SELAMUN ALEYKÜM

İnşaallah istifadeye medar olur!!!!!!

25 Eylül 2011 Pazar

Hz. Nesîbe (r. anhâ)



Uhud Savaşı sırasında her şey Müslümanların lehine iken düşman bir anlık boşluğu değerlendirerek Müslümanları yenilgiye uğratmıştı. Bu durumda İslâm ordusundan birçok kişi mağlup olmanın telâşıyla cepheyi terk etmeye başlayınca, Resûlullah (sav) de kendisini korumaya çalışan bir avuç sahâbe ile yalnız kalmıştı.

Böyle bir anda elbette ki Efendimiz (sav)’i kanlarının son damlasına kadar koruyacak askerleri vardı. Fakat içlerinden birisi farklıydı. O, Hz. Nesîbe (r.anhâ) idi.



Hz. Nesîbe, o anı şöyle anlatıyor: “Ben, kocam ve iki oğlum Resûlullah Aleyhisselâtü Vesselam’ın önünde çarpışıyor, müşrikleri ondan uzaklaştırmaya çalışıyorduk. Resûlullah, benim yanımda kalkan bulunmadığını gördü. Yanında kalkan bulunan birisine: ‘Ey kalkan sâhibi! Kalkanını çarpışana bırak!’ buyurdu.

Bırakınca onu Allahın Resûlü aldı, ben de ondan alıp kalkanla korundum. Ancak at üzerinde bir adam gelip bana bir kılıç darbesi indirdi. Ben de onun atının ayaklarına kılıçla vurunca, at arkasının üzerine yıkıldı. Peygamberimiz (asm): ‘(Ey Ümmü) Ümâre’nin oğlu! Annene, annene yardım et!’ diyerek oğluma seslendi. Oğlum bana yardım edince, müşriki öldürdüm. Müslümanlar Resûlullah (asm)’ın yanından uzaklaştıkları zaman, İbn Kamia: ‘Bana Muhammed’i gösterin! Eğer o kurtulursa, ben kurtulmam!’ diyordu. Bunun üzerine, ben, sancaktar Mus’ab b. Umeyr ve Resûlullah (asm)’ın yanında sebat eden bazı sahâbeler, Resûlullah (asm)’ın önüne gerildik. İşte o zaman, İbn Kamia kılıçla vurup beni de ağır şekilde yaraladı. Ben de ona kılıçla darbeler indirdim. Fakat Allah düşmanının üzerinde iki kat zırh gömlek bulunuyordu.”


Hz Nesîbe’nin yara aldığını gören Efendimiz (sav) Nesîbe Hâtun’un oğlu Abdullah’a “Annenin yarasını sar! Senin annenin makamı, filan ve filanların makamından hayırlıdır. Senin makamın da filan ve filanların makamından hayırlıdır. Allah sizin ev halkınıza rahmet etsin!” buyurdu. Hz. Nesîbe, Peygamberimiz (asm)’a: “Allah’a duâ et de, Cennette sana komşu olalım” dedi. Peygamberimiz (asm): “Allah’ım! Bunları bana Cennette komşu ve arkadaş et!” diyerek duâ etti. Hz. Nesîbe, bunun üzerine “Bu bana yeter! Artık dünyada ne musîbet gelirse gelsin! Hiç ehemmiyeti yok.” diyerek sevincini açığa vurdu.

Ümmü Umâre künyesi ile tanınan Nesîbe binti Ka’b Medine’liydi. Ömrünü Allah ve Resûlü uğrunda cihatlarla geçirmiş kahraman bir hanımdı. Ne zaman ve nerede vefat ettiği bilinmemekle beraber kabrinin Bâkî kabristanında bulunduğu rivayet edilmektedir. Allah, ondan razı olsun. Rabbimiz bizleri de şefaatine nâil eylesin. Âmîn

Annelik Hakkı


“Peygamber Efendimiz’in (asm) sahâbelerinden olan Hz. Alkâme (ra) çokça namaza düşkün, hayır ve hasenâtı pek sever birisiydi. Tutulduğu ağır bir hastalık kendisini ölümle karşı karşıya getirdi ve Hz.Alkâme son nefeslerini yaşamaya başladı.

İşte o sırada orada bulunan Hz.Ali (ra) ne kadar kelime-i şehâdet getirirse getirsin Alkâme’nin bir türlü dili açılmıyordu. Durumu haber alan Peygamberimiz, Alkâme’nin yaşlı anne babasının olup olmadığını sordu. İhtiyar bir annesinin olduğunu duyunca annesinin oğluna dargın olmasından dolayı Alkâme’nin dilinin açılmadığını söyledi. Hakîkaten de annesine sordu, annesi de oğluna dargın olduğunu söyledi.


Bunun üzerine Peygamberimiz (asm) sahâbelerine, “Gidiniz, odun ve çalı çırpı getiriniz, Alkâme’yi yakacağım!” diyince Alkâme’nin annesi üzüntüsünden ağlamaya başladı.


Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz: “Allah’ın azâbı çok şiddetli ve devamlıdır. Dünya ateşine hiç mi hiç benzemez. Sen eğer evlâdının ateşte yanmasını istemiyorsan, Alkâme’den hoşnut ve râzı olmalısın. Ve annelik hakkını ona helâl etmelisin, tâ ki evlâdın, ciğerpâren Cehennem ateşinde yanmasın. Nefsim kudret elinde olan Rabbime yemin ederim ki... Sen eğer Alkâme’ye hakkını helâl etmezsen ondan hoşnut ve râzı olmazsan, onun namaz ve duâsı hayır ve sadakası onu aslâ azaptan kurtarmaz. İşte bak böyle dili tutulur ve son nefesinde kelime-i şehâdet getiremez!”


Bunları duyan merhametli anne ise şöyle yalvardı: “Ya Resûlâllah! Allah’ı ve seni ve bu etrafındaki mübârek Sahâbe-i Kirâmı şahit tutarım ki ben oğlum Alkâme’den râzı oldum ve ona annelik hakkımı helâl ettim, helâl ettim, helâl ettim! Âhirette oğlumdan dâvâcı olmayacağım” dedi.

Tam bu sırada Peygamberimiz (asm) Hz.Bilâl’i (ra) Alkâme’nin yanına gönderdi. Hz. Bilâl hayretler içerisinde kaldı. Alkâme gürül gürül Kelime-i Şehâdet getiriyordu.”
(Kitab-u’l-Kebâir, Zehebî, s.44)

Misvak: fıtrî diş macunu ve fırçası


Misvak, Babilliler tarafından 7000 yıl önce kullanılıyordu. Eski Yunanlılar, Romalılar, Yahudiler, Mısırlılar misvakı kullanmışlardır. Kimyasal analizi yapıldığında (Salvadora persica) trimethylamine, salvadorine, chlorides, fluoride yanısıra fazla miktarda silica, sulphur, vitamin C, ve daha az miktarda tannins, saponins, flavenoids, ve sterols içerdiği anlaşılmıştır.

Misvak Arak ağacının (Salvadora Persica) kökünden, sapından, dallarından ve kabuğundan hazırlanabilir. Arak ağacından başka ağaçlardan hazırlanan misvaklarında en az modern diş fırçaları kadar diş temizliğinde etkili olduğu gösterilmiştir. Arak ağacı Suudi Arabistan, Sudan, Mısırın güneyi, Çad ve Hindistan’ın doğu bölgelerinde yetişir. Müslümanlar bu Arak ağacını bulamazlarsa diğer ağaçları da aynı amaçla kullanabilirler. Mesela Hindistan’da Nim ağacı, Fas’da ağaç kabuğu şeritleri kullanılmaktadır. Kimyasal analizlerde 19 tane madde saptanmıştır ki bunlar diş sağlığı için faydalıdır.


Misvak fıtrî antiseptiktir. Bakteri öldürme özelliğine sahiptir. Ağızdaki zararlı mikropları ortadan kaldırır. İçindeki ‘tannic acid’ kanamayı durdurma etkisi gösterir, diş etlerini hastalıklardan korur. Yine içindeki ‘aromatic oils’ tükürük salgısını artırır, tükürük salınımının artmış olması diş sağlığı için iyidir. Bu, daha iyi temizlik ve daha az çürük demektir. Antiseptik içerdiği için, misvakın ayrıca temizlenmesine gerek yoktur. Diş fırçasının diş aralarında ulaşamadığı yerlere daha kolay ulaşır. Çünkü ucundaki fırçalar elle tutulan kısım ile paraleldir.

Günde 5 kez misvak kullanılırsa dişlerde plak oluşmasını ve dişeti iltihabını önlemektedir. Misvak kullanıcılarda dişeti kanaması fırça kullananlara göre daha az oranda olmaktadır. Misvak kullanıcılarda diş taşı oluşumu da az olmaktadır.
Misvak içinde ‘chloride’ ve ‘silica’ vardır. Piyasada diş parlatıcılarının içinde % 10 silika vardır. Bu madde dişlerde taş oluşmasını önler. Misvak içinde bulunan ‘thiocyanate (SCN) maddesi diş çürümesine yol açan ‘S. Mutans’ı ortadan kaldırır.

Bir çalışmada; misvak içindeki ‘chloride’in tükrük pH’sını düşürerek ‘nitrit’in mikrop öldürme özelliğini artırdığı anlaşılmıştır. Misvakın mikrop öldürme ve zayıf iltihap önleyici özelliği kök ve dallarındaki ‘beta sitosterol’, ‘SO4²c’ ‘Clc’ maddelerine bağlı olduğu düşünülmektedir. Misvak ‘S. faecalis, P. aeruginosa, Actinomyces ve Staph. Aureus’ gibi önemli mikropları içindeki nitrat ve yüksek klor nedeniyle ortamı asitleştirdiği ve ortadan kaldırdığı düşünülmektedir. Bu çalışma ile dişlerde plak oluşmasının misvak kullanımı ile daha az oranda görüldüğü anlaşılmaktadır. Bu çalışma ile anlaşılmıştır ki; Kikar (Acacia arabica) (Pakistan’dan bir ağaç) ve Arak (Salvadora persica) (Suudi Arabistan misvak ağacı) ‘Streptococcc cus fecalis’ mikrobuna karşı antimikrobial (mikrop öldürücü) özelliğe sahiptir.

Misvak stres’e bağlı gelişen ülserleri önlemede etkilidir. Misvak içeriği verilen hayvanların mide mukozası tekrar normale dönmektedir. Misvak ve benzeri çiğneme çubukları ‘strept mutans’ ve ‘strept faecalis’ mikroplarını ortadan kaldırmaktadır. Misvağın (Arak) ‘Strept faecalis’ adlı mikrop üzerindeki önleyici etkisi çok daha uzun sürmektedir. Misvak çok hızlı bir şekilde mikrop öldürme özelliğine sahiptir. Misvak 48 saat süreyle mantarları öldürme özelliğini korumaktadır. Bu özelliği büyük ihtimalle içindeki ‘chlorine, trimethylamine, alkaloid resin, ve sulphur compounds’ larına bağlıdır.

Böbrek nakli yapılan hastaların ağız bakımlarında misvak üstünlük göstermektedir. Misvak kullanan hastaların ağzında daha az mantar görülmektedir.

Misvak ağacının yapraklarında ve köklerinde Sıtma mikrobunu (Plasmodium falciparum NF54 suşu) ortadan kaldıran maddeler bulunmaktadır. (antiplasmodial activity) S. Persica hayvan deneylerinde 30 gün içinde kolesterol ve LDL’yi düşürmektedir.


Kaynaklar:



1-The Journal of Contemporary Dental Practice, Volume 3, No. 3, August 15, 2002

2-Acta Odontol Scand. 2000 Periodontal status of adult Sudanese habitual users of miswak chewing sticks or toothbrushes.

3-3.Quintessence Int. 1990 The relationship between chewing sticks (Miswak) and periodontal health. 2. Relationship to plaque, gingivitis,pocket depth, and attachment loss.

4-Odontostomatol Trop. 2001The antimicrobial effects of seven different types of Asian chewingsticks.

5-5.Phytomedicine. 1999 Antiulcer activity of Salvadora persica L.: structural modifications

6-6.Indian J Dent Res. 1999 The antimicrobial effects of extracts of Azadirachta indica (Neem)and Salvadora persica (Arak) chewing sticks.

7-7.J Contemp Dent Pract. 2004 The immediate antimicrobial effect of a toothbrush and miswak on cariogenic bacteria: a clinical study.


8-The Journal of Contemporary Dental Practice, Volume 5, No. 1, February 15, 2004

9-Microbios. 1994 Effect of aqueous extract of miswak on the in vitro growth of Candida albicans.

10-Oral Surg Oral Med Oral Pathol Oral Radiol Endod. 2002 Oral fungal colonization and oral candidiasis in renal transplant patients: the relationship to Miswak use

11-J Ethnopharmacol. 2002 Evaluation of selected Sudanese medicinal plants for their in vitro activity against hemoflagellates, selected bacteria, HIVc1cRT and tyrosine kinase inhibitory, and for cytotoxicity.

12-Phytomedicine. 1999 Salvadora persica L.: hypolipidemic activity on experimental hypercholesterolemia in rat.

13-Clin Prev Dent. 1990 Meswak chewing stick versus conventional toothbrush as an oral hygiene aid.

Cennet emeklilik kadar yakın değil mi?



Nice kişiler vardır ki âhiret hayatına, lezzetlerine ve keyiflerine “uzak” diyerek tâlip olmazlar. Fakat aynı insanlar emekliliğe, bir apartman dairesine, bir parça toprak olan arsaya, bir kısım makam ve mevkîlere ömürlerinin sonunda ulaştıkları halde hiç gocunmazlar ve uzak demezler.

Hatta bu uğurda çekmedikleri çile, görmedikleri cefâ kalmaz. Çok büyük yatırımlarla, emeklerle, gayretlerle ve mücadelelerle ömür sermayelerinin tamamını harcayarak gece-gündüz demeden kan-ter içinde uğraşırlar. Bu uğurda âdeta güneşi tanımazlar, çocuklarına doymazlar, uykuya kanmazlar, âileleri ile gurbettekiler gibidirler. İşin çok ilginç yanı bu hedeflerini elde etme garantileri yoktur. Çokları tam “ulaştım” dediği anda “Bütün nefisler ölümü tadacaktır!” gerçeği ile karşılaşmıştır.

Bu kadar gayretle koşuşturmanın ve her şeyi bu uğurda harcamanın neticesi, eğer mümkün olursa beş on sene mutluluk ve çoğu zaman da ayın sonunu zor getiren bir maaştır. Emeklilik ikramiyesi ile eline geçecek olan da (eğer daha önce birikim varsa) orta halli bir araba veya iki gözlü bir apartman dairesidir. Fakat pek kısa bir zaman sonra biriktirdiği her şeyi bırakarak anne, baba, kardeş, hanım ve çocuk dâhil hiçbir dost ve yakının bulunmadığı yalnızlık ve gurbet diyarı olan mezaristana yapayalnız ve hazırlıksız olarak gitmek var!

Hâlbuki “uzak” denilen âhiretin bâkî lezzetleri ve menfaatleri ki her hak edene îman mukâbilinde bu dünya yüzü kadar bağlar ve saraylarla süslü, bâkî, daimî bir tarla ve mülkü kazandırıyor. Bu bâkî menfaatler ise bazen emeklilikten daha yakın, bazen onunla beraber, bazen de kısa zaman sonra elde ediliyor. Peki, bunları kazanmak için ödenmesi gereken fiyat nedir? Yalnız birkaç haramı terk etmek... Zaten helâl dairesi geniş ve keyfe kâfi olduğundan harama girmeye hiç lüzum yok. Her günde beş vakte taksim edilmiş toplam bir saate sığan namazı kılmak, yılın bir ayında yaklaşık 15 gün aç kalmak (Çünkü günün tamamını oruç tutarak geçirmiyoruz) gibi hafif ve az olan farzları yerine getirmekten ibarettir.

Neredeyse Cennet kadar uzak olan emekliliğe, tek bir daireye, arsaya, makam ve mevkîlere (bırakıp terk edileceği bilindiği halde) çok büyük yatırımlarla çok büyük gayretler sarf eden, âhiret hayatına uzak derse, “İnsanın kendi kendine yaptığını dünya toplansa ona yapamaz” sözünü doğrulamaz mı? Bu davranış haklı ve mantıklı bir hareket olur mu?

Bir hadis-i şerifte meâlen şöyle buyrulmuştur: Kabir Cennet bahçelerinden bir bahçe veyahut Cehennem çukurlarından bir çukurdur.

Denizin dibindeki inciler !


Bir kimsenin bizim vâsıtamızla Rabbimizi tanıması bizim için tonlarca altın ve gümüşlere sahip olmaktan daha iyidir. Öyle ise bu manevî hazineden ellerimizi doldurmamız icap eder. Denizin dibinde duran, ister inci olsun isterse taş; farkı yoktur. Denizin dibindeki incileri çıkar ki senin olsun!

Allah’ın dînine hizmet noktasında bizlere düşen, üzerimize terettüp eden vazifeleri bihakkın yapmaya çalışmaktır. Kur’ân ve îman hizmetinde bulunmak en büyük ibâdettir. Öyle ise çalışmalarımıza ibâdet şuuru ve anlayışıyla devam etmemiz icap eder. Bedîüzzaman Hazretleri’nin ifâdesiyle; bizim vazîfemiz, yalnız kendi îmânımızı kurtarmak değil; başkalarının îmanlarını da muhafazaya çalışmaktır. Bu vazife ile mükellefiz. Bu mükellefiyeti, hizmeti her şeyin üstünde tutarak ve de hizmete ciddi devam ile îfâ edebiliriz.

Peygamber Efendimiz (asm)’nin, İslâmiyeti insanlara ulaştırma, bütün insanları îman nûruyla hidâyet yoluna eriştirme noktasında gece-gündüz çalıştığı hepimizin malûmudur. Öyle ki vazife mes’uliyetiyle kendini harap edecek hâle geldiğini Rabbimizden öğreniyoruz: “Ey Resûlüm! Sen (onlar) mü’min kimseler olmayacaklar diye neredeyse kendi nefsini helâk edeceksin. Dilesek onlara gökten bir mucize indiririz de boyunları ona eğilip kalanlar olarak (inanmaya mecbur) olurlar.” (Şuarâ; 3,4)


Rabbimiz, Peygamber Efendimize ihsânı olan dâvâ şuurunu, gayretini, azmini, ciddiyetini, şevkini bizlere de ihsan etsin. Muvaffakiyetimizi artırsın; zira İslâmiyet’e hizmete şevkle çalışmak, bu hizmette muvaffak olmak, istikâmetli düşünmek ve ihlâsla hizmet etmek Rabbimizin en büyük ihsanlarındandır. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri’nin ifâdesiyle; “neşr-i envâr-ı Kur’ân’iyedeki muvaffakiyet, gayret ve şevk bir ikrâm-ı ilâhîdir, belki bir kerâmet-i Kur’âniye, bir inâyet-i Rabbâniyedir.”

İKİ VAZÎFEYİ KARIŞTIRMAYALIM!

Cenâb-ı Hak bazı kimseler için hayır ve iyilik diler, onlar için güzellikler takdir eder. Bazılarını da o güzelliklere bir vesîle, bir aracı kılar. Allah hidâyetini kullarına doğrudan ulaştırabilirdi. Hâlbuki biz kullarını vesîle kılmak suretiyle bizleri de ihsanlara boğuyor. Ne mutlu o kimseye ki kendisine hayır ve iyilikler takdir edilmiştir; yine ne mutlu o kimseye ki hayra ve iyiliğe vesîle oluyor; yani Allah, takdir ettiği hayrı onun vâsıtasıyla karşı tarafa ulaştırıyor.

Vazifenin îfâsında gevşeklik veya tembellik olursa mesuliyet olur. Cenâb-ı Hak muhafaza etsin, bir de gaflet olursa mesuliyet daha da şiddetlenir. Şartlara uygun çalışmadan tevekkül edilmez. “Esbâba tevessül etmeden yapılan tevekkül tembelliktir.” Tarlaya tohum ekmeden ekin biçmek ne mümkün?

Bizler vazifemizi yaptıktan sonra Rabbimiz isterse ve hikmeti iktizâ ederse nasîbi olanlara bu hizmeti kabul ettirir. Vazifemizi yaptıktan sonra, “Niye şöyle oluyor? Niçin böyle olmuyor?” gibi sızlanmalar haddi aşmak olur ki kulluk âdâbına yakışmaz. Sebeplere başvurduktan sonra netîceye kanaatsizlik göstermek hırs olduğu için uygun değildir.

Bizler vazifemizi yapmakla mükellefiz; hidâyet Allah’tandır. Güneşi görünce bazı meyvelerin olgunlaşıp bazılarının çürüdüğü gibi, birçok insan Peygamber Efendimizi görmüş, Müslüman olmuş; bir kısım insanların da Peygamber Efendimizi görünce küfürleri artmıştır. Sahabe-i güzîn efendilerimizle aynı şehirde, onlarla iç içe yaşayıp onların üzerinde İslâmiyet’in güzelliklerini gördükleri halde îman etmemiş bir kısım insanlar olduğu gibi; uzak diyarlardan gelip de Müslüman olma şerefine nail olan nice bahtiyarlar olmuştur. Öyle ise hidâyet noktasında bizim hissemiz sadece vâsıta olmaktır.

İNSANIN OLDUĞU HER YERDE HİZMET VARDIR


Allah’ın dînine hizmet ederken şu iki hususu hiç hatırımızdan çıkarmamalıyız:

1. Hizmet için her ortamı ve durumu değerlendirmek gerekir. İnsanın olduğu her yerde hizmet potansiyeli vardır. Bazen olur ki otobüste kısa bir yolculuk, koca bir şehirde, kalabalık caddelerden daha fazla hizmete vesîle olabilir.

2. Bizlerde hizmet arzusu, isteği, aşkı, şevki olduktan sonra; o nurların aksedeceği mukâbil gönül aynalarını Cenâb-ı Hak denk getirir. Zira kader-i ilâhi her şeyi kuşatmıştır. Madem kader bizleri buluşturuyor; bizler de üzerimize terettüp eden vazifeyi yapmaya çalışmalıyız.

Bir kimsenin bizim vâsıtamızla Rabbimizi tanıması bizim için tonlarca altın ve gümüşlere sahip olmaktan daha iyidir. Öyle ise bu manevî hazineden ellerimizi doldurmamız icap eder. Denizin dibinde duran, ister inci olsun isterse taş; farkı yoktur. Denizin dibindeki incileri çıkar ki senin olsun!

Resûlullah (asm)’ın büyük inkılâbı


Geçen yazımızda Îsâ (as)’ın vazifesini “Gerçeğin Ruhu” diye tarif ettiği, yani bir hakîkî ve sâlih bir Peygambere bıraktığını ifade etmiştik. “Ne var ki O, yani Gerçeğin Ruhu gelince sizi her gerçeğe yöneltecek.” (Yuhanna, 16:13) Burada geçen “Ruh”un peygamberle eşanlamlı kullanıldığını, yine Yuhanna’nın mektubundan (1.mektup/Yuhanna, 4:1) nakletmiştik. Dolayısıyla “Gerçeğin Ruhu”, gerçek peygamber olması gerekir; öyle bir peygamber ki hakîkat onda teşahhus etsin.

Gerçekten de Peygamberimiz (asm) hayatı boyunca öyle şerefli, öyle çalışkan oldu ki o zamanki müşrikler dahi O’nu (asm) Sâdık ve Emîn diye isimlendirdiler, hayatında hiçbir sözünü tutmazlık etmedi. Ahmed Deedat, “Bütün hayatı, irşâdı onun hakîki peygamber olduğunun delîlidir.” diyor.


TAMAM HİDÂYET

Şimdi, başta zikredilen “Amma size daha çok söyleyeceklerim var (12... Sizi her gerçeğe yöneltecek (13)” (Yuhanna 16:12- 13) bu iki kısmı (altı çizilenleri) îzah edeceğiz.


Eğer muhatap Hıristiyan, hâlâ, “Gerçeğin Ruhu, Kutsal Ruh’tur” diyorsa o kimseye sorabiliriz: “ ‘Daha çok’ ve ‘Her gerçeğe’ birden fazla demek değil mi?” Eğer bu suâle tereddütle, duraksayarak cevap verirse, kitabı kapamalıyız; çünkü böylesiyle diyaloga devam etmenin hiçbir mânâsı yok!

Eğer aldığınız cevap tereddütsüz “evet” ise, konuşmaya devam edebiliriz. “Îsâ (as) O gelecek kimsenin (kendinin söylemediği) çok gerçekleri söyleyeceğini ve insanlığı her gerçeğe hidayet edeceğini ihbar etti. Bugün insanlık, çözüm beklediği birçok problemlerle karşı karşıyadır. Bize Îsâ (as)’ın bir takım kelimelerle söylemediği, fakat ısrar ettiğiniz kutsal Ruh’un iki bin yıl içinde yeni teklif ettiği bir problemin çözümünü söyleyin. Birçok yerine, sadece bir tane söyleyin! Kırk yıldır soruyorum, Kutsal Ruh’un ilham ettiği yeni bir gerçeği olan bir tek Hıristiyanla karşılaşmadım.” (Ahmed Deedat)

Hâlbuki söz verilen Müjdeci/Yardımcı “Her gerçeğe yöneltecek!” Yani problemlere çözüm getirecekti! Her bir kilise veya Hıristiyan mezhebi ve ‘Yeniden doğan’ grubu (Amerika’da sayıları 70 milyonu buldu), hepsi de Kutsal Rûh’un kendilerinde olduğunu iddia ediyorlar. Eğer Yuhanna’da geçen bu ihbar Kutsal Rûh’a bakıyorsa, o zaman biz de Kutsal Rûh’un otoritesiyle şu problemlere ne çözümler (en azından birisine) bulmuşlar diye soruyoruz: 1-Alkol, 2-Kumar, 3- Falcılık, 4-Puta tapma, 5-Irkçılık, 6- Kadın nüfusunun fazlalığı ve benzerleri.

Alkol problemi: İstatistiklere göre Güney Afrika’da beyaz azınlık diğer ırklara göre beş kat fazla alkolikmiş. Jimmy Swegart’a (meşhur eski tele-vaiz) göre Amerika’da on bir milyon alkolik ve kırk dört milyon da aşırı içici varmış. İyi bir Müslümanın düşüneceği gibi, ikisi arasc sında fark görmediğini Swegart belirtmiş. Alkolizm, gerçekten dünya çapında bir problemdir. Kutsal Ruh ise herhangi bir kilise vasıtasıyla bu kötülüklerin anasına karşı henüz bir ilanda bulunmadı! Tam aksine, Hıristiyan âlemi tahrif edilmiş Kutsal Kitaplarında verilen üç cümleyle bu alkolizme göz kırpıyorlar: (a) İçkiyi çaresize, şarabı kaygı çekene verin! İçsin ki yoksulluğunu unutsun, artık sefâletini anmasın! (Proverbs, 31: 6-7, Eski Ahit) (b) Yuhanna İncilinin (2:7–11) bölümündc de Îsâ (as)’ın mûcize olarak suyu şaraba dönüştürdüğünü anlatır. Bu iddia edilen ‘mûcizeden’ sonra Hıristiyanlar içinde içki su gibi akmaktadır. (c) Hıristiyanlığı gerçek tesis edici, kendi kendisini 13. havâri ilan eden Aziz Pavlus, yeni mühtc tedisine şöyle tavsiyede bulunur: “Artık sadece su içmekten vazgeç; miden ve sık sık baş gösteren rahatsızlıkların için biraz da şarap iç!” (Timuteyus, 5:23)

Hıristiyanlar bütün muharref Kutsal Kitap cümlelerinin feyiz verici, uyarıcı ve yukarıda verilen zehirleyici içkilerinin “Bilirsin ki: Sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak daimî kaldırabilir. Hâlbuki bak bu zât, büyük ve çok âdetleri; hem inatçı, mutaassıb büyük kavimlerden, zâhirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref’edip yerlerine öyle seceyâ-yı âliyeyi ki, dem ve damarlarına karışmış derecede sâbit olarak vaz’u tesbît eyliyor. Bunun gibi daha pek çok hârika icraatı yapıyor. İşte şu Asr-ı Saadet’i görmeyenlere Cezîret-ü’l-Arab’ı gözlerine sokuyoruz. Haydi, yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar. O zâtın, o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?” (Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri, Zülfikar, 19. Mektup) tavsiyesini –hâşâ- Allah’ın yanılmayan kelâmı olarak kabul ediyorlar. Kutsal Ruh’un (Ghost’un) Kutsal Kitap yazarlarına, böyle tehlikeli tavsiyeleri ilham ettiklerine inanmaktalar. Rahip Dummelow bu bablar için: “Eğer vücudun şarap gibi bir uyarıcıya ihtiyacı varsa, bunun vasat şekilde alınmasının doğru olacağını Kitap bize öğretiyor. ” diyor.

Bu illete tek cevap, ondan tamamen kaçınmaktır! Binlerce Hıristiyan rahiplerin, kilise ayinleri ve vaftiz esnasında, orta yollu yudumladıkları şaraplarla alkolizmin içine düştükleri bilinmektedir. İslâm ise diğer dinler arasında bütün zehirleyici içkileri yasaklayan tek dindir. Efendimiz Hz. Muhammed (asm): “Büyük miktarı sarhoşluk veren şeyin, küçük miktarı da yasaktır!” dedi. Bir ehl-i İslâm için küçük bir yudumun bile istisnası yoktur. Hak Kitap, Kur’ân-ı Hakîm, bu kötülüğü ve onunla beraber kumar ve falcılığı tek âyetle şiddetli kelimelerle yasaklayarak sonuç almıştır:


“Ey îmân edenler! Şarap, kumar, dikc kili taşlar (putlar) ve fal okları ancak şeytanc nın işinden birer pisliktir; öyleyse ondan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” (Kur’ân, 5:90)


Bu âyet indikten sonra, şarap fıçıları Medine sokaklarında bir daha dolmamak üzere boşaltıldı. Bu basit, açık direktif Müslümanları (diğer dînî gruplara kıyasc sen) istatistikî olarak, dünyanın en az alkc kolik cemiyeti yapmıştır.

ABD, İÇKİ YASAĞINA MUVAFFAK OLAMADI

ABD’de 1920 ile 1933 yılları arasında kilise gruplarının, kadın organizasyonlarının, Yeşilay cemiyeti ve meyhane karşıtı derneklerin uzun kampanyaları sonucu, içki ticareti, satışı ve tüketimini yasaklayan kanun çıkartıldı. 13 yıl uygulanan bu kanun toplumdaki içki tüketiminin önünc ne geçemediği gibi, organize suç şebekelc lerine güçlü finansal kaynak oluşturdu. Muvaffakiyetsizliğin halkta oluşturduğu hoşnutsuzluk, 1933 yılında kongrenin kanunu iptalini getirdi. İşte bu yıllarda meşhur mafya lideri Al-Capone ortaya çıktı.

Nasıl oluyor da ‘Gerçeğin Ruhu’ Hz. Muhammed (asm) alkol problemini bir âyetle çözerken, dev Amerika, milletinin beyin gücü ve hükümetinin parasıyla güçlü propaganda vasıtalarının desteği altc tında alkol yasağın başarılı olamadı? Kim Amerika’yı böyle bir kanun çıkarmaya zorladı? Hangi Arap ülkesi güçlü Amerika’ya karşı: “Bak alkolü yasakla, yoksa petrol vermeyiz!” dedi. O zaman petrol, Arapların kontrolünde değildi ki böyle politik bir girişim olabilsin. Amerika’nın aydınları arasında mevcut istatistiklere göre zihnî bir uyanış oldu ve bu zehir yasaklanmalı hükmüne vardılar. Fakat çoğunluğu Hıristiyan olan bu ülkede yine de muvaffak olamadılar. (“Çünkü yasak (kalbe, ruha) yetmiyordu.” H. İ.) Lâkin bu yasağın getireceği değişime, bahsi geçen âyetin gücü yetti, bu gücün kaynağını Thomas Carlyle şöyle açıklar:

“Eğer bir kitap kalpten (gönülden) geliyorsa, o diğer kalplere (gönüllere) ulaşacak yolu bulur. Bütün edebiyat ve yazarlık sanatı buna göre ehemmiyetsiz miktardır. Kur’ân’ın birincil karakteri onun içtenliği onun hakîkî kitap olmasındandır denilebilir.”

“O’nu (asm) peygamber diye çağırdılar, bunu mu söylersin? Neden onlarla yalın olarak yüz yüze durdu? Hiçbir esrarengiz kutsallığa bürünmeyerek (gizlenmedi), açıktan kendi ceketini yamayan, kendi ayakkabısını tamir eden; savaşan, tavsiyede bulunan, onların içinde emirler veren: O’nun (asm) nasıl bir şahıs olduğunu görmüşlerdi. O’nu beğendiğin ne ile çağırırsan çağır! Hiçbir imparatora görkemli tacıyla, bu zât (asm) kadar itaat edilmedi! Yirmi üç yıllık O’nun (asm) şiddetli yargılanmasında, O’nda (asm) gerçek bir kahraman için gerekli şeyleri buldum. (Thomas Carlyle, Kahraman ve Kahraman Tapınmalar, s. 93)

Hacılara velâyetten bir nasip var !



Bir hacı, ne kadar avamdan biri de olsa, manen yüksek mertebelere ulaşmış bir veli gibi umum yeryüzünün azametli Rabb’i olduğunun şuuruna vararak Allah’a yönelir. Çünkü hac davetiyle huzuruna çıktığı Rabbi’nin yalnızca kendi Rabb’i değil, belki dünyanın her tarafından aynı davete icâbet ederek koşup gelen milyonlarca hacıların da Rabb’i olduğunu ve hepsinin o yüce Zât’a kulluk etmeye geldiğini görmekle tam mânâsıyla hisseder.

Hacc-ı şerif, gücü yeten her Müslümanın üzerine farz olan bir ibâdettir. Cenâb-ı Hakk, Âl-i İmran Sûresi 97. âyetinde meâlen: “Yoluna gücü yeten kimse için o evi (Kâbe’yi) haccetmesi insanlar üzerinde Allah’ın bir hakkıdır.” buyurarak haccın Allah katındaki değerini insanların nazarına arz etmektedir. Hac, her hacının hayatında âdeta yeni bir tarih başlangıcı olur ve hacının üzerindeki müspet tesirleri bazen bir ömür boyu devam eder. Haccın, kişinin hem kendi şahsına, hem âlem-i İslâm’a bakan pek çok hayatî faydaları ve hikmetleri vardır. Risâle-i Nûr’un On altıncı Söz’ünde haccın gayet latif ve kıymettar bir nüktesine meâlen şöyle işâret edilmiştir:


Nasıl ki sıradan bir asker husûsî bir bayram gününde padişahın bayramına gider ve lütuflarına mahzar olur. Ve orada gördüğü, pek çok insanların iştiraki ile icra olunan resm-i geçitler, haşmetli merasimler ve pek cömertçe ikramlar, o askerin, sultanın haşmetini daha yakından görmesine ve daha yüksek mertebelerde o haşmeti anlamasına, hissetmesine ve zevk almasına sebep olur.


Aynen onun gibi; bir hacı, ne kadar avamdan biri de olsa, manen yüksek mertebelere ulaşmış bir veli gibi umum yeryüzünün azametli Rabb’i olduğunun şuuruna vararak Allah’a yönelir. Çünkü hac davetiyle huzuruna çıktığı Rabbi’nin yalnızca kendi Rabb’i değil, belki dünyanın her tarafından aynı davete icâbet ederek koşup gelen milyonlarca hacıların da Rabb’i olduğunu ve hepsinin o yüce Zât’a kulluk etmeye geldiğini görmekle tam mânâsıyla hisseder. Ve Kâbe, Mescid-i Haram, Müzdelife, Mina ve bilhassa Arafat gibi mübarek mekânlarda bütün o milyonlarca hacı birlikte tek bir Rabb’e yalvarıp ibâdet etmekte olduğunu görmesiyle kendi kalbiyle husûsî müteveccih olduğu Rabb’inin aslında bütün insanların ve umum kürre-i arzın Rabb’i olduğunu aynen bir velînin anladığı gibi anlamaya ve evliyânın tattıkları manevî hâllerin ve zevklerin benzerlerini tatmaya başlar. Bu şekilde, Cenâb-ı Vâhib-ül Atayâ Hazretleri, her bir mü’min kuluna velâyetin, Allah’a yakın olmanın ve gerçek kulluğun nasıl ulvî bir saadet olduğunu bir nebze tattırmış olur.


Ve o mübarek makamlarda kalbine ve hayaline açılan geniş kulluk daireleri, Allah’ın Kibriya, azamet ve büyüklük mertebeleri ve pek çok tecellîler o hacının ruhunda manevî bir hararet, hayret, dehşet ve heybet altında kalmak gibi pek çok coşkun hissiyatın inkişâfına sebep olur. Bu ulvî hisleri hem teskin edecek ve hem de îlan edecek olan yalnız ‘Allâhü Ekber’ ‘Allâhü Ekber’ kelimeleridir. İşte Hacda pek kesretli ‘Allâhü Ekber’ denilmesinin sırrı da budur.

İşte bu ulvî, kudsî lezzetleri tadan hacılar döndükten sonra; artık Allah’ın sevdiği bir kul olmak, onun rızasını kazanmak ve istikametten ayrılmamak için daha bir şevk ve iştiyakla çaba sarf ederler.