SELAMUN ALEYKÜM

İnşaallah istifadeye medar olur!!!!!!

2 Şubat 2011 Çarşamba

GÜNÜMÜZDE İSLAM TEFEKKÜRÜNÜN TEMSİLCİSİ BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ'NİN FEN VE TEKNİK MESELELERE YAKLAŞIMI


Toplumlarda hakikat arayısları
Đnsanlar yeryüzüne ilk gelislerinden itibaren çevreleriyle yakından alâkalanmıslar, esyanın tâbi olduğu kanunları anlamaya ve
kesfetmeye çalısmıslardır. Bu gayretlerin hedefi maddî âlemin hâkimiyetini elde ederek, hem dünya ve hem de ebedî saadetin yollarını tesbittir.
Bunu yaparken ya tamamen aklın önderliğinde ve felsefenin ısığında gidilmis veya akıl ikinci plâna itilerek, tahrifata uğramıs semavi
kitap ve suhufların prensipleriyle hareket edilmis, ya da; akıl ve Semavi Kitab’ın imtizacıyla tesekkül eden cadde-i kübrada yürünmüstür.
Birinci grup; maddiyunlar, dehriyyunlar ve sofestâînler gibi felsefî ekolleri meyve vermistir. Bu da, fertler arasında; kin, haset,
husumet ve adavet
tohumlarını ekmis, toplumların tabakaları arasında büyük uçurumların tesekkülüne sebep olmus, insanlığa daha dünyada iken
cehennem hayatı yasatmıstır.
Akıl ve mantığın reddedildiği ikinci yol ise; toplumları taassup ve dalâlet vadilerine sürüklemis, fertler arasında adaletsizlik ve
tahakkümü mesru kılmıstır.
Cadde-i kübra olan üçüncü yolda ise, dünyada huzur ve refah, ebedî hayatta da saadet vâadedilmis, bu sahada insanlık, Asr-ı Saadet
gibi bir devir yasamıstır.
Bu düsünce, kanaat ve inançlar etrafında bir araya gelen topluluklar, kendi görüslerinin kabulünü temin için sık sık kuvvete
basvurmaktan çekinmemislerdir. Ama akıl ve mantığın hükmettiği günümüzde, bilhassa fen ve felsefî mes’eleleri kabul ettirmede kuvvetin yerini delil
ve bürhan, iknâ ve izah almıstır.
Fen ve teknikteki ilerlemenin ideolojiye âlet edilmesi
Materyalist felsefe, fen ve teknik sahada kaydedilen ilerlemeyi kendi ideolojisinin esası olan; bir yaratıcının inkârı ve maddenin ezelî
olduğu görüsüne büyük oranda âlet etmistir.
Bu doktrin; canlı ve cansız varlıkların yaratılısını ve günümüze ulasmasını kâinattaki bütün kanunların isleyis tarzını, tamamen tesadüf
ve tabiata vermis, onun eseri olarak mütalaa etmis, insanın da bir tesadüf ürünü olarak ortaya çıktığını ileri sürmüstür.
Asrın idrakine uygun izah tarzı
Bu pragmatik ve materyalist fikir akımları karsısında, Đslâmiyetin de kendine has dünya görüsünü isbatiyeci, yani pozitif bir metodla
takdim edilmesi gerekmistir. Bir bakıma Đslâmiyeti, asrın idrak seviyesine uygun yeni izah tarzlarıyla nazara verme zarureti hâsıl olmustur.
Đste Bediüzzaman Said Nursî de bunu yapmıstır. O, Đslâmın hiç bir meselesinin akla aykırı olmadığını, bilakis Đslâmî her meselenin
aklen isbat ve izahının mümkün olduğunu savunmustur. Nitekim Đslâmiyet ile Hıristiyanlığı karsılastırırken, onların en büyük hatalarını, akla ve delile
ehemmiyet vermeyip ruhbanları taklit etmelerinde görür:
“Nasarayı (Hıristiyanları) ve emsalini dalâlete atan, yalnız aklı azl (red) ve bürhanı (delili) tard ve ruhbanı taklid etmeleridir”.
Akıl ve delile dayanan Đslâmiyet
O, insanın daima yenilesmeye arzulu bir yapıda “meyl-i teceddüd üzerinde”3 olduğunu belirtir ve Đslâmiyetin de buna uygun
bulunduğunu nazara verir:
“Đslâmiyeti daima tecelli ve fikirlerin gelismesi nisbetinde inkisâf ettiren sey onun hakikat üzerine teessüs etmesi, delile dayanması,
akıl ile anlasması, hakikat üzerinde bulunması ve ezelden ebede kadar birbirine bağlı olan hikmetin düsturlarına uygun bulunmasıdır”4.
Bediüzzaman, Müslümanların herseyi akıl ve fikirle tarttığını belirtir:
“Biz Kur’an sakirtleri olan Müslümanlar, bürhana tâbi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Baska dinlerin
bazı efratları gibi, ruhbanları taklit için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fennin hükmettiği istikbâlde, elbette bürhan-ı aklîye (aklî
delillere) istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’an hükmedecek” 5.
O, gelecekte bütün kuvvetin ilimde olacağını anlamıstır:
“Elbette nev-i beser âhir vakitte ulûm ve fünûna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise ilmin eline
geçecektir”6.
Ona göre, istikbâlde kuvvetin yerini hak, safsatanın yerini de alacak olan delildir:
22
“Fennin himmetiyle zaman-ı halde bilcümle, istikbâlde bitemamiha hükümferma kuvvete bedel hak, safsataya bedel bürhan, tab’a
(tabiata) bedel akıl olacaktır”7.
Yine benzer bir ifadede, istikbâlde, silâh ve kılıncın yerine, hak ve hakkaniyetin manevi kılınçlarının geçeceğine isaret eder.
“Evet nasıl ki eski zamanda Đslamiyetin terakkisi, düsmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını defetmek; silâh
ile, kılınç ile olmus. Đstikbâlde silâh, kılınç yerine; hakiki medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin manevi kılınçları, düsmanları mağlup
edip dağıtacak”8.
Bunun gerekçesini de söyle belirtir:
“Medenilere galebe çalmak, ikna iledir, icbar ile değildir”9.
Fikirde orijinallik
Bediüzzaman, fikirlerindeki orijinallik ve takdim tarzıyla, skolastik düsünce bataklığına düsmediğini göstermistir. Bu hususta söyle der:
“Beni, skolastik düsünce bataklığı içine saplanmıs bir medrese hocası zannediyorlar. Ben bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve
felsefesiyle mesgul oldum”10.
Đlimde ihtisaslasmanın zaruretine inanan Bediüzzaman’ın bu görüsünü aksettiren su cümleleri dikkat çekicidir:
“Bir sahıs çok fenlerde meleke sahibi ve mütehassıs olamaz... Umuma el atmak, umumu terk etmek demektir”11.
O, materyalizme ve dinsizliğe âlet edilen ilim ve tekniğin aslında her bir deliliyle vahdaniyeti ortaya koyduğunu belirtir. Mes’elenin
Đslâmî bir perspektifle verilememis olmasının ızdırabını duyar.
Đslâmiyet bütün ilimlerin pederidir
Ona göre terakki; fenlerin yol göstericisi, reisi ve pederi durumunda olan Đslâmiyetin hakkıdır:
“Đslâmiyet, fünunun seyyidi ve mürsidi ve ulûm-u hakikiyenin reisi ve pederidir”12.
Geri kalısın sebebini de yine Đslâmiyetten uzaklasmıs olmada arar:
“Tarih sahittir ki, ehl-i Đslâm, ne vakit dinine tam temessük etmis ise (bağlanmıs ise), o zamana nisbeten terakki etmis. Ne vakit
salabeti terk etmisse, tedenni etmis (geri kalmıs), Hıristiyanlık ise, bilâkistir”13,14.
Ümitsizlik yok
O, bütün hayatında asla ümitsizliğe kapılmamıs, eserlerinde de ye’s ve ümitsizliğe siddetle karsı çıkmıstır:
“Ve ye’s ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki: Dünya, herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır; fakat yalnız biçare ehl-i Đslâm için
tedenni dünyası oldu, diye pek yanlıs bir hataya düsüyorsunuz”15.
Yine benzer bir değerlendirmeyi söyle yapar:
“Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedenni (gerileme) dünyası olsun”16.
Bu zaman seridi içinde devletlerin ve milletlerin bazan alçalıp bazan yükseldiğini, dolayısıyla istikbâlde insanlığa huzur ve barısı
getirecek olan hakiki medeniyete Đslâmiyetin namzet olduğunu belirtir.
“Bakınız zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor (baslangıç ve sonu giderek birbirinden uzaklasmıyor) ki mebde’ (baslangıç)
ve müntehası (sonu) birbirinden uzaklassın. Belki, kürre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi
gösterir; bazan tedenni (çöküs) içinde kıs ve fırtına mevsimi gösterir. Her kıstan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i
beserin (insanlığın) dahi bir sabahı, bir baharı olacak: Đnsaallah...
Hakikat-ı Đslâmiyenin günesi ile sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi, rahmet-i Đlâhiyeden bekleyebilirsiniz...”17.
Terakkinin sırrı
Bediüzzaman, ilerlemenin sırrını; fedakârlıkta, milletin menfaatini, kendi menfaatinden üstün tutmada görür. Ona göre Müslüman bir
fert, bütün himmet ve gayretini, toplumun lehine sarfetmelidir. Çünkü böyle bir âlicenaplığın mükâfatı, sadece dünyada değil, ahirette de karsılıksız
kalmayacaktır. Ama Đslâmiyetin bu güzel hasletlerinin, bizden batılılara geçtiğini söyler, bizim ise onların kötü ahlâklarını aldığımızdan yakınır.
“Bunu da teessüf ve teellüm ile size beyan ediyorum ki; ecnebilerin bir kısmı, nasıl kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar,
onun bedeline çürük bir mal verdiler: Aynen öyle de; yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan ve hayat-ı içtimaiyeye (toplum hayatına)
temas eden seciyelerimizin bir kısmını bizden aldılar, terakkilerine medar ettiler. Ve onun fiatı olarak bize verdikleri, sefihane ahlâk-ı seyyieleridir
(kötü ahlâkları)...
23
Meselâ: Bizden aldıkları seciye-i milliye ile bir adam onlarda der; “Eğer ben ölsem, milletim sağ olsun. Çünkü milletimin içinde bir
hayat-ı bâkıyem
var.” Đste bu kelimeyi bizden almıslar ve terakkiyatlarında en metin esas budur; bizden hırsızlamıslar. Bu kelime ise, din-i haktan ve
iman hakikatlarından çıkar. O bizim ehl-i imanın malıdır. Halbuki: Ecnebilerden içimize giren pis fena seciye itibariyle bir hodgâm (kendi keyfini
düsünen) adam bizde diyor: ‘Ben susuzluktan ölsem, hiç yağmur bir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi
bozulsun.’
Đste bu ahmakane kelime dinsizlikten çıkıyor. Âhireti bilmemekten geliyor. Hariçten içimize girmis zehirliyor”18.
Nasıl bir medeniyet?
O, medeniyetin insanlığa faydalı olan fen ve tekniğin alınmasını siddetle savunur. Besere zararlı olan sefahat ve kötülüklere de o
nisbette karsıdır:
“Biliniz ki, bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve besere menfaatı bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları
değil ki; ahmaklar o seyyiatları; o sefahatları mehasin zannedip; taklit edip, malımızı harap ettiler. Ve dini rüsvet verip dünyayı da
kazanamadılar”19.
Bediüzzaman, ilerlemede Japonların örnek alınmasını ister. Onların fen ve tekniğini almakla beraber, millî örf ve âdetlerine bağlı
kaldıklarına dikkati çeker:
“Kesb-i medeniyette (medeniyeti almada) Japonlar’a iktida (uyma) bize lâzımdır ki; onlar Avrupa’dan mehasin-i medeniyeti
(medeniyetin güzelliklerini) almakla beraber, her kavmin mâye-i bekası (devamlarının esası) olan âdât-ı milliyelerini (milli âdetlerini) muhafaza
ettiler”20.
Bediüzzaman Avrupa’nın medeniyet yarısında uzun zamanda aldığı bu mesafeyi bizim çok kısa zamanda kapacağımızdan ve hatta
onları geçeceğimizden emindir:
“Ey hamiyetli ihvan-ı vatan (vatan kardesi)... Yüz bu kadar sene geri kaldığımız mesafe-i terakkiden, insaallah mucize-i Peygamberî
(a.s.m.) ile simendifer-i kanun-u ser’iyye-i esasiyeye (hakikata uygun kanun trenine) amelen ve burak-ı mesveret-i ser’iyyeye (Đslâmiyete uygun
istisarenin en süratli bineğine) fikren bineceğiz. Bu vahset-engiz (korkulu) sahray-ı kebiri (büyük sahrayı) zaman-ı kasırada (kısa zamanda)
tekemmül-ü mebâdi (gelismenin baslangıcı) cihetiyle tayyetmekle (uzun mesafeyi az zamanda geçmek) beraber, milel-i mütemeddine (medeni
milletler) ile omuz omuza müsabaka edeceğiz. Zira onlar kâh öküz arabasına binmisler, yola gitmisler... Biz birbirden bire simendifer (tren) ve balon
gibi mebâdiye (unsurlara) bineceğiz, geçeceğiz”21.
Bediüzzaman'ın ehemmiyet verdiği fennî meseleler
Đste böyle bir dünya görüsü ve ruh yapısına sahip, altıbin sayfayı askın bir külliyatın müellifi olan Bediüzzaman Said Nursî’nin, daha
ziyade fen ve teknik mes’elelere Đslâmî bir perspektifle yaklasım tarzını, bazı iktibaslarla kısaca vermeye çalısacağız.
Bediüzzaman’ın eserlerine fennî bir nazarla bakıldığı zaman; diğer gezegenler ve dünyanın yaradılısı, maddenin ezeliyeti, esîr
meselesi, biyolojik varlıkların ve bahusus insanın yaradılısı, mahiyeti, gayesi; maddenin ve atomların harekâtı gibi özellikle tabiatçılar ve maddecilerin
tesadüf ve tabiatın yapıcılığına atfettiği hususlara ehemmiyet verdiği görülür. Biyolojik varlıkların, zannedildiği gibi, tabiatın ve tesadüflerin değil,
Đlim, Đrade ve Kudret sahibi bir yaratıcının eseri olduğuna, Đslâmî bir perspektifle sıkça temas eder. Biyolojinin en zor ve en karmasık mes’elelerini,
herkesin anlayacağı tarzda ve onların zihnini yormadan, asina olunan misallerle takdim eder.
Muhatabın seviyesine uygun hitap
Bir gaye için kaleme alınan eserler, umumiyetle belli bir kesime ve yeterli bir kültür seviyesine sahip olanlara hitap eder. Halbuki Onun
eserlerinden her yasta ve her seviyedeki fertler istifade edebilmektedir. Bu hususiyet; konusuna hakimiyetin yanında, sahısların his âlemini ve ruh
dünyasını çok iyi tahlil edebilmesinde ve eserlerin; Kur’an-ı Kerimin bir nevi tefsiri olmasında aranmalıdır. Meselâ, kâinatın Yaratıcısını ispatta
kullandığı su ifade, buna gayet güzel bir misal teskil eder:
“Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz. Bir harf kâtipsiz olmaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam su
memleket hâkimsiz olur”22.
Elbette eserlerin tamamı bu seviyede değildir. Ancak Ona göre; herkes her meseleyi tam olarak anlamasa da, bütün bütün hissesiz de
kalmayacaktır:
“Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder, fakat herkes her bir meselesini tam anlamaz. Hem iman hakikatlarının izahı
olduğu için, hem ilim, hem marifet, hem ibadettir... ‘Birsey bütün elde edilmezse, bütün bütün elden kaçırılmaz’ kaidesiyle, ‘bu manevi bahçenin
bütün meyvelerini koparamıyorum’ diye vazgeçmek kâr-ı akıl değildir. Đsm-i Âzama ait meselelerin ihata edilemeyecek derecede genisleri olduğu
gibi, akıl göremeyecek derecede inceleri de vardır”23 , 24.
Yaradılıs
Đslâmiyeti çağımız telâkkileri içinde ele alan Bediüzzaman Said Nursî, kâinattaki bütün varlıkların yaradılısını, Đslâm Teolojisi ile müsbet
ilimleri bir arada mezcederek vermede büyük bir muvaffakiyet göstermistir.
Bugün, kâinatın yaradılısı ile alâkalı çesitli teoriler ileri sürülmektedir. Bunların ortak noktası, kâinatın yaradılmıs olmasıdır. Yani,
yokluktan varlık âlemine çıkmıs bulunmasıdır. Bediüzzaman’a göre bir varlığın vücut bulabilmesi için; ilim, irade ve kudrete gerek vardır. O bunu
söyle ifade eder:
“Vücud (varlık): Mümeyyize, muhassısa ve müreccihe olmak üzere, ilim, irade ve kudret sıfatlarını istilzam eder (gerektirir)”25.
24
Đlim sıfatı; yaratılacak olan bir seyin ilmen çesitli ihtimaller içinde düsünülmesi keyfiyetidir. Đrade sıfatı o çesitli ihtimaller içinden en
münasibini seçip ayırmayı, kudret ise, üzerinde karar verilen ve seçilen tarzın vücuda getirilmesini gerekli kılar.
Ona göre varlıkların yaradılısı, Allah’ın tasarrufu altında iki sekilde cereyan etmistir:
“Kadir-i Zülcelâl’in iki tarzda icadı var. Biri ihtira, ibda’ iledir. Yâni hiçten, yoktan vücut veriyor ve ona lâzım her seyi de hiçten icad
edip eline veriyor. Diğeri insa’ ile san’at iledir. Yâni kemal-i hikmetini ve çok esmasının (isimlerinin) cilvelerini göstermek gibi, çok dakik hikmetler
için, kâinatın anasırındın (elementlerden) bir kısım mevcudatı insa ediyor. Her emrine tâbi olan zerratları (atomları) ve maddeleri rezzakiyet kanunu
ile onlara gönderir ve onlarda çalıstırır”26.
Yaradılısın birinci nev’inde yoktan vücut verme söz konusudur. Kâinatın ilk yaradılısı gibi. Bütün esya yokluk âleminden varlık âlemine
çıkarılmıstır. Hasıl olan bu hammaddeyi bir hikmete binaen Cenab-ı Hak, terkip ve tahlile tâbi tutmus, zaman nehrinde akan mahlûkatı bu
elementlerden insa etmis ve hayat sahnesinde yazmıstır ve yazmaktadır.
Arzın yaradılısı
Bediüzzaman, dünyanın yaradılısını, Kur’an’ın âyetlerine dayanarak izah eder. Bu açıklamalarla günümüz ilminin beyanları arasında da
büyük bir paralelliğin olduğu görülür.
Bediüzzaman, baslangıçta günes sistemi ile dünyanın, esir maddesinden yoğrulmus hamur seklinde olduklarını bildirir:
“...Manzume-i semsiye (günes sistemi) ile arz, dest-i kudretin madde-i esîriyeden yoğurmus olduğu bir hamur seklinde imis”27.
Bir baska ifadesinde de Cenab-ı Hakkın bir cevherden buhar ve sıvı halde maddeleri halkettiğini, bunlardan da bütün yıldız ve
gezegenleri yarattığını belirtir:
“Seriatın nakliyatına nazaran Cenab-ı Hak bir cevhereyi, bir maddeyi yaratmıstır. Sonra o maddeye tecelli etmekle bir kısmını buhar,
bir kısmını da mayi (sıvı) kılmıstır. Sonra o mayi kısmı da, tecellisiyle tekâsüf edip (yoğunlasıp) zebed (köpük) kesilmistir. Sonra arz ve yedi küre-i
arziyeyi o köpükten halketmistir. Bu itibarla, her bir arz için hava-i nesîmîden bir sema hâsıl olmustur. Sonra o madde-i buhariyeyi bastetmekle
(yaymakla) yedi kat semavatı tesviye edip yıldızları içine zer’etmistir (ekmistir). Ve o yıldızlar tohumuna müstemil olan semavat inikad etmis
(bağlanmıs), vücuda gelmistir”28.
O, Bakara Sûresinin yirmidokuzuncu âyetine dayanarak bu yaradılısı söyle değerlendirir:
“Manzume-i semsiyeyi teskil eden küremiz, sair seyyareler, bidayette (baslangıçta) günesle mümteziç (bitisik) olarak açılmamıs
hamur seklinde iken, Kadir-i Kayyum, o hamuru açıp, o seyyareleri (gezegenleri) birer birer yerlerine yerlestirerek, günesi orada bırakıp, zeminimizi
buraya getirmis”29.
Bediüzzaman, arzın zamanla katılasıp sertlestiğini, bundan hasıl olan tasların da zamanla toprağı verdiğini belirtir:
“Asl-ı hilkat-ı arz söyledir ki: Su gibi bir madde, emr-i Đlâhî ile incimad eder (katılasır), tas olur. Tas izn-i Đlâhî ile toprak olur... Arz
lâfzı toprak demektir. Demek o su çok yumusaktır, üstünde durulmaz. Tas çok serttir, ondan istifade edilmez. Onun için Hakîm-i Rahim, toprağı tas
üstüne serer, zevilhayata (canlılara) makarr eder” (29).
Altı günde yaradılıs
Kur’an-ı Kerim’de Hud Sûresinin 7., Hadid Sûresinin 54., Furkan Sûresinin 59. âyetlerinde arz ve semanın altı günde yaratıldığına
isaret edilmektedir.
Bediüzzaman Kur’an-ı Kerimdeki gün tâbirinin binle elli bin sene arasında değisebileceğini belirtir.
“...Belki bin ve elli bin sene gibi uzun zamandan ibaret olan eyyâm-ı Kur’aniyye (Kur’an günleri) ile insan dünyası ve hayvan âlemi altı
günde yasayacağına isaret eden hakikat-ı ulviyesine kanaat getirmek için, birer gün hükmünde olan her bir asırda, her bir senede, her bir günde
Fâtır-ı Zülcelâlin halkettiği seyyal âlemleri, seyyar kâinatları, geçici dünyaları...”31.
Görüldüğü gibi Bediüzzaman, bazı varlıkların bir günde, bazılarının bir senede veya bir asırda yaradılısının tamamlandığını ve bu
devrelerin Kur’an’da “gün” mevhumuyla bildirildiğini nazara veriyor.
Arz ve semadan hangisinin önce yaratılmıs olduğuna da isaret eden Bediüzzaman, arzın yaratılıp kabuk bağlaması ve insan dısındaki
canlıların yasamasına elverisli hale gelmesinin semadan sonra olduğunu, Enbiya Sûresinin 30. âyetine istinaden ifade eder:
“Đste arzın hepsinden evvel tekâsi (yoğunlasma) ve tasallûb (katılasma) etmekle acele kabuk bağlayarak uzun zamandan beri mense-i
hayat olması itibariyle hilkat-i tesekkülü semavattan evveldir. Fakat arzın bastedilmesiyle (yayılmasıyla) nev-i beserin (insanlığın) taayyüsüne
(beslenmesine) elverisli bir vaziyete geldiği semavatın tesviye ve tanziminden sonra olduğu cihetle, hilkati (yaradılısı) semavattan sonra baslarsa da,
mebde’de (baslangıçta) ikisi beraber imisler... O üç âyetin aralarında bulunan zahiri muhalefet, bu üç cihetle mutabakata (uygunluğa) inkılab
eder”32.
Maddenin ezeliyetinin imkânsızlığı
Son 10 yıla gelinceye kadar, maddenin sonradan ortaya çıkmayıp ezeli olduğu düsüncesi pek çok felsefeci ve fenci arasında hakim
kanaat idi. Bilhassa Marksizm taraftarları bu fikrin hararetli savunucuları arasındaydı.
Kâinatın ilk maddesinin büyük bir patlama ile ortaya çıktığını ileri süren Big Bang teorisinin büyük oranda hüsn-ü kabul görmesi,
önceki kanaatı genis sekilde yıktı.
25
Bediüzzaman, maddenin ezelî değil hâdis (sonradan) olduğunu mükerreren ifade ve izah eder:
“Evet kâinat hadistir. Çünkü görüyoruz. Her asırda, belki her senede, belki her mevsimde bir kâinat, bir âlem gider, biri gelir. Demek
bir Kadir-i Zülcelâl var ki, bu kâinatı hiçten icat ederek her senede belki her mevsimde, belki her günde birisini icat eder, ehl-i suura gösterir ve
sonra onu alır, baskasını getirir. Birbiri arkasına takıp zincirleme bir surette zamanın seridine asıyor... Elbette âlem içinde her vakit âlemleri halkedip
değistiren zât, mutlaka, su âlemi dahi o halketmistir...
Adem (yokluk) ve vücud, ikisi de müsavi olsa; bir tahsis edici, bir tercih edici, bir mucid lâzımdır. Çünkü, mümkinat birbirini icat edip,
teselsül edemez. Yahut o onu, o da onu icat edip devir suretinde dahi olamaz”33.
Yoktan var edilemez mi?
Lavoisier tarafından ileri sürülen maddenin veya kütlenin korunumu kanunu söyle ifade edilir: “Var olan sey yok, yok olan da var
edilemez.”
Bazıları bu kanun üzerinde demagoji yapmakla, mes’eleyi mutlak mânâda takdimle ideolojilerine âlet etmektedirler. Halbuki bu kanun
belirli sartlarda ve kapalı sistemlerde ifadesini bulmaktadır:
“Kütlenin korunumu, çerçevesi tesbit edilmis bir kapalı sisteme uygulanan ve maddenin dönüsümleri esnasındaki ağırlıkla ilgili
münasebetleri gösteren bir kanundur”34.
Bediüzzaman bu kanunun umumilestirilmesine siddetle karsı çıkar:
“Su zamanda çok ileri giden feylesoflar (felsefeciler) diyorlar ki; ‘Hiçten, hiçbir sey icad edilmiyor ve hiç bir sey idam edilmiyor; yalnız
bir terkip tahlildir ki, kâinat fabrikasını islettiriyor...’
Bu bedbahtlar, âciz-i mutlak ve yalnız bir cüz-i ihtiyariden baska ellerinde olmayan; Fir’avunlasmıs kendi nefisleri, hiç bir seyi idam ve
yok edemediklerinden ve hiç bir zerreyi, bir maddeyi hiçten, yoktan icad edemediklerinden ve güvendikleri esbab (sebepler) ve tabiatın ellerinden
hiçbir icad gelmediği cihetle, ahmaklıklarından diyorlar.
‘Yoktan var olmaz, var da yok olmaz’ deyip, bu bâtıl ve hata düsturu, Kadir-i Mutlaka tesmil etmek istiyorlar.
Evet, Kadir-i Mutlak’ın iki tarzda; hem ibda’, hem insa’ suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek; en kolay, en suhuletli,
belki daimî, umumî bir kanundur. Bir baharda üçyüz bin enva-ı zihayat (çesitli hayat sahipleri) mahlûkatın sekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından
baska bütün keyfiyat ve ahvallerini; hiçten var eden bir kudrete karsı, ‘yoğu var edemez’ diyen adam, yok olmalı...”35.
Bu ifadelerden de anlasılacağı gibi, ibda’ suretiyle yoktan yaradılıs, kâinatın ilk ortaya çıkısında vaki olduğu gibi, halen de devam
etmektedir. Meselâ, bahar mevsiminde; toprak, su ve hava ve günesteki elementlerin bir araya gelmesiyle insa edilen ağaçtaki yaprak ve meyvelerin
sekil, koku ve tatları gibi hususlar elementlerde mevcut değildir. Yoktan yaratılmaktadır. Aynı sekilde, insanın simasından sesine varıncaya kadar,
sahip olduğu akıl, hafıza, hayal, endise gibi, atom ve moleküllerde bulunmayan özelliklerden hepsi yoktan yaratılmanın meyveleridir. Kaldı ki bugün
maddî âlemde de yokların ortaya çıktığı tesbit edilmistir. Madde enerjiye dönerek maddî yapısında noksanlıklar husule gelebildiği gibi, her birinin
kütlesi dünyamızınkinden defalarca büyük olan bazı yıldızların “kara delik” adı verilen ve mahiyeti meçhul yerlere giderek kaybolduğu bir vakıadır.
Tabiat nedir?
Bediüzzaman, kâinattaki varlıkların icat ve idarelerinin, günümüzde sıkça ileri sürüldüğü gibi, sebeplere, tesadüfe veya tabiata
verilemeyeceğini ısrarla belirtir. Tabiatı da söyle tarif eder:
“Tabiat ancak bir sanattır sani’ olamaz, bir nakıstır nakkas olamaz, ahkâmdır Hakim olamaz, bir seriat-ı fıtriyedir (fıtri bir kanundur)
sâri’ (kanun koyucu) olamaz. Mahlûk bir perde-i izzettir, Hâlık olamaz, münfail bir fıtrattır (yaratılmıs bir varlıktır) Fâtır (yaratıcı) bir fail olamaz;
kanundur kudret değildir, kadir olamaz. Mistardır (âlet), mastar (menba’) olamaz... Maden her seyin vücudu, pek çok cihazat ve âletlere muhtaçtır.
O halde, o tabiatı icad eden, o sebebi halkeden bir Kadir-i Mutlak var”36.
Görüldüğü gibi o, tabiatı; Allah’ın koyduğu kanunların tamamı olarak ele alır. Tabiat, tabiat üstü bir ilim, irade ve kudrete sahip bir
Yaratıcının san’at eseridir, naksıdır.
“Eğer gayet intizamlı, mizanlı, san’atlı, hikmetli su mevcudat; nihayetsiz Kadir, Hakîm bir zata verilmezse; belki tabiata isnat edilse,
lâzım gelir ki; tabiat her bir parça toprakta Avrupa’nın umum matbaaları ve fabrikaları adedince makineleri, matbaaları bulundursun... Yâ, o parça
toprak mense ve tezgâh olduğu hadsiz çiçekler ve meyvelerin yetismelerine ve teskillerine medâr (sebep) olabilsin”37.
O, elementlerin canlı bünyesinde kendi kendine veya tesadüfen de görev yapmasının imkânsızlığını değisik misâllerde anlatılır.
“Evet, madem mevcudat var ve inkâr edilemez. Hem her mevcut san’atlı ve hikmetli vücuda geliyor. Hem madem kadim değil,
yeniden oluyor... Bu mevcudu, meselâ bu hayvanı ya diyeceksin ki, esbâb-ı âlem onu icad ediyor; yani, esbabın (sebeplerin) içtimaından
(toplanmasından) o mevcut vücut buluyor... Veyahut, o kendi kendine tesekkül ediyor... Veyahut, tabiat muktezası olarak, tabiatın te’siriyle vücuda
geliyor... Veyahut, bir Kadir-i Zülcelal’ın kudretiyle icad ediliyor... Mâdem aklen bu dört yoldan baska yol yoktur. Evvelki üç yol; muhal, battal,
mümtenî gayr-i kabil oldukları kat’i isbat edilse; bizzarure ve bilbedahe dördüncü yol olan tarik-ı Vahdaniye seksiz süphesiz sabit olur”38.
Đlk yolun imkânsızlığını belirten pek çok misâlden birisi:
“Eğer sen vücudundaki zerreleri Kadir-i Ezelînin kanunuyla hareket eden küçücük memurları veya bir ordusu veya kalem-i kaderin
uçları, herbir zerre bir kalem ucu veya kalem-i kudretin noktaları, herbir zerre bir nokta olduğunu kabul etmezsen; o vakit senin gözünde çalısan
herbir zerreye öyle bir göz lâzım ki, senin mecmu-u cesedinin her tarafını görmekle beraber, münasebettar olduğun bütün kâinatı dahi görecek bir
gözü... Ve bütün senin mazi (geçmis) ve müstakbel (gelecek) ve nesil ve aslın ve anasırın menbâlarını ve rızkının madenlerini bilecek, tanıyacak yüz
dahî kadar bir akıl vermek lâzım geliyor. Senin gibi bu meselelerde zerre kadar aklı olmayanın bir zerresine bin Eflâtun kadar bir ilim ve suur vermek,
bin derece divanece bir hurafeliktir!..39.
26
O, Cenab-ı Hakkın asırları, seneleri, günleri ve hatta saatları bir model yaptığını, bütün mahlukatı bu zaman içinde san’atlı eserleriyle
süslendirdiğini belirterek bütün bunların tesadüfle izah edilmeyeceğini nazara verir:
“Hem O Kadir-i Mutlak, herbir asrı, herbir seneyi, herbir günü bir model yaptığı gibi, ruy-i zemini (yeryüzü), herbir dağ ve sahrayı,
bağ ve bostanı, herbir ağacı birer model yapmıstır. Vakit-bevakit, taze taze birer kâinatı zeminde kuruyor, birer yeni dünyayı icad ediyor. Birer âlemi
alıp da diğer muntazam bir âlemi getiriyor... Her baharda, herbir ağaca sündüs misal taze bir çarsaf giydiriyor...
Đste su isleri nihayetsiz hüsn-ü san’at ve kemal-i intizam ile yapan ve su birbiri arkasında gelen ve zaman ipine takılan seyyar
âlemleri, nihayet hikmet ve inayet ve kemal-i kudret ve san’at ile değistiren Zât; elbette gayet Kadîr ve Hakîmdir. Nihayet derecede Basir ve Alimdir.
Tesadüf O’nun isine karısamaz”40.
Atomların harekâtı
Bediüzzaman, atomlardaki harekâtın veya sükûnetin basıbos olmadığını, muhit bir ilim sahibinin kuvvet ve kudretine dayandığını
nazara verir:
“Her zerrede; hem harekâtında, hem sükûnetinde, iki günes gibi iki nur-u Tevhid (birlik nuru) parlıyor. Çünkü... Herbir zerre, eğer
me’mur-u Đlâhî olmazsa; ve onun izni ve tasarrufu ile hareket etmezse ve Đlim ve Kudretiyle tahavvül (değistirme) etmezse; o vakit herbir zerrenin
nihayetsiz bir ilmi, hadsiz bir kudreti, herseyi görür bir gözü, herseye bakar bir yüzü, herseye geçer bir sözü bulunmak lâzım geliyor”41.
Bunun sebebini de söyle açıklıyor:
“Havanın herbir zerresi, herbir zihayatın cismine, herbir çiçeğin meyvesine, herbir yaprağın binasına girip isleyebilir. Halbuki onların
teskilatları ayrı ayrı tarzdadır, baska baska nizamları var. Bir incir meyvesinin fabrikası faraza çuha makinası gibi olsa; bir nar meyvesinin fabrikası
da seker makinası gibi olacaktır ve hâkeza!.. Öyle ise: O hizmet eden zerreler, ya bir ilmi muhit sahibinin izin ve emriyle ve ilim ve iradesiyle
isliyorlar veyahut kendisinde öyle bir muhit ilim ve kudret bulunmak lâzım geliyor...”42.
Ona göre; bir ilahı kabul etmeyen, atomlar adedince ilahları kabule mecbur olur. Çünkü herbir atomun yaptığı is; ancak muhit bir ilim,
irade ve kuvvetle mümkündür. Nitekim bu hususu söyle ifade eder:
“Sırr-ı Vahdetle yalnız bir Vâhid-i Ehad’in eseri olabilen gayet muntazam bir masnu’u vâhidi, o hadsiz zerreye isnad etmek; zerre
kadar suuru olan bunun pek zahir bir muhal belki yüz muhal olduğunu derkeder”43.
“Eğer hersey Kadir-i Mutlak’a verilmezse, bir tek Allah’a mukabil, nihayetsiz, belki zerrât-ı kâinat adedince ilahları kabul etmek gibi,
yüz derece muhal içindeki bir muhali mevcut kabul etmek gibi bir divanelik hezeyanına düsmek lâzımdır”44.
Cansız âlemden canlılık âlemine terakki
Bediüzzaman elementlerin; bitki, hayvan ve insan vücudunda görev almalarıyla, cansız âlemden canlılık mertebesine yükseldiklerini
ve ahirete uygun hale geldiklerini kabul eder:
“...Zihayat cisimlerde zerrat harekâtının binler hikmetlerinden bir hikmeti dahi, zerreleri nurlandırmaktır. Güya cism-i hayvanî ve
insanî, hatta nebatî; terbiye dersini almak için gelenlere bir misafirhane, bir kısla, bir mektep hükmündedir ki; camid (cansız) zerreler ona girerler,
nurlanırlar.
Adeta bir talim ve tâlimata mazhar olurlar, letafet peyda ederler. Birer vazifeyi görmekle âlem-i bekâya (ebedî âleme) ve bütün
eczasıyla hayattar olan dar-ı âhirete zerrat olmak için liyakat kesbederler”45.
Kur'an-ı Kerim açısından tahavvülat
Bediüzzaman, atomların hareket ve hal değistirmelerini Đslâmiyet açısından söyle değerlendirir:
“Kur’an-ı Hakim’in hikmeti nokta-i nazarında tahavvülat-ı zerratın pek çok gayeleri, hikmetleri ve vazifeleri vardır... Numune olarak
birkaçına isaret ediyoruz.
“Birincisi: “Cenab-ı Vacibü’l Vücudun tecelliyat-ı îcadiyesini tecdit ve tazelendirmek için bir tek ruhu model gibi ederek, her sene
mu’cizat-ı kudretinden taze birer ceset giydirmek... Birtek hakikatı baska baska suretlerde göstermek ve kâinatların ve âlemlerin ve mevcudatların,
taife taife arkasından gelmelerine yer vermek ve zemin hazırlamak için Fatır-ı Zülcelâl kudretiyle, zerratı tahrik ve tavzif etmistir (vazifelendirmistir).
“Đkincisi: “Mâlikü’l Mülk-ü Zülcelâl; su dünyayı, bâhusus (özellikle) ruy-u zemin tarlasını bir mülk suretinde yaratmıstır... Đste su zemin
yüzündeki tarlasında, zerratı hikmetle tahrik ederek, intizam dairesinde tavzif edip, her asırda, her fasılda, her ayda, belki her günde, belki her
saatta mu’cizat-ı kudretinden yeni yeni birer kâinat gösterir, yeryüzü avlusuna baska baska mahsulat verdirir...
“Üçüncüsü: “Nihayetsiz tecelliyat-ı Esma-i Đlahiyyenin nakıslarını göstermekle, o esmânın (isimlerin) cilveleri ifade için mahdut bir
zeminde hadsiz nukus (nakıslar) göstermek, küçük bir sahifede nihayetsiz maânileri (manaları) ifade edecek olan hadsiz âyâtları (deliller) yazmak
için Nakkas-ı Ezelî zerratı, kemal-i hikmetle tahrik edip kemal-i intizamla tavzif etmistir. Evet, geçen senenin mahsulâtıyla su senenin mahsulâtının
mahiyetleri bir hükmündedir. Fakat, maânileri baska baskadır...
“Dördüncüsü: “Hadsiz âlem-i misal gibi gayet genis âlem-i melekût ve gayr-i mahdut sair uhrevî âlemlere birer mahsulât veya
tezyinat veya levazımat gibi onlara münasip seyleri yetistirmek için su dar mezraa-ı dünyada, zemin yüzünün tezgâhında ve tarlasında Hakîm-i
Zülcelâl, zerratı tahrik edip; kâinatı, seyyale ve mevcudatı, seyyare ederek; su küçük zeminde o pek büyük âlemlere pek çok mahsulat-ı mâneviyeyi
yetistiriyor...
27
“Besincisi: “Nihayetsiz kemal-i Đlâhiyeyi, hadsiz cevalât-ı cemaliyeyi ve gayetsiz tecelliyat-ı celâliyeyi ve gayr-i mütenâhî (sonsuz)
tesbihat-ı Rabbâniyeyi su dar ve mahdut zeminde ve mütenâhî (sonlu) ve az bir zamanda göstermek için zerratı kemâl-i hikmetle kudretiyle tahrik
edip, kemâl-i intizamla tavzif ederek; mütenâhî bir zamanda, mahdut bir zeminde gayr-i mütenâhî tesbihat yaptırıyor...
“Daha bu bes numune gibi belki besbin hikmetle tahrik olunan zerratın tahavvülâtını, o akılsız feylesoflar hikmetsiz zannetmisler ve
hakikatte; biri enfüsî (kendi içinde) diğeri âfâki (dısarıda, hariçte) harekat-ı cezbekâranede zikir ve tesbih-i Đlâhî ile Mevlevî gibi zikreden ve deverana
kalkan o zerreleri, kendi kendine, sersem gibi dönüp oynuyorlar zu’metmisler (yanlıs zan).
“Đste bundan anlasılıyor ki; onların ilimleri ilim değil, cehildir. Hikmetleri hikmetsizliktir”46.
Görüldüğü gibi Bediüzzaman, atomların hem kendi içlerindeki ve hem de diğerleri arasındaki harekâtının gayesini bes temel esasta
toplamakta ve bunları; her asırda ve hatta her saatta icadını tazelemek ve yeryüzü tarlasına mahsulat verdirmek, isimlerinin tecellilerini göstermek,
uhrevî âlemlere münasip seyleri yetistirmek, onlara nihayetsiz zikir ve tesbih ettirmek için Cenab-ı Hakkın atomları hareket ettirdiğini kabul
etmektedir.
Âlem-i sehadetten âlem-i gayba
Esyayı yaratma kudretinin sadece Allah’tan olduğunun bilinmesini isteyen Bediüzzaman, varlıkların gayp âleminden gelerek hale
uğrayıp tekrar o âleme gönderildiğini söyle nazara verir:
“Su mevcudat irade-i Đlâhiye ile seyyaledir (akmaktadır). Su kâinat emr-i Rabbanî ile seyyaredir (yer değistirmektedir). Su mahlûkat
izn-i Đlâhi ile zaman nehrinde mütemadiyen akıyor. Âlem-i gayptan gönderiliyor, âlem-i sehadette (bu dünyada) vücud-u haricî giydiriliyor. Sonra
âlem-i gayba muntazam yağıyor, iniyor. Ve emr-i Rabbanî ile mütemadiyen istikbâlden gelip, hale uğrayarak teneffüs eder, maziye dökülür” (46).
Görüldüğü gibi Bediüzzaman, 18. asırdakilere göre istikbâlde olan ve simdi hali teneffüs edenlerin, gelecek asrın mazi kıtasına, yani
âlem-i gayba geçeceğini hatırlatıyor. Đnsan da dahil bütün mahlûkatın, hem bu âleme getirilmelerinde ve hem de bu âlemden götürülmelerinde
Cenab-ı Hakkın koyduğu ve idare ettiği kanunlara ister istemez tâbi olduğunu belirtiyor.
O, bütün geçmis ve geleceğe hükmü geçmeyenin hayat ve ölüme de sahip çıkamayacağının bilinmesini ister:
“Đste hiç mümkün müdür ki, su kâinatı, hey’et-i mecmuasıyla (bütünüyle) çevirmeye muktedir olmayan ve bütün zamanlara hükmü
geçmeyen ve âlemleri hayata, mevte (ölüme) bir ferd gibi mazhar etmeye kudreti yetmeyen ve baharları bir çiçek gibi hayat verip, yeryüzüne takıp,
sonra mevt ile ondan koparıp alamayan bir zât; mevt ve imateye (öldürmeye) sahip çıkabilsin... Evet, en cüz’i bir zihayatın (canlının) mevti dahi,
hayatı gibi bütün hakaik-ı hayat ve enva-ı mevt elinde bulunan bir Zat-ı Zülcelâl’in kanunuyla, izniyle, emriyle, kuvvetiyle, ilmiyle olmak zaruridir”48.
Demek ki, Bediüzzaman, hayatın devamı için ilim, irade ve kudret ne kadar gerekli ise, ölüm için de aynı sıfatları bir o kadar lüzumlu
görüyor. Zira, böyle bir nizam hükmetmemis olsaydı; denizler balık, karalar da bitki ve hayvan cesedinden geçilmez, hayata mazhar olacakların ham
maddeleri olan elementler bu ise kosturulamazdı.
Gaipten gelen acip kafile
Bediüzzaman baharda ağaçların ve çiçeklerin yeniden canlanmaları, insanlara ve hayvanlara rızık olmalarını söyle anlatır:
“Đste bak: Gaipten acip bir kafile umum hayvanatın erzakını tasıyan, nebatat ve escar (ağaç) kafileleridir çıkıp geliyor. Merkepleri;
ağaçlara, nebatlara, dağlara benzerler. Baslarında birer tabla-i erzak tasıyorlar. Đste bak: Bu tarafta bekleyen muhtelif hayvanatın erzaklarını
getiriyorlar. Hem de bak: Bu kubbede o azim elektrik lâmbası günes, onlara ısık verdiği gibi, bütün taamlarını öyle güzel pisiriyor; yalnız pisirilecek
taamlar, bir dest-i gaybi (gizli bir el ile) tarafından birer ipe takılıp -ip ve ipe takılan taam ise, ağacın ince dalları ve leziz meyveleridir- ona karsı
tutuluyor”49.
Bediüzzaman meyveli ağaçları bir makineye benzetir:
“...Yüzer tezgâhları, fabrikaları, incecik dallarında tasıyor gibi hayretnüma (hayret verici tarzda) yaprakları, çiçekleri, meyveleri
dokuyor, süslendiriyor, pisiriyor, bizlere uzatıyor. Halbuki çam ve katran gibi muhtesem ağaçlar, kuru bir tasta tezgâhını atmıs, çalısıp duruyorlar”50.
“Đste gözümüz önünde bir dirhem... bir afyon büzrü, bir dirhem gibi bir zerdali nüveti, bir kavun çekirdeği, nasıl çuhadan daha güzel
dokunmus yapraklar, patiskadan daha beyaz ve sarı çiçekler, sekerlemeden daha tatlı ve köftelerden ve konserve kutularından daha lâtif, daha leziz,
daha sirin meyveleri Hazine-i Rahmetten getiriyorlar, bize takdim ediyorlar.” 51.
Bediüzzaman, elementlerden hayvanların icadını söyle nazara verir:
“Hem de bak, bu demiri, toprağı, suyu, kömürü, bakırı, gümüsü, altını gaybî avucuna aldı, bir et parçası yaptı” 51.
Neticede bu tesekkül tarzlarına vahdaniyete birer delil gösterir:
“Her birisinde o gizli Zat’tan haber veren isler var. Âdeta her biri birer turra, birer sikke gibi, o gaybî zattan haber veriyorlar.” 51.
Bediüzzaman, kâinatı bahçe, arzı bir ağaç gibi mütalaa eder:
“Demek herbir meyve öyle bir mühr-ü vahdettir ki; onun ağacı olan arzın ve onun bahçesi olan kâinat kitabının kâtibini ve Sani’ini
bildirir ve vahdetini gösterir” 52.
“Bir bahçede bir sarı çiçek, o bahçe nakkasının bir mührü hükmündedir. O çiçek mührü kimin ise, bütün zemin yüzündeki o nevi
çiçekler, o zatın kelimeleri hükmünde olduğuna ve o bahçe dahi onun yazısı olduğuna, açık bir surette delâlet ediyor” 53.
28
Dökülmeyen denizler
Bediüzzaman dünyanın dönüsü ve denizlerin durumuna söyle isaret eder:
“Hayatdârâne mütemadiyen çalkalanan ve dağılmak ve dökülmek ve istila etmek fıtratında olan denizler, arzı kusatıp, arz ile beraber
gayet süratli bir surette bir senede yirmibesbin senelik bir dairede kosturulduğu halde; ne dağılırlar, ne de dökülürler ve ne de komsularındaki
toprağa hücum ederler.
Demek gayet kudretli ve azametli bir zâtın emriyle ve kuvvetiyle dururlar, gezerler, muhafaza olurlar” 54.
Genetik hususiyetler
Bediüzzaman, insanla kâinatın münasebetini ve canlıların genetik hususiyeti için su ifadeyi kullanılır:
“...Kalem-i Kudret (Kudret kalemi), âlemin ki tab-ı kebirinde ne yazmıs ise, icmalini, mahiyet-i insaniyede yazmıstır. Kalem-i kader,
dağ gibi bir ağaçta ne yazmıs ise, tırnak gibi meyvesinde dahi dercetmistir” 55.
Yumurta ve spermlerin madde itibariyle birbirlerine benzemelerine rağmen, kader programı tâbir ettiği genetik yapılarına dikkati
çeker:
“Hem madem ruh cisme hakim olduğu gibi; câmid (cansız) maddelerde dahi kaderin yazdığı evamir-i tekviniyye (yaradılısa ait kanun
ve nizamlar), o maddelere hâkimdir. O maddeler kaderin manevi yapısına göre mevki ve nizam alabilirler. Meselâ: Yumurtaların envaında
(çesitlerinde) ve nutfelerin aksamında (kısımlarında) ve çekirdeklerin esnafında (sınıflarında) ve tohumların ecnasında (cinslerinde) kaderin ayrı ayrı
yazdığı evamir-i tekviniyye cihetiyle ayrı ayrı makam ve nur sahibi oluyorlar. Ve o madde itibariyle mahiyetleri bir hükmünde olan o maddeler, hadsiz
muhtelif mevcudata mense oluyorlar” 56. Đnsanın madde ve ruh yapısı itibariyle kâinatın küçük bir numunesi olduğunu, kâinatta gerek maddî ve
gerekse manevî ne varsa insanda misali bulunduğunu belirtir:
“Nasıl ki insanın anasırları, kâinatın unsurlarından; ve kemikleri; tas ve kayalarından ve saçları nebat ve escarından ve bedeninde
cereyan eden kan ve gözünden, kulağından, burnundan ve ağzından akan ayrı ayrı sular, arzın çesmelerinden ve madenî sularından haber veriyorlar,
delâlet edip onlara isaret ediyorlar. Aynen öyle de, insanın ruhu âlem-i ervahtan (ruhlar âleminden) ve hafızaları levh-i mahfuzdan ve kuvve-i
hayaliyeleri, âlem-i misalden... Ve hakeza... Her bir cihazı bir âlemden haber veriyorlar ve onların vücutlarına kat’i sehadet ederler” 57.
Hayat nedir?
Bugün biyolojinin izahtan aciz kaldığı konulardan birisi, hayatın yani canlılığın tarifi ve mahiyetinin ne olduğudur. Bediüzzaman konuya
değisik açılardan yaklasır ve daha ziyade hayatın verilisindeki gayeye dikkati çeker. Cansız bir varlığın çevresiyle münasebetinin sadece bulunduğu
mekân itibariyle olduğunu, ama ona hayat girince bütün kâinatla alâkadar hale geldiğini belirtir:
“Hayat, su kâinatın en ehemmiyetli gayesi... Hem en büyük neticesi, hem küçük bir mahlûku bir kâinat hükmüne getiren mu’cizekâr
bir hakikatı, hem güya, kâinatın bir zîhayatta yerlesmesine vesile oluyor gibi; koca kâinatın bir nevi fihristesini o zîhayatta göstermekle beraber,o
zîhayatı ekser mevcudatla münasebettar ve küçük bir kâinat hükmüne getiren en harika bir mu’cize-i kudrettir” 58.
Hayatın, bahusus insan hayatının gayesi ve su muhtesem kâinatın vazifesinin ne olduğu sorusu, bütün insanlığı, Hz. Âdem’den beri
mesgul edegelmistir. Bediüzzaman, buna gayet kısa ve öz olarak söyle cevap verir:
“Bu hayat, madem kâinatın en büyük neticesi ve azametli gayesi ve en kıymettar meyvesidir; elbette bu hayatın dahi kâinat kadar
büyük bir gayesi, azametli bir neticesi bulunmak gerektir. Çünkü; ağacın neticesi meyve olduğu gibi meyvenin de çekirdeği vasıtasıyla neticesi,
gelecek bir ağaçtır. Evet, bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediye olduğu gibi, bir meyvesi de, hayatı veren Zât-ı Hay ve Muhyiye karsı sükür ve
ibadet ve hamd ve muhabbettir ki; bu sükür ve muhabbet ve hamd ve ibadet ise hayatın meyvesi olduğu gibi, kâinatın gayesidir” 59.
Görüldüğü gibi Bediüzzaman’a göre; hayatın birinci gayesi Cenab-ı Hakka karsı sükür ve hamd, diğeri de ebedî hayattır. Kâinat
fabrikası da bunu temin için çalısmaktadır.
O, hayatı bir baska cihetten ele alıp, yeryüzündeki dengeye, kâinattaki biyolojik tasviyeye değisik bir nazarla yaklasır, elementlerin
devri daimine dikkati çeker:
“Hem hayat, bu kâinatın tezgâh-ı âzamında öyle bir istihale makinesidir ki, mütemadiyen her tarafta tasviye yapıyor; temizlendiriyor;
terakki veriyor; nurlandırıyor... Ve zerrat kafilelerine, güya hayatın yuvası; o zerrelere vazife görmek, nurlandırmak, tâlimat yapmak için bir
misafirhane, bir metep, bir kısladır. Âdeta Zat-ı Hay ve Muhyi, bu makine-i hayat vasıtasıyla; bu karanlıklı ve fâni ve süflî olan âlem-i dünyayı
lâtiflestiriyor, ısıklandırıyor, bir nevi beka veriyor, bâki bir âleme gitmeye hazırlattırıyor...” 60.
Bediüzzaman, suur ve his ile hayat arasında da söyle bir münasebet kurar:
“Nasıl ki hayat, bu kâinattan süzülmüs bir hülâsadır... Ve suur ve his dahi, hayattan süzülmüs, suurun bir hülasasıdır... Ve ruh dahi,
hayatın halis ve sâfi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır” 61.
Baska gezegenlerde hayat var mıdır?
Bediüzzaman, diğer gezegen ve yıldızlarda hayatın varlığına da söyle temas eder:
“Hayat olmazsa; vücud (varlık) vücud değildir... Hayat ruhun ziyasıdır. Suur, hayatın nurudur. Mademki, hayat ve suur bu kadar
ehemmiyetlidirler... Madem, su biçare perisan küremiz, sergerdan (saskın) zeminimiz, bu kadar hadd-ü hesaba gelmez zevil-hayat (hayat sahibi) ile,
zevil-ervah (ruh sahibi) ile ve zevil-idrak ile dolmustur. Elbette sâdık bir hads ile ve kat’i bir yakîn ile hükmolunur ki, su kusur-u semâviye ve su
bürucu sâmiyenin (yüksek burçların) dahi kendilerine münasip zîhayat (hayat sahibi); zîsuur (suur sahibi) sekeneleri vardır. Balık suda yasadığı gibi,
günesin atesinde dahi, o nuranî sekeneler bulunur. Nar, nuru yakmaz. Belki ates ısığa medet verir: Madem Kudret-i Ezeliyye, bilmüsahede en âdi
29
maddelerden, en kesif unsurlardan hadsiz zîhayat ve zîruhu halkeder ve gayet ehemmiyetle madde-i kesîfeyi hayat vasıtasıyla madde-i latifeye
çeviriyor ve nur-u hayatı herseyde kesretle serpiyor ve suur ziyasıyla ekser seyleri yaldızlıyor. Elbette O Kadir-i Hakim, bu kusursuz kudretiyle, bu
noksansız hikmetiyle; nur gibi, esîr gibi ruha yakın ve münasip olan sair seyyalât-ı latife maddeleri ihmal edip hayatsız bırakmaz, câmid bırakmaz,
suursuz bırakmaz. Belki madde-i nurdan, hattâ zulmetten, hattâ esir maddesinden, hattâ mânâlardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden zîhayat,
zîsuuru kesretle halkeder ki; hayvanatın pek çok muhtelif ecnasları (cinsleri) gibi, pek çok muhtelif ruhanî mahlukları, o seyyalât-ı lâtife maddelerden
halkeder. Onların bir kısmı melâike, bir kısmı da ruhanî ve cin ecnaslarıdır... Su nihayetsiz feza-yı âlem ve su muhtesem semâvat burçlarıyla
yıldızlarıyla zîsuur, zîhayat, zîruhlarla doludur” 62.
Bediüzzaman’a göre; kâinattaki bütün yıldız ve gezegenler hayattar mahluklarla senlendirilmistir. Cenab-ı Hak her mekâna uygun
suur, ruh ve hayat sahibi varlıkları yaratmıstır. Hattâ merkezinde sıcaklığı 15 milyon dereceye ulasan güneste bile, oraya münasip hayata mazhar
varlıklar mevcuttur. O, gayet mantıkî bir kıyaslama ile, balığın suda, insanın karada yasadığı gibi, havasız yıldızlarda da yasanabileceğini tereddütsüz
kabul eder. Su kesif, katı ve cansız topraktan milyonlarca canlının yaratılmıs olmasını ona delil gösterir.
Dünyada anaerobik (havasız) ortamda canlıların mevcudiyeti, bir gram toprakta 7 milyara yakın canlının barınabileceği hatırlanınca,
Bediüzzaman’ın tesbitinin ne kadar yerinde olduğu anlasılır.
Dünyanın öküz ve balık üzerinde durması
Geçmiste fen ve Đslâm felsefesi arasında tartısmaya sebep olan konulardan birisi de; dünyanın balık ve öküz üzerinde durduğu
meselesidir. Bediüzzaman bu konuda da her iki tarafı tatmin edecek sekilde izahatta bulunmustur:
“Bu defaki sualinizde diyorsunuz ki: ‘Hocalar diyorlar: Arz, öküz ve balık üstünde duruyor. Halbuki arz, muallâkta bir yıldız gibi
gezdiğini coğrafya görüyor. Ne öküz var ne de balık.’
Elcevap: Đbn-i Abbas (r.a.) gibi zatlara isnat edilen sahih bir rivayet var ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâmdan sormuslar:
‘Dünya ne üstündedir?’ Ferman etmis: ‘Alessevri vel hut’ (öküz ve balık). Bir rivayette bir defa ‘Alessevr’ demis, diğer defa da ’Alel hut’ demistir” 63.
Bediüzzaman, burada meselenin yanlıs anlasılmasına cahillerin bazı benzetme ve temsilleri hakikat telakki etmesinin sebep olduğunu
belirtir:
“Tesbih ve temsiller... Đlmin elinden cehlin eline düstükçe, müruru zamanla (zamanın geçmesiyle) hakikat telakki edilir... Đste Sevr ve
Hut namıyla iki büyük melek, bir tesbih-i lâtif-i kudsî (lâtif bir benzetme) ile ve manidar bir isaretle Sevr ve Hut namıyla tesmiye edilmisler
(isimlendirilmisler). Kudsî ulvî lisan"ı Nübüvvetten umumun lisanına girdikçe, o tesbih hakikate inkılâb etmis, âdeta gayet büyük bir öküz ve dehsetli
bir balık suretini almıslar. 64
Bediüzzaman bu hadisin üç sekilde anlasılabileceğini belirtir:
“Birinci vecih: “Cenab-ı Hak... Kürre-i arza dahi iki melek, nâzır ve hamele olarak tayin etmistir. O meleklerin birinin ismi ‘Sevr’ ve
diğerinin ismi ‘Hut’dur. Ve o namı vermesinin sırrı sudur ki: Arz iki kısımdır. Biri su; biri toprak. Su kısmını senlendiren balıktır. Toprak kısmını
senlendiren, insanların medar-ı hayatı olan ziraat, öküz iledir ve öküzün omuzundadır...
“Đkinci vecih: “Meselâ, nasıl ki denilse: ‘Bu devlet ve saltanat hangi sey üzerinde duruyor?’ Cevabında: ‘Alesseyfi vel kalem’ denilir.
Yani ‘asker kılıncının secaatine ve me’mur kaleminin dirayetine ve adâletine istinad eder.’ Öyle de: Kürre-i arz madem zîhayatın (canlının) meskenidir
ve zîhayatın kumandanları da insandır ve insanın ehl-i sevâhil (sahil) kısmının kısm-ı âzamının (ekseriyetinin) medar-ı taayyüsleri (geçim vesilesi)
balıktır ve ehl-i sevâhil olmayan kısmının kısm-ı âzamının medar-ı taayyüsleri, ziraatle, öküzün omuzundadır ve mühim bir medar-ı ticareti de
balıktır. Elbette devlet, seyf ve kalem üstünde durduğu gibi, kürre-i arz da, öküz ve balık üstünde duruyor denilir. Zira ne vakit öküz çalısmazsa ve
balık milyon yumurtayı birden doğurmazsa, o vakit insan yasayamaz, hayat sükût eder...
“Üçüncü vecih: “Eski kozmoğrafya nazarında günes gezer. Günesin her otuz derecesini bir burç tâbir etmisler. O burçlardaki yıldızların
aralarında birbirlerini raptedecek farazî hatlar çekilse, bir tek vaziyet hasıl olduğu vakit, bazı esed (arslan) suretini, bazı balık mânâsına hut suretini
göstermisler. O münasebete binaen o burçlara o isimler verilmis. Su asrın kozmoğrafya nazarında ise, günes gezmiyor... Günes bedeline kürre-i arz
geziyor... Kürre-i arz her ayda burûc-u semaviyenin (semavi burçların) birinin gölgesinde ve misâlindedir. Güya arzın medar-ı senevîsi bir âyine
hükmünde olarak semavî burçlar, onda temessül ediyor...
“Đste bu vechile Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayet derin ve çok asır sonra anlasılacak bir hakikate isareten bir defa
‘Alessevr’ demis. Çünkü, kürre-i arz, o sualin zamanında Sevr Burcunun misâlinde idi. Bir ay sonra sorulmus, ‘Alelhut’ demis. Çünkü, o vakit kürre-i
arz, Hut Burcunun gölgesinde imis” 65.
On iki gezegen
Bugün henüz daha on bir gezegenin varlığı ileri sürülüyor. Halbuki Bediüzzaman Said Nursî yaklasık elli sene önce on iki gezegenden
bahsediyor ve ilmin hayalen ulasamadığı yere, ispat parmağını basmakla Đslâmiyetin ileri görüslülüğünü ortaya koyuyor:
“Su kâinat lambaları olan günes, kâinat Sâniinin vücuduna ve vahdaniyetine günes gibi parlak ve nuranî penceredir. Evet, manzume-i
semsiyye denilen küremizle beraber on iki seyyare: Cirmleri, küçüklük-büyüklük itibariyle pek çok muhtelif ve mevkileri, uzaklık-yakınlık noktasında
pekçok mutefâvit ve sür’at-i hareketleri, çok mütenevvî olduğu halde kemâl-i intizam ve hikmet ile ve kemal-i mizan ile ve bir saniye kadar
sasırmayarak hareketleri ve deveranları ve günes ile câzibe kanunu tâbir edilen bir kanun-u Đlâhi ile bağlanmaları... Büyük bir mikyasta bir azamet-i
kudret-i Đlâhiyeyi ve Vahdâniyyet-i Rabbaniyeyi gösterir”66.
Esir maddesi
Bediüzzaman, esir maddesi gibi ilim sahasında mahiyeti tartısmalı konulara da oldukça genis yer verir. Kâinatın bos olmadığını, “esir”
adı verilen bir madde ile dolu bulunduğunu elektrik, ısı ve ısığın bununla nakledildiğini belirtir:
“Fennen ve hikmeten sabittir ki, bu haddi yok fezay-ı âlem, nihayetsiz bir bosluk değil, belki ‘esir’ dedikleri bir madde ile doludur...
Ecram-ı elviyenin cazibe ve dafia gibi kanunlarının rabıtası ve ziya ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin nâsiri ve nâkili, o fezayı
dolduran bir madde mevcuttur” 67.
30
O, esiri bir cihetle kâinattaki varlıkların yazıldığı latif bir mürekkeb, bir diğer açıdan da hububat tarlası olarak ele alır:
“Sânî-i Zülcelâl’in... Lâtif bir mürekkebi kitabeti ve en nazenin hulle-i icâdâtı ve bir maye-i masnuatı ve mezraa-i hububatı olan esir
maddesini...” 68.
“Esir maddesi yaratıldıktan sonra, Saniin ilk icatlarının tecellisine merkez olmustur. Yani, esiri halkettikten sonra, cevâhir-i feride
(atom) kalbetmistir” 69.
Bediüzzaman’a göre atomların aslı esir maddesidir.
O, esir maddesinin sıkça sekil değistirdiğini kabul eder:
“Vücudun (varlığın) en zayıf mertebesi ve incelik derecesi en müteğayyir (değisen), mütehavvil (bir halde durmayan) tavrı ve en
ziyade mekâna dağılmıs olan hadsiz kesretli bir maddî madde olan esir...” 68
O, uzaydaki yıldızların esir maddesi içinde bulunduklarını ve hattâ bütün uzayın esir ile dolu olduğunu ifade eder.
“Kürre-i arzdan bin defa büyük milyonlar küreler, yıldızlar direksiz olarak havadan daha lâtif olan madde-i esiriyye içinde kısmen
durdurulmus, kısmen vazife için seyahat ettiriliyor.” 70
Bediüzzaman esir maddesinin su gibi diğer varlıkların aralarına nüfuz ettiğini ve hatta ayrı ayrı sekiller de bulunduğunu nazara verir:
“Madde-i esiriyye mevcudata nazaran akıcı bir su gibi mevcudatın aralarına nüfuz etmis bir maddedir... Madde-i esiriyyenin, yine esir
olarak kalmak sartıyla, sair maddeler gibi muhtelif tesekkülatı ve ayrı ayrı nevileri vardır. Buhar ile su ve bunun tesekkülatları gibi” 71.
O, yedi kat semanın da bu esir maddesinden yapıldığını bildirir:
“Evet, nasıl ki, buhar, su, buz gibi havaî, mayi (akıcı), câmid (cansız) üç nevi esya aynı maddeden oluyor. Öyle de; madde-i
esiriyyeden dahi yedi nevi tabaka olmasını hiçbir mâni-i aklî olmadığı gibi, hiçbir itiraza medar olamaz... Kadîr-i Zülcelâl, esir maddesinden yedi kat
semavatı halkedip tasviye ederek gayet dakiki ve acip bir nizam ile tanzim etmis ve yıldızları içinde zer’edip ekmistir” 67.
Bediüzzaman, esir maddesinin bir atomun üzerine esirle bir Kur’an yazabilecek kadar küçük olduğunu ifade eder:
“...Belki o maddenin zerreden (atom) çok derece daha küçük olan zerreleri...” 71.
Ger (eğer) kalem-i Kudretle bir cüz’i fert (atom) üstüne esirin cevahir-i ferdiyle yazılsa bir Kur’an...” 72.
Bediüzzaman’ın esir hakkındaki görüsleri söyle özetlenebilir:
1. Esir, atom ve elementlerin tarlası ve aslıdır.
2. Esir maddesi, bir atom üzerine esir zerreleri ile bir Kur’an yazılabilecek kadar küçüktür.
3. Galaksileri teskil eden yıldızlar, esir maddesi içinde yüzmektedir.
4. Çok lâtif ve akıcı olan esir, su gibi herseyin arasına girmekte, hattâ atomun çekirdeği ile elektronları arasını dahi doldurmaktadır.
5. Esir, ziya, hararet, elektrik gibi kuvvetleri yayıp nakletmede görev almakta, çekme ve itme kanunlarının da rabıtası durumunda
bulunmaktadır.
Acb-üz-Zeneb
Đnsanın yeniden dirilisiyle alâkalı bir hadiste; “Acb-üz-zeneb” tâbir edilen kuyruk sokumundaki küçük bir kemiğin ikinci yaratılısta
temel olacağı belirtilir. Bu hadisten çoğu zaman maddî bir kemik anlasılmıs ve medarı münakasa olmustur.
Bediüzzaman’ın konuya yaklasımı ise, bugünün telakki tarzına uygundur ve acb-üz-zeneb’i atom seviyesinde mütalâa eder:
“Nüveler ve tohumlar hükmünde olan ve hadiste ‘acb-üz-zeneb’ tabir edilen eczâ-i esasiyye ve zerrat-ı asliyye, ikinci nes’e için kâfi bir
esastır, temeldir. Sâni-i Hakîm, beden-i insanîyi onların üstünde bina eder” 73.
Bir baska eserinde de bu dirilisi; çekirdekten ağacın, tek hücreden yüksek yapılı canlıların yaratılmasına benzetir:
“...Nebatatın tohumları gibi ‘acb-üz-zeneb’ tâbir edilen bir kısım zerreler, insanın tohumu hükmünde olup, hasirde o zerreler üzerine
beden-i insani nesv-ü nema ile tesekkül eder” 74.
Evrim
Canlı ve cansız varlıkların nasıl ortaya çıktığı ve günümüze kadar ne gibi değisiklikler geçirdiği hususundaki tartısmalar, son iki asırdır
artan bir dozda devam ediyor. Bu hususta evrimcilerin öncülüğünü ettiği yaygın kanaat; yüksek yapılı canlıların, asağı yapılılardan silsile halinde ve
tesadüfen tesekkül ettiği tarzındadır.
31
Bediüzzaman, insanın embriyo safhasında geçirdiği merhalelere dikkati çeker. Vücuttaki hücrelerin büyük bir kısmının her sene
değistiğini hatırlatır ve bunların ancak kasdi bir ilim ve irade ile olabileceğini nazara verir.
“Evvelâ insanın vücuduna bak. Nasıl tavırdan tavıra, yani nutfeden alakaya, alakadan mudğaya, mudğadan et ve kemiğe, et ve
kemikten insan suretine bir kast, bir irade ve bir ihtiyar altında mahsus kanunlarla, muayyen nizamlarla, muntazam hareketlerle intikal ettiğini ve
kalıptan kalıba girip çıktığını gör. Sonra insanın bekasına dikkat et. Đnsan, bu vücut libasını her sene değistirir. Bu vücut değismesi; bedendeki
hüceyratın (hücrelerin) yıkılıp yapılmasıyla olur... Evet, fennî bir nazarla dikkat edilirse anlasılır ki, o zerrenin hareketi körü körüne tesadüf eseri
değildir. Çünkü o zerre, hangi mertebeye girerse, o mertebenin nizamına tâbi olur. Ve hangi bir tavra intikal etmis ise, onun muayyen kanunu ile
amel etmistir” 75.
Bediüzzaman, herbir türün müstakilen ve en kâmil bir sekilde yaratıldığını kabul eder:
“Cenab-ı Hak, hususî eserlerine mense’ ve kendisine lâyık kemalatına me’haz olmak üzere her ferde ve her nev’e has ve müstakil bir
vücut vermistir. Ezel cihetine sonsuz olarak yanıp giden hiçbir nev’i yoktur. Çünkü bütün enva’ (neviler), imkândan vücub dairesine çıkmamıslardır.
Ve teselsülün de bâtıl olduğu meydandadır. Ve âlemde görünen su tegayyür ve tebeddül ile bir kısım esyanın hudusu, yani yeni vücuda geldiği de
göz ile görünüyor. Bir kısmının da hudusu, zaruriyet-i akliye ile sabittir. Demek hiçbir seyin ezeliyeti cihetine gidilemez. Ve keza ilm-ül hayvanat ve
ilm-ül nebatta isbat edildiği gibi, enva’ın sayısı iki yüzbine baliğdir. Bu nevi’ler için bir âdem ve birer evvel-baba lâzımdır. Bu evvel-babaların ve
âdemlerin daire-i vücubda olmayıp, ancak mümkünattan olduklarına nazaran, behemahal vasıtasız, kudret-i Đlâhiyeden vücuda geldikleri zaruridir.
Çünkü bu nevi’lerin teselsülü, yani sonsuza uzayıp gitmeleri bâtıl. Ve bazı nevi’lerin baska nevi’lerden husule gelmeleri tevehhümü de bâtıldır. Çünkü
iki nevi’den doğan nev’, alelekser ya akîmdir veya nesli inkıtaa uğrar; tenasül ile bir silsilenin bası olamaz.
“Hülâsa: Beseriyet ve sair hayvanatın teskil ettikleri silsilelerin mebdei, en basta bir babada kesildiği gibi, en nihayeti de son bir
oğulda kesilip bitmektedir” 76.
Ona göre farklı türlerin silsile halinde birbirinden hasıl olması söz konusu değildir. Her nevin bir babası vardır ve bu doğrudan
yaratılmıstır. Bunun sonu da oğul bir ferttir. Bir baska nev’in (*) babası olamaz.
Bediüzzaman, sadece nev’lerin müstakil yaratıldığını kabul etmekle kalmıyor, herbir ferdin kendine has ve müstakil hususiyetlerine de
dikkati çekiyor. Đnsanlık vasfında bütün insanlar ortak olmakla beraber, herbir ferdin hem simasındaki ve hem de ruh âlemindeki farklılığı nazara
veriyor: Bunun da tabiat veya tesadüfle izah edilemeyeceğine dikkati çekiyor.
------
(*) Buradaki “nev” kelimesi aslında bugünkü manada türün tam karsılığı da değildir. Kaldı ki “tür” tarifi üzerinde de botanikçilerle
zoologlar arasında tam bir görüs birliği yoktur. Nev' kelimesini, belirli ve sabit genetik potansiyele veya bir gen havuzuna sahip populasyon olarak
almak mümkün görünüyor.
____________________
1 . Prof. Dr. Adem TATLI
1947 yılı Korkuteli doğumlu. Ankara Yüksek Öğretmen Okulu Hazırlık Lisesi (1966), Ankara Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü mezunu.
Tokat Đlköğretmen Okulunda iki yıl (1970-1971) öğretmenlik yaptıktan sonra, 1971'de Atatürk Üniversitesi Temel Bilimler Yüksek Okuluna asistan
olarak girdi. Burada doktorasını verdi, doçentliğe yükselerek 1982'de Atatürk Üniversitesi Eğitim Fakültesine geçti. 1988'den beri Konya-Selçuk
Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesinde profesör ünvanıyla öğretim üyeliği görevini sürdürüyor. Makaleleri, 1987-1988 yılları arasında Zafer
dergisinde; 1984-1988 yılları arasında Sur dergisinde; 1974-1980 yılları arasında Yeni Asya Gazetesinde ve 1986 yılında Tercüman Gazetesinde
yayınlandı.
Eserleri:
Fosiller ve Evrim (Çeviri, 1984), Evrim Teorisi Hakkında Rapor Özeti (1985), Yaratılıs, Evrim ve Halk Eğitimi (Çeviri, 1985), Yaratılıs
Modeli (Çeviri, 1985), Merak Ettiklerimiz (1988).
Ayrıca uzmanlık dalında yayınlanmıs eserleri de vardır.
2. Nursî, Bediüzzaman Said, Muhâkemat, Sözler Yayınevi, s. 34, Đstanbul 1977.
3. Nursî, Bediüzzaman Said, Sünuhat, Sözler Yayınevi. s. 18, Đstanbul 1977.
4. Nursî, Bediüzzaman Said, Muhâkemat, s. 35.
5. Nursî, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, Sinan Matbaası, s. 77, Đstanbul 1960.
6. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 275.
7. Nursî, Bediüzzaman Said, Muhâkemat, s. 32.
8. Nursî, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, s. 79.
9. Nursî, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, s. 57.
10. Nursî, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, s. 523.
32
11. Nursî, Bediüzzaman Said, Muhâkemat, s. 24.
12. Nursî, Bediüzzaman Said, Muhâkemat, s. 18.
13. Nursî, Bediüzzaman Said, Mektubat, s. 451.
14. Nursî, Bediüzzaman Said, Hutbe-i Samiye, s. 19.
15. Nursî, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, s. 80.
16. Nursî, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, s. 71.
17. Nursî, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, s. 80.
18. Nursî, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, s. 84.
19. Nursî, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, s. 79.
20. Nursî, Bediüzzaman Said, Divan-ı Harb-i Örfi, Sözler Yayınevi, s. 62, Đstanbul 1978.
21. Nursî, Bediüzzaman Said, Divan-ı Harb-i Örfi, s. 59.
22. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 51.
23. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 321.
24. Nursî, Bediüzzaman Said, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 7.
25. Nursî, Bediüzzaman Said, Đsârâtü’l-Đcaz, s. 15.
26. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 182.
27. Nursî, Bediüzzaman Said, Đsârâtü’l-Đcaz, s. 215.
28. Nursî, Bediüzzaman Said, Đsârâtü’l-Đcaz, s. 216.
29. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 365.
30. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 261.
31. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 170.
32. Nursî, Bediüzzaman Said, Đsârâtü’l-Đcaz, s. 216.
33. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 727-728.
34. Kâha, Edip, Yoktan Var Edilemez mi? Merak Ettiklerimiz, Ed. Tatlı, A. 1985.
35. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 182-183.
36. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 178-322.
37. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 172.
38. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 167.
39. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 170.
40. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 204-205.
41. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 582.
42. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 582-583.
43. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 170.
33
44. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 309.
45. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 588.
46. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 584-586.
47. Nursî, Bediüzzaman Said, Mektubat, s. 220.
48. Nursî, Bediüzzaman Said, Mektubat, s. 221.
49. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 297.
50. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 294.
51. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 293.
52. Nursî, Bediüzzaman Said, Sualar, s. 174.
53. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 301.
54. Nursî, Bediüzzaman Said, Sualar, s. 112.
55. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 295.
56. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 590-591.
57. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 336.
58. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 310.
59. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 311-312.
60. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 310-311.
61. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 317.
62. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 536-538.
63. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 83.
64. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 84.
65. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 85-86.
66. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 714.
67. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 60-61.
68. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 323.
69. Nursî, Bediüzzaman Said, Đsârâtü’l-Đcaz, s. 215.
70. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 332.
71. Nursî Bediüzzaman Lem’alar, s. 323-324.
72. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 774.
73. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 555.
74. Nursî, Bediüzzaman Said, Đsârâtü’l-Đcaz, s. 62.
75. Nursî, Bediüzzaman Said, Đsârâtü’l-Đcaz, s. 61-62.
76. Nursî, Bediüzzaman Said, Đsârâtü’l-Đcaz, s. 98-99.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder