendisinden uzak olduğunu düşünen insanoğlu, bir gün kendisinin de yaşlanacağı fikrini kabullenmekte zorlanır. İnsanın gönlünde ebediyet arzusu dâima depreşir durur. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bu duruma "İnsan yaşlandıkça, iki şeyi gençleşir: Uzun yaşama arzusu ve mal sevgisi."1 hadîsiyle işaret eder. İnsanlar umumiyetle "amca, dayı, teyze, dede" gibi hitaplarla karşılaştığında ve çocuklarının büyüdüğünü fark ettiğinde yaşlandığının farkına varır. Saçlarındaki akların arttığını, bedenindeki dinamizmin azaldığını ve belinin bükülmeye başladığını fark eden insanın içinde bulunduğu ruh hâlini şair ne güzel ifade eder:
"Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allah'ım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?"
Gerçekte aciz bir varlık olarak dünyaya gelen insanoğlu, kendisine takdir edilen süre kadar yaşar. Zîrâ her canlıya kader programı çerçevesinde ölümle biten fıtrî bir ömür verilmiştir.
Neden yaşlanıyoruz?
İnsanoğlu yaşlanmayı ve ölümü geciktirme gayreti içinde olmuş; ebedîliğin sırlarını keşfetme adına asırlardır birtakım gayretler içinde bulunmuştur. Gerek yaşlanma sebeplerini ortaya koyma, gerekse yaşlanmayı yavaşlatacak veya durduracak metotları keşfetme düşüncesi, insanoğlunun zihnini hep meşgul etmiştir. Bugün gelinen noktada, ilmî araştırmalar, yaşlanmanın en temelde canlının genetik programında (kromozomlarda) yazılı olduğunu göstermektedir.
Hayatın devamı için, çeşitli sebeplerle hasar gören organ ve dokuların yerine hücrelerin bölünerek çoğalmasıyla yenileri konur. Hücrelerin bölünme sayısına yaratılıştan belli bir sınır konmuştur; bu eşik değerden sonra hücreler, gelişme ve bölünme kabiliyetini kaybeder ve yaşlanma başlar. Metabolik olarak faal olmakla beraber, bölünemeyen yaşlanmış hücrenin kendisi de sonunda ölür. Vücut hücrelerindeki yaşlanma, organizmanın yapıtaşlarındaki yaşlanma olduğundan zamanla bütün bedeni kuşatır ve geri dönüşü olmaz. Yaş ilerledikçe, insan zindeliğini kaybeder, fizikî gücü azalır; duyu organları ve hafızası zayıflar; vücut giderek "Her canlı ölümü her ân tatmaktadır."2 hakikatinin tecellisine hazır hâle gelir.
Gelecekte, ilmî gelişmeler sayesinde doku ve organ nakilleri ile ortalama insan ömründe bir miktar uzama sağlansa bile, insanın genetik yapısında kodlanmış bulunan mekanizmalar ve hücre yaşlanması sebebiyle, "Allah, ihtiyarlık müstesna, mutlaka her hastalık için bir deva yaratmıştır."3 hadîsinin de işaret ettiği gibi, biyolojik yaşlanmanın önüne geçme mümkün olmayacaktır.
Yaşlılık psikolojisi
Hayatın güz mevsimi olan ihtiyarlık, insana, dünyaya hüzünlü bir ruh hâleti ile baktırır, dünyadan ve sevdiklerinden ayrılık vaktinin yaklaştığını hatırlatır. Gençliğini arayıp hayata yeniden başlamayı arzu eden ihtiyar insan, çabucak geçen hayatın kısa oluşuna üzülür ve kendisini bekleyen, nasıl olacağını ve sonrasını bilmediği ölümden endişe eder.
İhtiyar insan, eğer huzur verecek manevî zenginlikler ve bilgi birikiminden mahrumsa, kendisini ifade etmekte ve çevresiyle iletişim kurmakta zorlanabilir. Fikir ve his dünyasında bazı değişiklikler görülür, şuuraltında bastırılmış huyları açığa çıkabilir ve çocuksu davranışlar sergiler. Bu durumda, artık yavaş yavaş kendi iç dünyasına kapanıp hırçınlaşabilir. Zamanla, yeni fikirleri kendisine mal edemeyen, eski fikirlerinde ısrar eden ve fikirlerine karşı çıkıldığında öfkelenen bir kişi hâline gelebilir. Akranlarını ve dostlarını birer-ikişer kaybeden yaşlı, yeni dostlar da edinemediği için, dertleşeceği, hislerini paylaşacağı birilerini bulamaz ve gittikçe toplumdan uzaklaşır.
Hayata ve ölüme iman zaviyesinden bakmayı bilenler için yaşlılık, gençlik uykusundan ihtiyarlık sabahı ile uyanıp kendine gelme vaktidir. Yaşlılık döneminde dünya artık farklı bir pencereden görülür. İhtiyarlık gelip çatmış, kendisini bu dünyaya bağlayan his ve arzuları birer birer koparmaya başlamıştır. Geçmişine ve gidişatına baktığında, çok sevdiği ve daimi zannettiği dünya hayatının süratle bir sona doğru gittiğini, ölümle beraber başka bir âleme sevkiyâtın başladığını görür. Yaşlılığın "Sen bu dünyada dâimî değilsin, bir yolcusun ve bir gün ayrılacaksın. Hem de o gün yaklaşmıştır; hazırlan, artık başka bir diyara gidiyorsun." diye ihtar ettiğini anlar.
Yaşlılıkta ebediyete açılan pencere: Âhiret inancı
Her insan, sağlıklı ve mutlu, uzun bir ömür yaşamayı arzu eder. Bu ise, insanın sahip olduğu maddî-mânevî değerlerin farkına varmasına bağlıdır. Akıllı ve düşünen bir varlık olarak yaratılan insan, bu dünyada belirli bir süre yaşayacağının, kalıcı olmadığının ve bir gün yaşlanıp öleceğinin farkında olduğundan 'Âhiret'e iman' sayesinde geçmiş ve geleceği birlikte değerlendirebilir. Ruhunda ebedilik arzusu taşıyan, ölümü istemeyen ve yaşlılığın getirdiği değişik hisler içinde bocalayan bir insanı ancak Âhiret'e iman teselli edebilir. Kişinin imanı, gönlünde ebede açılan başka bir kandil yakar. Gideceği yere hazırlık içinde, vakarla yüzünü ukbâya çevirmiş kâmil bir ihtiyar için ikinci bir ledünnî güzellik vardır. Maddenin bittiği yerde, mânâ imdadına yetişmiş; cismi solduğunda, ruhun ölümsüz soluğu yaşlı insana yeni can olmuştur.
Âhiret'e iman, ölüm hakikatini Cennet'e açılan bir koridora ve Sevgili'ye kavuşturan bir vuslat törenine dönüştürür. Ölümün, fena ve hiçlik değil, ebedî âleme açılan, insana dâimî bir gençlik ve mutluluk kazandıracak bir kapı olduğunu bildirir. Ebede açılan bir pencere olan Âhiret'e iman hakikati olmazsa, insan bu ayrılık acısından kurtulamaz. Allah'a ve Âhiret'e iman, insana; "Merak etme, ölüm, hiçlik ve yokluk değil, bir tebdil-i mekân, vazifeden terhis, iman eden için ebedî bir âleme ve bir saadet diyarına geçiştir. Korkma, ebedî gençliğin var... Üzülme, ebedî varlık kazanacaksın... Mahzun olma, Sonsuz Kerem sahibi bir Rabbin var... Ebedî gençlik olan, bitmeyen bir saadet ve mutluluk yurduna gideceksin, eski dostlara ve sevdiklerine tekrar kavuşacaksın."4 diyerek karamsarlıkları yok edip insanı teselli eder. Güçsüz ve yardıma muhtaç durumdaki insan, âdeta en bahtiyar bir kimse ve saadet yurduna çağrılmayı bekleyen bir talihli hâline gelir.
İhtiyar insanlar, hayatlarını huzurlu bir şekilde idame ettirebilmeleri için bazı temel prensipleri kendilerine rehber edinmelidir.
Bir işe yaramaz olduğu fikrinden kurtulmak, yaşlıların kendilerini değersiz ve güçsüz hissetmelerine ve hayattan kopmalarına mâni olur. Çünkü artık bir işe yaramadıklarını düşünen yaşlılar, sıkıntılara ve buhranlara girebilirler. O hâlde ihtiyarlar, "İnsan bilsin ki, kendisi için çalışmasından başka bir şey yoktur."5 prensibine sımsıkı sarılmalı, iradesinin hakkını vermelidir. Bu ikaz, insana çalışma azmi, yeni hizmetlere karşı arzu ve iştiyak verir. Çalışma diyarı olan bu dünyada atalete ve tembelliğe yer yoktur. Hareket ve çalışma, var olma şuurunu hissettirir; insana yaşama şevki, ruhanî bir lezzet verir, yüksek bir moral gücü olarak kendisine geri döner. Sürekli faaliyet içinde olan ve çalışan insan, huzur bulur; şikâyetle değil, şükür hissiyle dolar; metafizik gerilimi güçlü, morali yüksek olur. İçtimaî yönden aktif, üretici ve dinamik bir ruha sahip, ideal sahibi bir insanın entelektüel yönü güçlü, zihni aktif ve hisleri canlıdır. Zihnî melekelerdeki ciddî gerilemeler, umumiyetle aklını az kullanan yaşlılarda görülür. Başarabildiği şeylerle meşgul olan, dinî ve içtimaî vazifelerini îfa eden bir ihtiyar, huzurlu ve mutludur. Böylece "çalışarak dinlenme, dinlenirken çalışma" metodu ile dinamik bir hayat tarzı ortaya koyabilir. İnançlı insan, hayatta olduğu müddetçe devamlı faaliyet hâlinde ve gayret içinde bulunur. "Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kullukta bulun." 6 emrini kendine rehber edinir.
Aktif hayat tarzı, yaşlıların vücut sağlığının korunmasında mühim bir yere sahiptir. Düzenli yapılan ibâdetler, fizikî egzersizler ve yürüyüşlerin, vücut kompozisyonu ve kas kuvvetini geliştirdiği; düşmeleri önlediği; kalb hastalığı ve diyabet riskini, eklem ağrılarını ve depresyonu azalttığı, buna bağlı olarak hayat kalitesini arttırdığı bilinmektedir. Stresten uzak yaşamak, dengeli ve sağlıklı beslenmek, spor yapmak, kitap okuyarak zihnî aktivite içinde bulunmak ve ibâdet etmek gibi faaliyetler; ruh ve beden sağlığının muhafazasında, yaşlanmanın tesirlerinin geciktirilmesinde faydalı olabilecek hususlardır.
Huzurlu bir aile ortamında yaşamak, insana iki dünyada da mutluluk kapısını açacak mühim bir anahtardır. Bunun kıymeti yaşlılıkta daha iyi anlaşılır. Çünkü insan yaşlandıkça, evi biraz daha hayatının merkezi hâline gelir, zamanın büyük çoğunluğu evde geçmeye başlar. İnsan, çevresiyle alâkadar, tabiata açık, evlât ve torunlarıyla münasebettar fıtratta yaratıldığından, ancak bütün bunların hayatında yer tutmasıyla huzur bulur. Kişi, çocuklarını bağrına bastığı, torunlarını kucağına aldığı bir yerde huzurlu olur. Kendisine sevgi ve hürmetle nazar eden yakınlarının ve arayıp soranlarının bulunduğu, içinde bir tencerenin kaynadığı bir evde mutlu olur. Bir ihtiyarın yalnız yaşamaktansa, yakınlarının da bulunduğu, iş, güç, okul gibi hayatın tatlı telâşlarının yaşandığı bir aile ortamında bulunması, o insana aşk, şevk ve huzur verir. Aile ortamının sağladığı kaynaşma ve her türlü destek sayesinde yaşlı insan, dinî ve ahlakî değerleri cemiyete öğrettiği, tecrübelerini gençlere aktardığı hürmete lâyık bir mevkie sahip olabilir.
Geçmişe takılıp kalmama prensibine, yaşlılık döneminde daha çok ihtiyaç duyulur. Kaybettiği gençliğe, dinamizme ve güzelliğe takılıp kalan, hayatın gerçeklerini kabul edemeyen, karamsar bir hâlet-i ruhiye içindeki insan, hâdiselere müspet bakamaz. Kendisinden uzaklaşıp gitmiş olan gençlik, güzellik, makam ve şöhret gibi şeylere takılıp kalır. Bir iç itminana ulaşamamışsa, bunları sanki tekrar elde edecekmiş gibi arayıp durur; fakat bir türlü huzur bulamaz. Mutluluk ve huzuru hep geçmişte aradığı takdirde insan, dâima ileriye akan hayat ırmağında karamsarlıklar içinde boğulur. Dünyanın geçici ve fânî yüzünü bilen insan ise, hayatın geçici süsleri ve kısa süreli bir faydalanma mesabesinde olan gençlik, şöhret, makam ve servet gibi hususlara gönlünü bağlamaz ve mutluluğu bunlarda aramaz. İbadet ve dua, Yaratıcı'ya bağlanma ve bir ilticadır; insanın karamsarlıktan, ümitsizlikten ve yalnızlık hissinden kurtulmasına vesile olur. Hayatın zorlukları karşısında yalnız olmadığını, dâima yardımını isteyebileceği, onu gören, gözeten ve her şeye gücü yeten bir Yaratıcı'sı olduğunu hatırlayıp mânevî bir güç kazanır. Bundan dolayı ihtiyarlıkta insan vaktinin çoğunu dua ve ibadete ayırmalıdır.
Hayata müspet bakabilmek, ihtiyarlığın, her şeyin bittiği, ümitsizlik ve korkuların hâkim olduğu bir zaman dilimi olmaması için daha fazla önem taşır. Mesuliyetini müdrik ve hâdiselere müspet bakabilen bir insan, yaşlanınca da topluma faydalı olabileceği hususlar olduğunu unutmamalıdır. Cemiyette yaşlı insanlara da çeşitli vazifeler düşer; onların bilgi ve tecrübelerine ihtiyaç hissedilir. Çünkü cemiyet hayatını ve insanlığın geleceğini alâkadar eden büyük işler, bedenle değil, bilgi ve irfanla yapılır. Tecrübeli, bilgili, kültürlü bir yaşlı, hâdiselere daha geniş zaviyeden bakabilir ve ortaya koyduğu eserleriyle insanlığa ufuk açar.
Cimrilikten uzak durmak, yaşlılıkta daha çok aranan bir fazilettir. Zengin olmalarına rağmen, servet hırsına kapılıp insanlara yardım etmekten imtina eden yaşlılar da vardır. Servetlerine öyle sıkı sarılırlar ki, bu servetin çoğu kez kendilerine bir faydası olmadığı gibi, evlatlarına da olmaz. Böyle bencil ve cimri ihtiyarlar, gerçek mânâda huzurlu ve mutlu olamazlar. İyilik yapmayı seven cömert insanlar, servetlerini başkalarının istifadesine sunup onları mutlu ederken, kendileri de mutlu olur. Cömertlik, insanı hakiki huzura kavuşturan mümtaz bir vasıftır. "Cömert; Allah'a, insanlara, Cennet'e yakın, Cehennem'den uzaktır. Cimri ise bunun aksinedir."7 Kendisinden ziyade milletini ve memleketini düşünen, ufku geniş, cemiyeti ile kaynaşmış hayırsever ve âlicenap ruhlar, dünya ve ukbâda huzura erişirler.
Kültürümüzde ihtiyarlara verilen değer
Kendi inanç ve kültürümüzün şekillendirdiği bir hanede ihtiyar anne ve/veya babanın bulunması, insan için bir fırsattır ve ebedî saadeti kazanmak için bir vesile kabul edilir. Yaşlılarla birlikte yaşamak ve onlara hizmette bulunmakla insan, hayatın geçici olduğunu ve bir gün yaşlanacağını anlar. Muhtaç durumda olan, hürmete ve şefkate lâyık o insanlara merhamet ve tevazu kanatlarını gererek sahip çıkmak ve ihtiyaçlarını karşılamak, Allah katında ebedî saadet ve Cennet kapısını açacak bir anahtar hükmündedir. Her bir evlât için, o muhterem, fedakâr dostlara hâlisâne hürmet ve samîmâne hizmet etmek, rızalarını kazanmak ve kalblerini hoşnut etmek bir vazifedir. Yanında yaşlı anne ve/veya babası bulunan birisi için hayırlı evlât olmanın alâmeti "Ey Rabbim, nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, Sen de onlara öylece merhamet buyur." diye dua etmek, "... Anneye ve babaya güzel muamele edin. Şayet onlardan her ikisi veya birisi yaşlanmış olarak senin yanında bulunursa sakın onlara hizmetten yüksünme, 'öff!' bile deme, onları azarlama, onlara tatlı ve gönül alıcı sözler söyle."8 ilâhî mesajının yüklediği mesuliyeti idrak edip onların rızasını kazanmaya çalışmaktır.
Ebeveynin yaşlılıktaki muhtaç zamanlarında mevcudiyetlerini kendisine yük telâkki edip sabırsızlık gösteren ve anne-babasına hürmette kusur eden evlât "Anne-babası yanında yaşlanıp da Cennet'i kazanamayan kişiye yazıklar olsun!"9 Nebevî tokadını yer; hem dünyasını, hem de Âhiret'ini perişan eder. Her insan, Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) "Aranızda beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa, belâlar üzerinize sel gibi yağardı."10 sözüne kulak vermelidir.
Dipnotlar:
1. [Hadîs; Müslim, Buhari]
2. Âl-i İmrân 185, Enbiyâ 35, Ankebût 57
3. [Hadîs; Ebu Ya'la, İbni Hibban]
4. Lem'alar -sh.233-
5. Necm 39
6. Hicr 99
7. [Hadîs; Tirmizî]
8. İsrâ 23
9. [Hadîs; Müslîm, Birr, 9, 10]
10. [Hadîs; Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ, 3/345; Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 5/432]
************
Dr. Kemal SERÇE
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)