SELAMUN ALEYKÜM

İnşaallah istifadeye medar olur!!!!!!

2 Şubat 2011 Çarşamba

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ'NİN MEDENİYET GÖRÜŞÜ!


Medeniyet nedir?
Medeniyet nedir? diye bir soru ile mevzumuza girecek olursak, herkesin ittifak ettiği bir tarif bulamayız. Bu kelime, dilimiz
deki hümanizma, kültür, laiklik, teknik kelimeleri gibi tarifinde ihtilaf edilen kelime, daha doğrusu mefhûm ve kavramlardan biridir.
Bu, sâdece bizim dilimizde mi böyle? Hayır! Sosyoloji ile ilgilenenler nezdinde mâlum olduğu üzere, bütün dünyada, bir kısım kelimelerin izafî
değerleri vardır 2.
Asıl konumuz Bediüzzaman’ın medeniyet görüsü olması hasebiyle meselenin ilmî münakasasına girmeyeceğiz. Ancak, Bediüzzaman’ın
kitaplarında sıkça geçen bu kelimeyi hakkıyla kavrayabilmemiz için o kelimenin dilimizdeki farklı kullanıslarını bilmemiz gerekecektir. Zira bu
kelimenin Bediüzzaman tarafından, dilimizdeki farklı mânâlarında aynen kullanıldığını görmekteyiz.
Nitekim Bediüzzaman’ın talebelerince hazırlanan ansiklopedik bir lügatte medeniyet kelimesi söyle açıklanmıstır: “Medeniyet:
Adaletseverlik, insanca iyi ve ferah yasayıs, sehirlilik, yasayısta içtimâî münasebetlerde, ilim ve fen ve san’atta tekâmül etmis cemiyetlerin hâli,
Đslâmiyetin emirlerine göre usûli dâiresinde yasayıs”3.
Bu tarifte medeniyet kelimesinin 19. asır Batısında hâkim bir mânâsının eksikliğini belirtmek isteriz. Zira bir Batılının belirttiği üzere, o
devirlerde Avrupalılar, medeniyet deyince, sâdece en mükemmel ve ezelî kabul ettikleri Batı Medeniyetini kabûl etmekteler ve kelimeyi büyük harfle
Medeniyet seklinde yazmaktalar4. Bediüzzaman’ın kelimeyi bu mânâda kullandığı da vâkidir. Su cümlede olduğu gibi: “Fısk çamuru ile mülevves olan
medeniyet (yâni Batı medeniyeti) insanları da o çamur ile telvîs ediyor. Ezcümle riyâya san ve seref nâmını vermis, insanları da o pis ahlâka
sevkediyor”5.
Günümüzde, medeniyet kelimesi, ilim, teknik kültür kelimeleriyle de iltibas edilir. Kelimenin bu mânâlarda da kullanıldığı görülür. Bu
durumda medeniyetten anlasılması gereken mefhumu yakalamada zorluk çıkarır. Çünkü bir kısım âlimler san’at, felsefe, din, hukuk gibi manevî
değer ve sistemleri medeniyet olarak algılarken, diğer bazıları teknoloji, istihsâl vâsıtaları gibi maddî unsurları medeniyet olarak telakki etmislerdir.
Asıl mevzumuzu teskil eden Bediüzzaman’da medeniyet anlayısının ortaya konmasında bunların bilinmesi faydalıdır. Çünkü risâlelerde, onların
yazıldığı tarihî sartlara, yazıda verilmek istenen asıl mesaja, yazılmasına vesîle olan ilk muhataplara göre kelimenin bu mânâlardan birinde
kullanıldığını görmek mümkündür.
Medeniyet öncelikle mânevî değerlerdir
Bütün bu ihtilaflara rağmen, Alman sosyolog Max Veber’den bu yana medeniyet deyince, umumiyetle benimsenen anlayıs onun
mânevî, ruhî, ahlâkî bir se’niyet olduğudur. Bir baska deyisle medeniyet, hayata, esyaya, hâdisâta bakıs tarzıdır, ferdlerdeki telakkiler dünyasıdır.
Đnsanların inançlarından, kanaatlerinden, ahlâkî görüslerinden tesekkül eden manevî prensipler ve düsturlardır. Bir sosyoloğun ifâdesiyle, “müsterek
bir düsünce ve ortak bir hayatın tezâhürü”dür6. Đlim, çalısma, teknik, endüstri gibi maddî tezâhürler, bu manevî temelin sonucudur. Karl Marks’ın
tam tersine bir anlayıs.
Bediüzzaman’a göre medeniyet, mârifet, san’at ve ticâret sâhaları üzerine kurulursa da7 temel esaslarını mânevî değerler, bir kısım
telakkîler, nokta-i nazarlar teskîl eder. Nitekim, bunu, Đslâm medeniyeti ile Batı medeniyeti arasında sıkça yer verdiği mukayeselerde görmekteyiz.
Đslâm medeniyeti ile Batı medeniyetinin mukayesesi
Bediüzzaman’ın medeniyet telakkisinin özünü Đslâmla Batı arasında yaptığı bir mukayesede açık olarak görürüz. O, bu mukayeseyi,
eserlerinde tekrar tekrar ele alır. Bazen uzun, bazen kısa olarak; bazan nesir, bâzen nazım üslûbuyla isler. Buna göre, beser dehasından çıkan
felsefefeye dayanan Batı medeniyeti ile, Vahy-i Đlâhî’den gelen Đslâm medeniyeti, temel prensiplerde barısmaz, te’lîf olmaz, ortak tarafları bulunmaz
sekilde ayrı ve farklıdır.
Ona göre, “medeniyet çarkını isleten” bes temel prensip vardır:
1. Nokta-i istinad
2. Hedef
3. Düstûr-u hayat
4. Cemâatlerin râbıtası
5. Semerâtı (gâyesi, elde ettiği netîceler).
Batı medeniyetinin:
1. Nokta-i istinadı: Kuvvettir.
2. Hedefi: Menfaattır.
9
3. Düstur-u hayatı: Cidaldir (mücâdele).
4. Cemaatlerin râbıtası: Unsuriyet, menfî milliyettir.
5. Semerâtı: Hevesât-ı nefsiyeyi tatmin, hâcât-ı beseriyeyi tezyîd ve teshîldir (kolaylastırmak).
“Halbuki, kuvvetin se’ni tecâvüzdür. Menfaatin se’ni her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde boğusmaktır. Düstur-u cidalin se’ni
çarpısmaktır. Unsuriyetin se’ni, baskasını yutmakla beslenmek olduğundan tecâvüzdür. Đste bu hikmettendir ki, beseriyetin saadeti selbolmustur.
Amma, hikmet-I Kur'âniye ise:
"Nokta-i istinadı, kuvvete bedel hakkı kabûl eder."Gâye’de menfaate bedel, fazîlet ve rıza-yı Đlâhîyi kabul eder."Hayatta düstûr-u cidâl
yerine, düstûr-u teâvünü esas tutar. “Cemaatlerin râbıtalarında unsuriyet milliyet yerine râbıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî kabul eder.
“Gâyâtı, hevesât-ı nefsâniyenin tecâvüzâtına sed çekip, ruhu maâliyâta tesvîk ve hissiyât-ı ulviyesini tatmîn eder ve insanı kemâlât-ı
insaniyeye sevkedip, insan eder.
“Hakkın se’ni ittifaktır.
“Faziletin se’ni tesânüddür.
“Düstur-u teâvünün se’ni birbirinin imdanına yetismektir.
“Dinin se’ni uhuvvettir, incizabtır.
“Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın se’ni saadet-i dâreyndir.”8
“Felsefe ile Kur’ân’ın sahsî hayata verdikleri ahlâkî terbiyeyi söyle anlatır:
“Felsefenin hâlis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasîs seye ibâdet eden bir firavun-u zelîldir. Her menfaatli seyi
kendine rab tanır. Hem o dinsiz sâkird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihâyet lezzeti kabûl eden miskin bir mütemerriddir. Seytan
gibi sahısların,-bir menfaat-i hasîse için- ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem dinsiz sâkird, cebbâr bir mağrurdur. Fakat,
kalbinde nokta-i istinâd bulunmadığı için zâtında gâyet acz ile âciz bir cabbâr-ı hodfurustur. Hem o sâkird menfaatperest hodendistir ki, gâye-i
himmeti nefs ve batnın ve fercin hevesâtını tatmin ve menfaat-ı sahsiyesini bazı menfaat-ı kavmiye içinde arayan dessas bir hodgamdır.”
“Amma hikmet-i Kur’ân’ın halis tilmizi ise bir abddir. Fakat âzam-ı mahlukâta da ibâdete tenezzül etmez. Hem cennet gibi âzam-ı
menfaat olan bir seyi gâye-i ibâdet kabul etmez bir abd-i azîzdir. Hem hakiki tilmizi mütevazidir. Selîm halîmdir. Fakat Fâtır’ının gayrına daire-i izni
hâricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zaiftir. Fakr ve zaafını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerîm’i ona iddihar ettiği uhrevî servet ile
müstağnidir ve Seyyid’inin nihâyetsiz kudretine istinad ettiği için kavidir. Hem yalnız livechillâh, rıza-yı Đlâhî için, fazîleti için amel eder çalısır.
“Đste iki hikmetin verdiği terbiye iki tilmizin muvazenesiyle anlasılır.”9
Medeniyet ahlakî esaslara oturmazsa: Đnsana saadet getirecek olan medeniyetin mutlaka ahlâk ve hüda esaslarına oturtulması
gereğinde Bediüzzaman ısrar eder. “Kalb-i insaniden hürmet ve merhamet çıksa akıl ve zekâvet o insanları gâyet dehsetli ve gaddâr canavarlar
hükmüne geçirir, daha siyâsetle idâre edilmez” der10.
Batı medeniyeti beserî dehaya, Đslâm medeniyeti Hüdâ'ya dayanır
Bediüzzaman, iki medeniyeti mukayese ederken, bunların menselerini de ele alır ve menseleri yönüyle değerlendirmede bulunarak,
biri “deha”ya dayanırken diğerinin “hüdâ”ya dayandığını, insana ve cemiyete bu temellerin çok farklı sekillerde yansıdığını belirtir. Bu temel farkların
hâsıl ettiği sonuçlardan biri, ikisinin birlesme ve barısmasının imkânsızlığıdır. Böylece, Osmanlı aydınlarının bir kısmında ortaya çıkan Đslâm-Batı
sentezi seklindeki düsünceye karsı çıkmıs olur.
Deha ve hüda arasında yaptığı mukayeseyi sematize edecek olursak söyle bir tabloya ulasırız:
DEHA:
Dimağda isler
Kalbi karıstırır
Nefse ve cisme bakar
Nefsi tarla eder
Nefsânî istidadlar gelisir
Ruhu hizmetçi yapar
Đnsanı seytanlastırır
10
Sadece dünya hayatını tanır
Maddeperest dünyaperverdir
Sağır tabiata tapar
Zemîn’e küfran perdesi çeker bu sebeple deha kör ve sağır
Zemîndeki nimetler: Sahipsiz ganimet
Verdiği his: Minnetsiz gasb ve sirkat.
HÜDA:
Ruhu aydınlatır
Đstidadı sümbüller
Tabiatı ısıklandırır
Ruhî istidadlar gelisir
Nefsi ve cismi hizmetçi yapar
Himmetli insanı meleklestirir
Saadet-i dâreyn verir
Allah’ın suurlu san’atını hikmetli kudretini görür
San’at kudret sâhibi Allah’a tapar
Sükrân nurunu serper, bu sebeple hüdâ semi basir (görür isitir).
Đlâhî nimet
Sükrân ile, ölçü ile istifade.
Batı medeniyetindeki güzellikler ve kaynakları
Bediüzzaman’a göre, Batı medeniyeti her unsuruyla bastan sona kötü demek değildir. Bilakis onun mehasin-i kesîresi vardır, inkâr
edilemez. Ancak bunların kaynağı:
Ne nasraniyet malı,
Ne Avrupa icadı,
Ne de su asrın san’atı.
Bilakis, umumun malıdır:
Telahuk-u efkârdan (insanlığın tecrübe birikimi),
Semavî seriatlerden,
Fıtrî ihtiyaçlardan,
Bilhassa Đslâmiyetten, Đslâmî inkılabtan nes’et etmistir12.
Der ki: “Hıristiyanlığın malı olmayan medeniyeti ona maletmek ve Đslâmiyetin düsmanı olan tedennîyi (geriliği) ona dost göstermek,
feleğin ters dönmesine delildir13.
Avrupa medeniyetini toptan bir reddetme mevzubahis olmadığını, bu noktada yanlıs anlasılmaması gerektiğini Bediüzzaman zaman
zaman belirtir. Bir uyarısı söyle: “Yanlıs anlasılmasın Avrupa ikidir: Birisi Đsevînin din-i hakîkîden ve Đslâmiyetten aldığı feyz ile, hayat-ı içtimâîyeyi
beseriyeye nâfi san’atları ve adâlet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden Avrupa’ya hitabetmiyorum. Belki felsefe-i tabiiyyenin
zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını mehâsin zannederek beserî sefâhete ve dalâlete sevkeden bozulmus ikinci Avrupaya hitap ediyorum”14.
11
Baska tenkidler
Bediüzzaman, Batı medeniyetinin dayandığı bu menfî esaslar sebebiyle insanlığa:
Đsraf,
Fakirlik,
Tembellik,
Bencillik, gibi, kötü huylar getirerek, % 80 gibi kahir ekseriyeti sekâvete attığını söyler:
“Medeniyet-i hâzıra-i garbiyye semâvî kânun-u esâsilere muhalif olarak hareket ettiği için, seyyiâtı (kötülükleri), hasenâtına
(iyiliklerine), hataları, zararları, fâidelerine râcih geldi. Medeniyetteki maksûd-u hakîki olan istirahât-ı umûmiye ve saadet-i hayât-ı dünyeviye
bozuldu. Đktisad, kanaat yerine, israf ve sefâhet ve sa’y ve hizmet yerine; tenbellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, bîçâre beseri hem gayet
fakîr, hem gayet tenbel eyledi.
Bedevîlikte beser, üç dört seye muhtaçtı. Simdiki Garb medeniyet-i zâlimesi suiistimâlât ve isrâfât ve hevesâtı tehyîc ve havâic-i gayrı
zaruriyeyi, havâic-i zaruriye yaparak medenî insanı yirmi seye muhtaç etti”15. Böylece helal kazanç masrafa kâfi gelmez beseriyet hîle ve haram
yollara düser.
Medeniyetten istifa
Bediüzzaman 31 Mart hâdisesi sırasında, medenîlik iddiasında bulunan kimselerde müsâhede ettiği ahlâksızlıklar karsısında duyduğu
nefret üzerine medeniyetten istifasını verir ve Vilâyât-ı Sarkiyye’nin dağlarını Đstanbul’a, bedeviyetini medeniyete tercîh ettiğini söyler:
“Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecâvüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve seytancasına
mugalatalara ve diyânette laübalicesine hareketlere müsaid bir zemîn ise, herkes sâhid olsun ki, o saadet saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle
mahalli ağrâza bedel Vilâyât-ı Sarkiyye’nin, hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahset çadırlarını tercih ediyorum.
Zira, bu mimsiz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbest-i kelam ve hüsni niyyet ve selâmet-i kalb Sarkî Anadolunun dağlarında tam
mânâsıyla hükümfermadır...
Medeniyetten istifam sizi düsündürecek. Evet böyle istibdad ve sefahet ve zilletle memzuc medeniyete bedeviyeti tercîh ediyorum. Bu
medeniyet, eshâsı fakir ve sefih ve ahlaksız eder. Fakat hakiki medeniyet-i nev-i insanın terakkî ve tekâmülüne ve mahiyet-i neviyyesinin kuvveden
fiile çıkmasına hizmet ettiğinden bu nokta-i nazardan medeniyeti istemek insaniyeti istemektir”16.
Bediüzzaman’ı medeniyetten istifaya sevkeden hususlardan biri, medeniyet, hürriyet yaftaları altında ortaya çıkıp, kendi görüslerinden
baskasına hakk-ı hayat tanımayan tutumları ve davranıslarıdır. Bu durumu bir baska pasajda söyle dile getirir: “Müteassıblara hücûm eden
Avrupa’nın kâselisleri (çanak tutucuları) her biri, yüz mutaassıb kadar meslek-i sakîminde müteassıbtır. Bunlardan birisi Sekspir medhinde ettiği
ifratı, sâyet bir hoca, o ifratı Seyh Geylânî (k.s.) medhinde etseydi tekfîr olunacaktı. Heyhat! Bunların neresinde millete muhabbet ve millet için
hamiyet?”17.
Batının sonu
Bediüzzaman, tabiata aykırı esaslar üzerine oturan bugünkü Batı medeniyetinin yıkılacağı, buna bedel Asya medeniyetinin galebe
çalacağı hususunda kesin kanaat sâhibidir. Bu hususu, pek çok fırsatlarda eserlerinde dile getirir:
“Avrupanın medeniyeti, fazilet ve hüda üstüne te’sis edilmediğinden, belki heves ve heva, rekabet ve tahakküm üzerine bina
edildiğinden simdiye kadar, medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe edip, ihtilalci komitelerle kurtlasmıs bir ağaç hükmüne girdiği cihetle Asya
medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medâr bir delil hükmündedir ve az vakitte galebe edecektir”18.
Bir diğer pasaj söyle: “Nasraniyet ya intifa (sönme) veya istifâ (bâtıl, beserî ilâvelerden temizlenme) ile terk-i silâh edecektir. Zira bir
kaç defa yırtıldı, Protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı tevhîde yaklastı. Tekrar yırtılmaya hazırlanıyor. Ya intifa bulup sönecek veyahut doğrudan
doğruya hakikî Hıristiyanlığın esâsına câmi olan hakaik-i Đslâmiyeyi karsısında görecektir. Beser dinsiz olamaz. Đste bu sırr-ı azîme Peygamberimiz
aleyhisselatu vesselam isaret etmistir ki: “Hz. Đsa gelecek, ümmetimden olacak, aynı seriatimle amel edecektir”.
Bir diğer pasaj, insanlığın menfaatine ters düsen bu medeniyetin yıkılısının insanlığın uyanısının bir sonucu olacağına dikkat çekerek:
“Su medeniyet-i habîse-ki biz ondan yalnız zarar gördük ve nazar-ı seriatte merdud (reddedilmis) ve seyyiatı hasenatına galebe ettiğinden maslahatı
beser fetvasıyla mensuh ve “intibâh-ı beserle mahkûm-u inkırâz”, sefih, mütemerrid, gaddâr, mânen vahsi....”19.
Batı medeniyetinin iyi yönleri
Bediüzzaman, Batı medeniyetinin dayandığı esasları, belirtildiği gibi tenkid ederken, toptan reddetmez. Onun alınması gereken iyi
taraflarının bulunduğunu da belirtir. Ona göre, Batı medeniyetinin iyi tarafları da var:
“Ecnebiyeden terakkiyât-ı medeniyete yardım edecek noktaları:-fünûn ve sanayi gibi-maalmemnuniye alacağız” der20. Bir baska sözü
söyle:
“Ve bu zamanda ila-yı kelimetullah maddeten terakkiye mütevakkıftır. Medeniyet-i hakikiyeye girmekle ilâ-yı kelimetullah
edebiliriz”21.
Ancak, Batıdan alacaklarımızda dikkatli bir seçim yapmalı, kültürümüzü tahrib edecek noktalar almamalıyız: “Bizim muradımız,
medeniyetin mehasini ve besere menfaati bulunan iyiliklerdir. Medeniyetin günahları, seyyieleri (kötülükleri) değil”22.
12
Bu noktada Batılılasmada tâkip edilen yolu tenkîd eder: “Ahmaklar, o seyyiatları, o sefahatleri mehâsin zannedip, taklid edip malımızı
harab ettiler ve dini rüsvet verip dünyayı da kazanamadılar”23.
Japon modeli
Bediüzzaman, Batı medeniyetinden istifadede, son zamanlarda bir kısım resmî ağızlardan dile getirilmeye baslanan Japon modelinin
takip edilmesini çoktan söylemistir: “Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lazımdır ki onlar, Avrupa’dan mehâsin-i medeniyeti almakla beraber,
her kavmin mabihilbekası (bekasını sağlayacak vesîlesi) olan âdât-ı milliyeyi muhâfaza ettiler. Bizim âdat-ı milliyemiz, Đslâmiyette nesvü nema
bulduğu için iki cihetle sarılmak lâzımdır”24.
Đslâm Batı medeniyetini niçin benimsemez?
Müslümanların, Batı medeniyetini benimsemekte soğuk ve çekingen davrandığını belirten Bediüzzaman, bunun dikkat edilmesi
gereken mânidar bir durum olduğunu söyler. Ona göre, esası, Đlâhî nur olan Đslâmın iki temel vasfı vardır:
1- Đstiğna,
2- Đstiklaliyet.
Yani, Đslâm medeniyeti, bir baska medeniyete muhtaç değildir. Eksik tarafı yoktur. O müstakil olmalıdır. Müslüman vasfını koruduğu
müddetçe istiklalini de koruyacaktır.
Bu noktada der ki: Batı medeniyeti, biri Roma diğeri Yunan olmak üzere iki farklı dehaya sâhiptir:
Biri hayalâlud bir deha,
Diğeri maddeperest bir deha.
Bunca zamanın geçmesine, Hıristiyanlığın çalısmasına, medeniyetin çabalamasına rağmen bu iki ruh kaynasmadı, su içerisinde yağ
gibi ayrı kaldılar.
Đkiz kardes olan bu iki deha asırları, çağları kaplayan müsterek bir medeniyete rağmen birlesip kaynasmazsa gökten inen hidayetle
yerden çıkan beserî deha nasıl karısır, meczolur, birlesir?
Bediüzzaman’a göre, “seriat faziletli medeniyet kaynağıdır. Đslâm âlemi, Eflatun’un Medîne-i Fazılası olmaya layıktır25. Hem Kur’ân,
herkese veya en azından ekseriyete saadet getiren medeniyeti kabul edebilir. Halbuki Batı medeniyeti sadece % 10’a muzahraf bir saadet getirmistir.
Geri kalan büyük kitlenin % 80’i fakir ve muhtaçtır, % 10 ise, zengin fakir arası bir durum arzetmektedir”26.
Teknik
Medeniyet deyince hatıra gelen bir diğer kavram tekniktir. Medeniyetle teknik o kadar iç içe ve sıkı ilgi içindedir ki, birçok durumlarda
teknikle medeniyet karıstırılır. Bu sebeple medeniyetten bahsederken tekniğe de yer vermemiz gerekecek. Nitekim, Bediüzzaman’da teknik meselesi
müstesna bir yer isgal eder.
Ona göre teknik, medeniyetin istinad ettiği mârifet (ilim), san’at ve ticaretten ibâret üç esasın27 san’at kısmını temsîl eder.
Teknik, insanın aczine ve ihtiyacına binaen Allah’ın bir lütfudur.
Bediüzzaman’a göre, Kur’ân-ı Kerîm’de peygamberlerin mucizelerinden bahsedilmekle, Müslümanlar o mucizelerin benzerlerini ilim ve
san’at (yâni teknik) yoluyla elde etmeye tesvik edilmis olmaktadır. Çünkü peygamberler, her hususta örnek alınacak uyulacak kimselerdir. Söyle der:
“Kur’ân-ı mucizu’l Beyân’ın en parlak âyetleri olan mucizât-ı enbiya âyetleri, birer hikâye-i tarihiye olarak değil, belki onlar, maâni-yi irsâdiyeyi
tazammun ediyorlar. Evet mucizât-ı enbiyâyı zikretmesiyle fen ve san’ât-ı beseriyenin nihâyet hududunu çiziyor. En ileri gâyâtına parmak basıyor. En
nihâyet hedeflerini tâyin ediyor: Beserin eline dest-i tesviki vurup o gâyeye sevk ediyor”28.
Bediüzzaman’a göre, peygamberlerin mazhar olduğu mucizeler, insanlığın fende ulasacağı hedefleri gösterir. Peygamberler böylece,
sâdece mânevî kemali değil, maddî kemâli de temsil ederler. Bir cümlesi söyle: “Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi, maddî kemâlatı ve
hârikaları dahi en evvel, mucize eli, nev-i besere hediye etmistir.”
Bu temel düsünceden hareket eden Bediüzzaman, elektrik, tren, tayyâre, telgraf, televizyon, artezyen kuyuları, ateste yanmayan
madde (amyant), ısınlama, tıbta ölülerin diriltilmesi, cin ve seytanların teshîr ve istihdamına kadar pekçok hârikaya Kur’ân’ın âyetlerinden örnekler
verir. Đnsanların ilim ve san’at yoluyla bunları elde etmeye tesvik edildiklerini söyler29.
Tekniğin Tehlikesi:
Bediüzzaman, tekniğin elde edilmesinin gerekli olduğunu belirtmekle birlikte bunun hayırda kullanılması gereğine dikkat çeker. Aksi
takdirde, teknikten zarar görüleceğini belirtir. Nûr Âleminin Bir Anahtarı adlı risalesi basta, muhtelif vesilelerle diğer eserlerinde buna yer verir. Bu
husustaki düsüncesi söyledir:
1. Medeniyet-i hâzıranın hârikaları Allah’ın, insanlara verdiği, bir nimeti, bir lütfudur.
2. Öyleyse insanlık bu nimete sükretmelidir.
3. Bu teknik hârikalara sükür, onların insanlığın hayrına kullanılmasıyla olur.
13
4. Đnsanlar, heva ve hevesleri, sefâhet ve eğlenceleri için kullanmaktadırlar.
5. Ceza olarak her teknik bir musibet getirmistir ve getirecektir.
Gazete ve radyo ile ilgili misal de verir.
Gazete ile ilgili olarak söyle der: “Su medeniyet-i sefîhe, küre-i arzı bir tek sehir hükmüne getirip, ahâlisi birbiri ile tanısmakla her
sabah ve aksam gazetelerle günahları ve malâyaniyâtı birbirlerine nakledip öğretmektedirler.”
Açıklamanın devamında, bu durumun, insanı, yırtılması çok zor kalın bir gaflet perdesiyle sardığını belirtir30.
Yeryüzünü “tek bir menzil” (ev) hükmüne getirdiğini belirttiği radyo ile ilgili olarak da söyle der: “Elbette ve elbette beser, bu pek
büyük nimete karsı bir umumî sükür olarak, o radyoları, herseyden evvel kelimât-ı tayyibe olan basta Kur’ân-ı Hakîm ve hakikatları ve imanın ve
güzel ahlakların dersleri ve beserin lüzumlu ve zaruri menfaatlarına dâir kelimâtlar olmalı ki o nimete sükür olsun. Yoksa nimet böyle sükür
görmezse, besere zararlı düser.
Evet beser, hakîkata muhtaç olduğu gibi bâzı keyifli hevesâta da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesât beste birisi olmalı. Yoksa
havanın sırr-ı hikmetine münâfi olur.
Hem beserin tenbelliğine ve sefahet ve lüzumlu vazîfelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip, besere büyük bir nimet iken büyük
bir nikmet olur. Besere lazım olan sa’ye (çalısmaya) sevki kırar”.
Bediüzzaman bu risaleyi te’lîfi sırasında radyonun onda biri nisbetinde hayırlı programlara yer verdiğini bunun bir hata-yı beserî
olduğunu belirtir ve bahsi söyle noktalar:
“Đnsaallâh beser, bu hatasını tamir edecek ve bütün zemîn yüzünü bir meclîs-i münevver, bir menzil-i âli ve bir mekteb-i imânî
hükmüne geçirmeye vesîle olan bu radyo nimetine bir sükür olarak beserin hayat-ı ebedîsine sarf edilecek olan kelimât-ı tayyibe beste dördü
olacak.”31
Batı nasıl terakki etti?
Bediüzzaman, Batının terakkisinde rol oynayan sebepleri de tahlîl eder. Bu hususta, Batıda ileri sürülen bir kısım nazariyelerin bir
özetlemesi32 mahiyetinde olan kısa bir bahiste bu meseleyi tahlîl eder.
Batının nasıl kalkındığı meselesine niçin temas edeceğini söyle açıklar: “Su zamanın medenî engizisyonu, müthis bir desîse ile bazı
zihinleri telkîh ile bir kısım nâmesru evladını vücûda getirip, Đslamiyete karsı kinini ve intikam hissini icra eder. Diyânetsizliğe veya laübaliliğe veya
Hıristiyanlığa meylettirmeye veya Đslâmiyetten süphe ile soğutmaya bir kapı açar.
Đste desîse sudur:
“Ey Müslüman bak! Nerede bir Müslim varsa nisbeten fakir, gâfil, bedevîdir. Nerede Hıristiyan varsa bir derece medenî, uyanık ve
servet sâhibidir. Demek.. ilâ âhir.
Ben de derim ki:
“Ey Müslüman biri maddî, biri mânevî Avrupa rüçhanının (üstünlüğünün) iki sebebinin su netîce-i müthisiyle o netîcenin te’sîr-i
muharribânesine (tahrîb edici te’sirine) karsı mevcudiyetimizin hâmisi olan Đslamiyetten elini gevsetme dört el ile sarıl, yoksa mahvolursun.
“Evet, biz asağıya iniyoruz, onlar yukarıya çıkıyor. Bunun iki sebebi vardır. Biri maddî, biri mânevîdir.
“Birinci (maddî) sebep: “Umum Hıristiyanın kilisesi ve mâden-i hayatı olan Avrupa’nın vaziyet-i fıtriyesi (fizikî, coğrafî yapısı) dır. Zira
dardır, güzeldir, demir mâdenidir, girintili çıkıntılıdır, deniz ve enhârı (nehirleri) bağırsaklarıdır, bâriddir (soğuktur).
“Evet, Avrupa, küre-i zeminin hamse âsarı (1/15’i) iken nev-i beserin bir rub’unu (1/4’ünü) letafet-i fıtriyesi ile kendine çekmis.
Hikmeten sâbittir ki, efrad-ı kesîrenin içtimâı ihtiyâcâtı intaç eder. Görenek gibi çok esbab ile tekessür eden hâcât, zeminin kuvve-i nâbitesine
(yetistirdiği ürüne) sıkısmaz.
“Đste bu noktadan, ihtiyâç, san’ata ve merak ilme ve sıkıntı vesâit-i sefâhete hocalık edip talime baslarlar.
“Evet fikr-i san’at, meyl-i ma’rifet kesretten çıkar. Avrupa’nın darlığı ve deniz ve enhârı olan vesâit-i tabiiyye-i münâkale (tabiî ulasım
vâsıtaları) içinde dolasması sebebiyle teârüf ticâreti, teâvün istirâk-ı mesâîyi intâç ettikleri gibi, temas dahi telâhuk-u efkârı rekâbet de müsâbâkâtı
tevlîd ederler ve bütün sanayiin mâderi olan demir mâdeni kesret ile içinde bulunduğundan o demir, medeniyetlerine öyle bir silâh-ı kuvvet vermistir
ki, dünyanın bütün enkaz-ı medeniyetlerini gasb ve gârat (yağma) edip gâyet ağır bastı, mizân-ı zemînin muvâzenesini bozdu.
“Hem de herseyi geç almak, geç bırakmak sânından olan bürûdet-i mu’tedilâne (mutedil soğukluk) sa’ylerine sebât ve metânet verip,
medeniyetlerini idâme etmistir. Hem de ilme istinâd ile devletlerinin tesekkülü, mütekabil kuvvetlerinin tesâdümü, gaddârâne istibdatlarının izâcâtı,
engizisyonâne taassublarının aksülamel yapan tazyikatı mütevâzi unsunlarının rekâbetle müsâbakatı, Avrupalıların istidâtlarını inkisâf ettirip mezâya
ve fikr-i milliyeti uyandırdı.
“Đkinci sebep: “Nokta-i istinâddır. Evet her bir Hıristiyan basını kaldırıp, müteselsil ve mütedâhil maksadların birine el atsa, arkasına
bakar ki, istinad edecek kuvve-i mânevîsine dâima imdat edip hayat verecek gâyet kavî bir nokta-i istinad görür. Hattâ, en ağır ve en büyük islere
karsı, mübârezeye kendinde kuvvet bulur. Đste o nokta-i istinad her taraftan ellerini uzatan dindaslarının uruk-u hayatına kuvvet vermeye ve
Đslamların en can alacak damarlarını kesmeye her vakit âmade ve dessâs medenî engizisyon taassubuyle maddiyunun dinsizliği ile yoğrulmus ve
medeniyetlerinin galebesi ile mest-i gurur olmus bir müsellâh kütlenin kıslası veya büyük bir kilisesi olan Avrupa’nın medeniyetidir.
14
“Görülmüyor mu ki, en hürriyet perver maskesini takan Đngiliz elini uzatıp arıyor, nerede Hıristiyan bulsa hayat veriyor. Đste Habes,
Sudan, iste Tayyâr Artusi, iste Lübnan, Huran, iste Mal Sur ve Arnavut, iste Kürd ve Ermeni, Türk ve Rum ila âhir..
“Elhasıl, onları canlandıran emeldir ve bizi öldüren ye’sdir. Meshurdur ki, biri demis: “Eğer bir nokta-i istinad bulsam, küre-i zemîni
yerinden oynatırım.” Bu faraziyede acaib bir nokta vardır. Demek bu küçücük insan, nokta-i istinad bulsa, küre gibi büyük isleri çevirebilir.
Ey ehl-i Đslam! Đste küre-i zemîn gibi ağır ve âlem-i Đslamiyete çökmüs olan mesâib (musibetler) ve devâhiye karsı nokta-i istinadımız,
muhabbet ile ittihadı; mârifet ile imtizâc-ı efkârı, uhuvvet ile teâvünü emreden nokta-i Đslamiyettir”.33
Müslümanların geri kalıslarının sebepleri
Bediüzzaman’a göre, Müslümanlar, hicrî ilk üç asırda mümtaz ve bası diktir. Besinci asra kadar, mazhar-ı kemâldir. 5-12’nci asır arası
hissiyatın galebe çaldığı devredir, duraklama ve gerilemeyi temsîl eder. 12’den sonra münevver efkâr, muzlim (karanlık) hissiyâta galebe çaldı.
1400’den sonra zafer dönemidir.34
Besinci asırdan sonra ortaya çıkan gerilemelerin sebeplerini değisik fırsatlarda ele alan Bediüzzaman, niçin gerilediklerini, nasıl
ilerleyebileceklerini, her seferinde farklı açılardan tahlîl eder. Hutbe-i Sâmiye adlı eserinde, bu mesele daha sistematik, daha genis olarak tahlîl
edimistir. Söyle der:
“Ben bu zaman ve zemînde, beserin hayat-ı içtimâiye medresesinde ders aldım ve bildim ki, ecnebiler, Avrupalılar, terakkide istikbâle
uçmalarıyla beraber, bizi maddî cihette kurûn-u vusta’da durduran ve tevkîf eden altı tâne hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:
Birincisi: Ye’sin, ümidsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.
Đkincisi: Sıdk’ın hayat-ı içtimâîye-i siyasîde ölmesi.
Üçüncüsü: Adâvete muhabbet.
Dördüncüsü: Ehl-i îmanı birbirine bağlayan nuranî bağları bilmemek.
Besincisi: Çesit çesit sâri (bulasıcı) hastalıklar gibi intisar eden istibdad.
Altıncısı: Menfaat-ı sahsiyesine himmeti hasretmek.
Terakkinin çâresi
Bu altı dehsetli hastalığın ilacını da bir tıp fakültesi hükmünde hayat-ı içtimâiyemizde eczâhâne-i Kur’âniye’den ders aldığım altı kelime
ile beyan ediyorum. Muâcelenin (tedâvinin) esasları onları biliyorum.
Birinci kelime: el-Emel, yani rahmet-i Đlâhiyeye kuvvetli ümit beslemek.
Đkinci kelime: Ye’sin atılması.
Üçüncü kelime: Sıdkın içimizde ihyası.
Dördüncü kelime: Muhabbete en layık sey muhabbettir.
Besinci kelime: Bir adamın bir günahı bir kalmıyor, bazen büyür, sirâyet eder bin olur. “Zarar vermiyoruz fakat menfaat vermeye
iktidarımız yok, onun için mâzuruz” demeyin.
Besinci kelime ile, hamiyeti (milleti düsünmeyi) tavsiye eden Bediüzzaman, hamiyetin millete karsı duyulacak “muhabbet“, “hürmet”
ve “merhamet” duygularıyla ortaya çıkacağını belirtir35. “Bir adamın, der, kıymeti, himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek
basiyle küçük bir millettir”36.
Altıncı kelime: Müslümanların hayat-ı içtimâiye-i Đslamiyedeki saadetlerinin anahtarı mesveret-i seriyyedir37.
Bediüzzaman geri kalısımızın sebebini, bir baska vesîle ile Osmanlılar seviyesinde ele alır ve iki sebebe bağlar:
1. Đstibdad,
2. Mürsid-i umûmî olan üç büyük sûbenin ihtilafı: Ehl-i mekteb, ehl-i medrese, ehl-i tekke38.
Bir baska tahlîle göre ise, dört sebepten dolayı geri kalmısız:
1. Đslâma uymamamız.
2. Bâzı müdâhinlerin (yaltak, yağcıların) keyfemâyesâ sûitefsirinden.
3. Zâhirperest âlimlerin, câhilâne taassublarından,
15
4. Talihsizlikten: Bununla, Batının hevâya uygun gelen kötülüklerini tercîh etmemizi kasteder39.
Ümid
Yukarıda sayılan hususlarla ilgili olarak kaydedilen açıklamaları buraya aktarmak uzun kaçar. Bu sebeple, sâdece baslıklara isâret
etmekle yetiniyoruz. Bunlardan ümîd meselesi hepsinden fazla bir ehemmiyet tasıdığı için, ümîdle ilgili açıklamalarından bazısına yer vermeyi gerekli
buluyoruz.
Bediüzzaman’a göre, gerileme ve felaketlerde en büyük pay ye’sindir. Yılanı görünce kapıldığı korku sebebiyle uçup kaçabileceğini,
buna muktedir olduğunu düsünemeyecek hale gelen kus gibi, me’yus kisi de mefluç olmus demektir. Bu sebeple ona göre “yeis, mani-i her
kemâldir.” Kurtulusumuz ye’si atıp, içimizde yeniden ümidi canlandırmaya bağlıdır. Bu sebeple o, en ufak karîneleri ümîdi artıracak istikamette
yoruma tâbi tutar, zafer vâdeder, galebe vâdeder. Çok kesin ifâdelerle her fırsatta, Müslümanların istikbalde maddeten hâkim olacaklarını söyler:
“Ümîdvâr olun, su istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ Đslâmın sadâsı olacaktır” der40.
“Yakinim var ki, istikbal semâvâtı ve zemîn-i Asya bahem olur teslîm yed-i beyza-yı Đslâma”41.
“Yüz bu kadar sene geri kaldığımız, mesâfe-i terakki’den insaâllah mucize-i peygamberi ile sömendifer-i kanun-u ser’iyye-i esâsiyeye
amelen ve burak-ı mesveret-i seriyyeye fikren bineceğiz ve bu vahsetengiz sahra-yı kebîri bir zaman-ı kasîr’de (az zamanda) tekemmül-ü mebâdi
cihetiyle tayyetmekle beraber milel-i mütemeddine ile omuz omuza müsâbaka edeceğiz. Zira onlar, kah öküz arabasına binmisler yola gitmisler biz
birden bire sömendifer ve balon gibi mebâdiye bineceğiz geçeceğiz”42.
“Đnsâallah istikbaldeki Đslâmiyetin kuvvetiyle, medeniyetin mehasini galebe edecek, zemîn yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u
umumîyi de te’mîn edecek”43.
Bediüzzaman’ın istikbal hususundaki ümîdi ve iyimserliği karsısında: “Đfrat ediyorsun, hayali hakikat gösteriyorsun, bizi de techîl ile
tahkîr ediyorsun, zaman ahir zamandır, gittikçe daha fenalasacak” diyenlere verdiği cevaptan birkaç cümle:
“Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da yalnız bizim için tedenni dünyası olsun, öyle mi? Đste ben de sizinle konusmayacağım,
su tarafa dönüyorum. Müstakbeldeki insanlarla konusacağım.
“Ey üçyüz seneden sonraki (yani 1400’lü yıllar) yüksek asrın arkasında gizlenmis, sâkitâne Nur’un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı
hafiyyi gaybî bizi temâsa eden Saidler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yusuflar, Ahmedler ve sâireler! Sizlere hitabediyorum. Baslarınızı
kaldırınız: “Sadakte!” deyiniz ve böyle demek sizlere borç olsun. Su muâsırlarım varsın beni dinlemesinler. Tarih denen mâzi derelerinden sizin
yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin için konusuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kısta geldim. Sizler cennet âsa bir baharda geleceksiniz.
Simdi ekilen Nûr tohumları zemininizde çiçek açacaktır.
“Đste ey iki hayatın ruhu hükmünde olan Đslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında
durmayınız, mezar sizi bekliyor, çekiliniz! Ta ki hakikat-ı Đslâmiyeyi hakkıyla kainât üzerinde temevvücsâz edecek (dalgalandıracak) olan nesl-i cedit
gelsin!”44.
Lemeat adlı eserinin te’lifi tamamlandığı zaman, gökte hilal ile yıldız yan yana gelir. Bunu görünce su tefeülde bulunur: “Đ’layı
kelimetullah’ın bayrağı olan hilalyıldız teâli edecek (yücelecek) eski sevketini bulacak”45.
“Avrupa ve Amerika Đslâmiyetle hâmiledir, günün birinde bir Đslamî devlet doğuracak, nasıl Osmanlılar Avrupa ile hâmile olup bir
Avrupa devleti doğurdu”46.
Bediüzzaman'ın ümidine yakîn veren delilleri
Bediüzzaman, istikbalde Müslümanların eski sevketlerine tekrar kavusacağı, maddî ve manevî terakkiyatta öne geçeceklerine dâir
ümîdi hususunda, muhataplarını ikna etmek için bir kısım deliller de zikreder. Bu delilleri, maddî ve manevî cihette olmak üzere ayrı ayrı ele alır:
1. Manevî cihetteki terakki için özetle sunu söyler: “Đslâmiyet haktır. Đnsan fıtratına uygundur. Hıristiyanlar kendi dinlerinde taassub
gösterdikçe geri kalmalarına bedel, Müslümanlar dinlerine sarıldıkça terakki etmislerdir. Avrupalılar dinden uzaklastıkça terakki ettiği halde
Müslümanlar, dinlerinden gevsedikçe gerilemisler, felâketlere duçar olmuslardır. Bu Đslâmın hakkâniyetini gösterdiği gibi, Đslâmdan bürhanla delille
ayrılan tek kisi olmadığı halde ecnebilerden Đslâma giren, her devirde olagelmistir.
Đslâm, diğer dinler gibi mü’min olmak için aklın hükmünü terketmeyi talebetmez. Aksine hep akla hitabeder, düsünün, akla vurun der,
aklınız yok mu? der.
Öyle ise, geçmisin taassub ve taklidinden kurtulacak olan ve fen ve aklı esas alacak olan geleceğin insanlığı, bürhan ve akla yer veren
Đslâmı benimseyecektir. Söyle der:
“Baska dinlerin, bazı efradları gibi, ruhbanları taklid için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için, akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde
elbette bürhan-ı akliye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbît ettiren Kur’ân hükmedecek”47.
Bediüzzaman’a göre, sekiz mâni geçmiste Đslâmın dünyaca benimsenmesini önlemistir:
1. Ecnebîlerin cehli,
2. Ecnebîlerin vahsetleri,
3. Ecnebîlerin dinlerindeki taassubları,
4. Papazların, ruhânî reislerin tahakkümleri,
16
5. Halkın, onları körü körüne taklidi,
6. Bizdeki istibdad,
7. Bizdeki kötü ahlâk,
8. Bâzı fennî bilgilerin Đslâma muhalif zannedilmesi.
Bütün bu mâniler zaman içinde zâil olacaktır.
2. Maddî cihetteki terakki: Đslâmın maddeten de istikbalde hükmedeceğini kesin olarak ifâde eden Bediüzzaman bu hususta da ikna
verici deliller kaydeder. Ona göre, âlem-i Đslâmın sahs-ı mânevîsinin kalbinde gâyet kuvvetli ve kırılmaz bes kuvvet içtima ve imtizaç edip yerlesmis:
“Birinci kuvvet: Hakikat-ı Đslâmiyettir. Bu hakikat, bütün kemâlatın, fenlerin geçmiste görüldüğü gibi, bir dünya medeniyetinin
temelidir. Üçyüz yetmis milyon insanı bir tek ferd gibi birlestirebilmistir.
“Đkinci kuvvet: Siddetli ihtiyaç ve fakrımız. Bütün terakkilerin, fenlerin üstadı, ihtiyaç ve fakr’dır.
“Üçüncü kuvvet: Hürriyet-i ser’iyye. Bu, yüksek idealler verir ve onların gerçeklesmesinde rekabet ve yarısa sevkeder. Bir baska ifâde
ile insaniyete layık, en yüksek kemâlata olan meyl ve arzu ile cihazlanmıs olmak demektir.
“Döndüncü kuvvet: Sefkatle cihazlanmıs sehâmet-i imâniyedir. Yani tezellül etmemek, haksızlara, zâlimlere zillet göstermemek,
mazlumları da zelil etmemek.
“Besinci kuvvet: Đzzet-i Đslâmiyedir ki, ila-yı kelimetullah’ı ilan ediyor ve bu zamanda ilayı kelimetullâh maddeten terakkiye
mütevakkıftır.”
Bediüzzaman’a göre, “zaman hatt-ı müstakîm üzere hareket etmiyor ki mebde ve müntehası birbirinden uzaklassın, belki küre-i arzın
hareketi gibi bir dâire içinde dönüyor. Bâzen terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazen tedenni içinde kıs ve fırtına mevsimini gösterir. Her
kıstan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi nev-i beserin dahi bir sabahı bir baharı olacak insâallah. Hakikat-ı Đslâmiyenin günesi
ile sulh-u umûmî dairesinde hakîki medeniyeti görmeyi rahmet-i Đlâhîyeden bekleyebilirsiniz”48.
Hürriyet ve mesveret
Bediüzzaman’a göre, Müslümanlığın kurtulusu hürriyet ve mesverete bağlıdır. Hemen bütün eserlerinde, yeri geldikçe bunu tekrar
eder. Mesela söyle der: “Asya’nın bahtını, Đslâmiyetin taliini açacak yalnız mesrûtiyet ve hürriyettir. Fakat, seriat-ı garranın terbiyesinde kalmak
sartıyla49. Ayrıca, onun sefâhet, lezâiz-i nâmesrûa, israfât, tecâvüzât, hevây-ı nefse ittibada serbestiyet ile tefsîr ve buna göre amel edilmemesi
gerektiğini açıklar50.
Bediüzzaman, görüldüğü üzere, mutlak hürriyeti değil, Đslâmî ölçüler dâhilindeki hürriyeti tavsiye etmektedir. Ona göre bu faydalı
hürriyete bes kapıdan girilebilir.
Birinci kapı: Đttihad-ı kulûb, yani îman ve gönül birliği.
Đkinci kapı: Muhabbet-i millî.
Üçüncü kapı: Maarif.
Dördüncü kapı: Sa’y-ı insanî.
Besinci kapı: Terk-i sefâhet51.
Bediüzzaman’a göre, Anadolu ve Rumeli diyarlarında büyük dehalar bu hürriyet-i ser’iyye sâyesinde yetisip insanlığa hizmet
sunabilecektir. Söyle der: “Bu ser’î hürriyet, âdilâne yasasa, fikr-i beserin ağır zincirlerini paralamakla ve istidad-ı terakkiye karsı sedleri hercü merc
ederek o küçük daireyi, dünya kadar tevsî edebilir (genisletebilir). Hatta benim gibi bir köylü âdi adam, Süreyya kadar ulvî olan idâre-i umûmîyi
nazara alacak âmal ve müyûlâtın filizlerini orada bağlayacak ve her bir fiil ve tavrının orada bir ihtizaz ile zî-medhal bulunacağından himmeti Süreyya
kadar teâli, ahlakı o derece tekemmül ve efkârı memâlik-i Osmaniye kadar tevessü edeceğinden Eflatunları ve Đbn-i Sînaları ve Bismarkları ve
Dekartları ve Teftazânîleri insâallah geri bırakacak”52.
Bediüzzaman’a göre, gerçek sûra’da büyük bir güç var, tıpkı üç elif yan yana gelse 111 kuvvetinde olduğu gibi, üç ihlaslı kimse bir
maksad etrafında dayanısmaya girdi mi yüz kisi gücüne ulasır. On adam da bin adam gücüne yetisir53.
Ya demokrasi? Bediüzzaman, hürriyet-i mesrûa’dan, mesrûtiyet-i mesrûa’dan bahseder, mesvereti, âlem-i Đslâm ve hatta Asya’nın
bahtını açacak olan anahtar ilan edecek derecede ona ehemmiyet verdiği halde demokrasi kelimesini hiç kullanmaz. 1950’de iktidara geçen Adnan
Menderes ve ekibini kastederek “Demokratlar” kelimesini kullandığı halde54 eserlerinde bir kerecik olsun demokrasi kelimesine yer vermez.
Bunun sebebini, bu kelime altında Đslâm memleketlerinde islenen tahribât ve hilelerle izah etmek mümkün olduğu gibi, onun daha
önce belirttiğimiz medeniyet anlayısı ile izah etmek de mümkün ve hatta bu daha makuldur. Söyle ki: O Đslâm medeniyetini istiğna ve istiklaliyet
vasıflarıyla muttasıf ilan etmisti. Bunun manâsı sudur: Đslâm medeniyeti, hiçbir müessesesinde Batıya muhtaç değildir. Her müessesesi kendi
orijinalitesine sahiptir. Đslâmî mesveret ve Đslamî hürriyet ile Batının demokrasi ve hürriyet anlayısı ayrı sey değildir. Demokrasi, mesverete benzer
noktalar tasısa da ayrıldığı yerler var. Öyleyse niye onun tâlibi olunmalı ki? Bediüzzaman Batılı mefhum ve kavramları ifâde eden hümanizm, kültür,
teknik gibi baska tabirleri de eserlerinde hiç kullanmamıstır.
17
Sonuç:
Bediüzzaman bir aksiyon adamıdır. Sıradan bir hoca, bir Osmanlı âlimi değildir. Ömrü hep mücâdelelerle geçmistir. Yazmıs, nutuk
vermis, harbetmis, sürgünlere yollanmıs, mahkemelere çıkmıs, kısacası ölüm ânına kadar uzanan bir mücadele hayatı yasamıstır.Ne için mücâdele
etti, neyin kavgasını verdi?
Bunu tek kelimede cevaplayabiliriz: Medeniyet!
Onun bütün kavgası, medeniyet kavgası idi. Đnsaniyete sulh-u umumiyi, saâdet-i dâreyni kazandıracak medeniyetin kavgası. O
biliyordu ki, yeryüzünde bütün Müslümanların meselesi birdi, hepsi aynı seyden kaynaklanıyordu: Her tarafta çekilen ızdırapların, sancıların sebebi,
manâsı bir idi: Kurtarılması gereken Đslâm medeniyeti.
Ona göre, Batı medeniyeti, bir kısım menfî esaslar üzerine oturmustur. Bu sebeple insanlığın % 90’ına dünya saadeti bile
kazandırmıyor, bu medeniyet yıkıma girmistir. Yarının dünyası mutlaka Đslâm medeniyetini benimseyecektir.
Sâdece Müslümanların değil, bütün insanlığın kurtulusu vahdaniyet inancına, fazilete, ahlâka dayanan Đslâm medeniyetinin ihyasına
bağlıdır.
Müslümanlar, tarih boyu Đslâmı yasadıkları müddetçe terakki ettiler, üstün oldular.
Bütün gerilikleri ve ızdırapları, Đslâmın hayatlarından çıkmıs olmasından ileri gelmektedir.
Medeniyetimizin yeniden ihyası gerekmektedir. Bunu yaparken Batının ilim teknik gibi faziletlerini almalıyız, fakat hayat tarzlarını,
sefahetlerini, ahlâksızlıklarını almamalıyız. Söyle seslenir:
“Ey, bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalısmayınız. Aya! Avrupanın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra hangi akıl ile
onların sefâhet ve batıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklîd edenler, ittiba değil, belki suursuz olarak onların safına
iltihak edip, kendi kendinizi ve kardeslerinizi idam ediyorsunuz. Agâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe hamiyet davâsında yalancılık
ediyorsunuz. Çünkü su surette ittibanız, milliyetinize karsı bir istihfaftır. Ve millete bir istihzadır!”55.
Dinleyicilerden gelen sorulardan birkaçına verilen cevaplar:
Soru 1: Konusmanızda Bediüzzaman’ın kavgasından bahsettiniz. Bediüzzaman kimle kavga (mücâdele) etmistir? Bu kavga bildiğimiz
kavga mıdır? Ya nasıl kavgadır? Kavga (mücâdele) demenizden gaye nedir?
Cevap: Bediüzzaman, hayatının her safhasını Đslâm medeniyetinin ihyası için yasamıstır. Bu gaye yerine göre nutuk vermesini, makale
yazmasını, cepheye kosmasını, eser te’lif etmesini gerektirmistir. Onun bu hizmetini engellemek isteyenler onu hapse atmıstır, sürgüne yollamıstır,
jandarma nezaretinde yasamaya sevketmistir. O cephede savasırken Đsârâtu’l-Đcaz’ı te’lif etmistir. Diğer eserleri çoğunlukla sürgün ve hapisleri
sırasında en ağır sartlar altında te’lif edilmistir. Demek ki her an mücâdele ile geçen bir hayat yasamıstır. Mücadele ettiği düsman küfürdür, onun
temsilcisi, taraftarı, hizbidir. Bu kavga silâh gerektirmez. Tıpkı Resulullah’ın haber verdiği büyük cihad, evdeki kavga gibi.
Đslâm için yapılan bu çalısmalara cihad deyin, mücâdele deyin, kavga deyin, gayret deyin, hangi kelime ile ifâde ederseniz edin aynı
seyi söylemis olursunuz.
Ancak kavga ve mücâdele deyince sokağa dökülmek, dağa çıkmak, polisle, jandarmayla çatısmak, gösteri yürüyüsleri yapmak, isyan
etmek, baskaldırmak anlarsanız, Bediüzzaman böyle bir kavga yapmamıstır, tavsiye de etmemistir. O, “Medenîlere galebe ikna iledir, vahsilere
olduğu gibi zorla, icbarla değildir” der. Öyleyse onun kavgası maddî bir kavga değil, manevî bir kavgadır, imanî meselelere insanların aklen mantıken
ikna gayretidir.
Soru 2: Nursî’nin Đslâmiyeti çağdaslastırma ve dinde reform çabaları ne ölçüde basarılı olabilmistir?
Cevap: Soruda yanlıslık var. Çünkü Bediüzzaman, dinde reform ve çağdaslasma pesinde olmamıstır. Reform, Batı ile ilgili bir tabirdir.
Dinin siyasî hayattan atılması, dine kilisenin ilave ettiği esasların dinden çıkarılması demektir. Batıda reform hareketleri hep dinden kurtulmayı
hedefler. Reform deyince dini bertaraf etme hatıra gelir.
Halbuki Đslâmda tecdid kelimesi vardır. Hz. Peygamber her asırda müceddid geleceğini haber vermistir. Hicrî ikinci asırda Ömer Đbn-u
Abdülaziz’le müceddidler baslar. Tecdid yenilemek demektir. Bu, dini hayattan çıkarmayı değil, dine sonradan giren bid’atleri dinden temizlemeyi
gaye edinir. Tecdid asla dönüstür, yenilenmedir.
Đslâm âleminde târih boyunca dıs tesirden uzak olarak mahallî, yerli bir ihtiyaçla ortaya çıkan tecdid hareketlerinin hepsi, Batıdaki
reform hareketlerinin zıddına, asla dönmeyi, zayıflayan Đslamî, dinî hayatın kuvvetlendirilmesini taleb etmistir. Batıda ise reformcular, bizdeki
müceddidlerin aksine dinin hayattan çıkarılmasını istemislerdir. Nitekim, bizde dine dönüldükçe siyasî, iktisadî ve hattâ askerî yönden üstünlük,
terakkî ve zafere ulasılmıs, onlar da reform yaptıkça, dini hayatlarından çıkardıkça terakki etmislerdir.
Bu, Đslâm ile Hıristiyanlık arasındaki mühim farklardan ileri gelir. Hıristiyanlık aklı, ilmi reddeder, akla ilme ters düsen pesin naslar
(dogma) koyar. Kilise, bir tahakküm müessesesidir. Đslâm akla yer verir, ilme tesvik eder, istibdadı reddeder. Đslâmda en üstün insan bilen insandır,
âlimdir. Fakirler de Đslâm tarafından korunmustur.
Su halde Bediüzzaman’ın Đslâmda yapmak istediği tecdid’i reform kelimesiyle ifâde etmek son derece mahzurlu olur. Çağdaslastırma
tabiri de öyle. Đslâm çağdaslasmaz. Đslamî meseleler, îman esasları, günümüz insanının anlayacağı sekilde izah edilir. Bediüzzaman bunu yapmıstır.
Đlme, muhakeme-i akliyeye ehemmiyet veren günümüz insanlarının anlayacağı, ikna olacağı, reddedemeyeceği bir üslubla aklî, mantıkî, ilmî delillerle
îman esaslarını Bediüzzaman izah etmis, açıklamıstır. Eski âlimlerin: “Îmanla tasdik edilir, akılla yol bulunamaz” dedikleri âhirete îman, kadere îman,
meleklere îman gibi en müskil, en mücerred meseleleri aklî açıklamalara kavusturmus, “Anlayarak okuduktan sonra halâ reddetmeye, itiraz etmeye
mecalin kalırsa gel parmaklarını gözüme sok!” mealinde meydan okumalarda bile bulunmustur.
18
Su halde Bediüzzaman’a müceddid gözüyle bakabiliriz, ona reformcu değil müceddid diyebiliriz. O, insanlarla Kur’ân ve sünnet arasına
giren sefahati, israfı, cahilliği, Avrupa istilasını bertaraf etmeye çalısmıstır. Gayesinde büyük ölçüde muvaffak olmustur. Türkiye’de ve hattâ dünyanın
her tarafında onun eserlerinden istifade ederek gerçek Đslâmı yasıyorlar, gerçek Đslâmın inkisaf etmesi, insanlara götürülmesi için çalısanlar hergün
sayıca artmaktadır. Đleriki on yıllarda gayesine tam olarak ulasacağını söyleyebiliriz.
Soru 3: Said Nursî öğrencilerine baska kitaplar okutmamakla neyi amaçlamıstır?
Cevap: Bediüzzaman baska kitapları okumayın diye bir tavsiyede bulunmaz. Bu, onu yıpratmak için söylenen, uydurma iddialardan
biridir. Ben de onun eserlerinden tefeyyüz eden birisiyim. Okuyarak profesör oldum. Konusmam sırasında nice Batılı müelliflerin isimlerinden
bahsettim. Onları okumasam söyleyemezdim. Telifatımda yerli yabancı pek çok kitaplara atıflar yapılmıstır. Bütün Risale-i Nur talebeleri öncelikle
risaleleri okurlar, baska faydalı kitapları da okurlar. Ancak, elbette kitaplar arasında seçim yapacak, faydalı olmayanları, abur-cuburu
okumayacaklardır. Resulullah: “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım” der.
Soru 4: Bediüzzaman’ın insanlık medeniyetinden bahsettiğini söylediniz. Bu Đslâm medeniyetinden ayrı mıdır? (Bu soru sifâhi olarak
soruldu. Soru sâhibi muhtemelen bir gazeteci idi.)
Cevap: Bediüzzaman’ın medeniyet görüsü elbette Đslâmın dısında değildir. Bunu, Batılı mütefekkirlerle Bediüzzaman’ın arasındaki farkı
belirtmek için söyledim. Bediüzzaman, normal olarak sâdece dünya Müslümanlarının menfaatlerini ön plana alan bir medeniyet teklif etmeli idi. Bu
meselede muhatap olarak sâdece Müslümanları seçmeli idi. Bir baska ifade ile böyle bir üsluba yer vermis olsa idi onu normal karsılardık. Halbuki o,
bütün insanlığın dünyevî saadetinden söz etmis, medeniyetlerin insanların tamamına en azından ekseriyetine saadet getirmesi gereğinden
bahsetmistir. Sulh-u umumî tâbirine sıkça yer vererek, insanlığın tamamını içine alacak bir sulhtan bahseder, bunu gerçeklestirecek esaslar üzerinde
durur.
Halbuki Batılı müelliflerin, insanlığın geleceğinden, yarının medeniyetinden bahseden Hıristiyan menseli mütefekkirlerin derdi insanlık
değil, Batı medeniyetinin bütün dünyaya hâkimiyetidir. Batının hâkimiyetinden maksad, gittiği yere Batı müesseselerini aynen götürmek, Batıdaki
maddî refahı, ilmi, teknolojiyi, medeniyetin mehasinini her tarafa ulastırmak da değildir. Mesela Toynbee, Batı medeniyetine rakib, dolayısıyla bugün
olmasa gelecekte galebeleri melhuz olan Đslâm, Rus, Hind ve Uzak Doğu medeniyetlerine Batının nasıl galebe edebileceğinin, diğer cemiyetlerin, Batı
medeniyeti içerisine proleterya statüsünde kalmaları sartıyla nasıl entegre edilebileceklerinin tahlilini değil, toptan bir milletin proleter sınıf (yani isçi
sınıfı) olabileceğini belirtir. Mesela Đslâm âlemi için, nebatî hayat yasayan ruhsuz bir ceset misâli hayatta kalması, medeniyete orijinal bir katkıda
bulunamama sartları çerçevesinde Batıya entegre edilmesinin gerektiğini belirtir. Tahliline devam eden Toynbee, ister dindar mutaassıb, isterse laik-
Batıcı her iki münevver zümrenin de Batı için tehlike olabilecek medenî bir terakki ortaya koyamayacaklarını belirtir. Ona göre Batı için tehlike
“Đstanbul’un hamalları” ve Mısır’ın fellahları diye ifâdeye döktüğü halk tabakasından gelebilir. Toynbee bu teshisten sonra çok usta bir üslubla bu
tehlikeyi bertaraf etmenin iki yolunu da gösterir:
* Đçkinin halk tabakasına yaygınlastırılması,
* Irkçı düsüncelerin Müslüman milletlere sokulması.
Toynbee’ye göre, Đslâm bu iki iblisi reddederek kendini korumustur. Halbuki Batı, sırf içki ile nice ibtidaî kavimleri tarihten silmistir.
Batılı tahlilciler: “Đçki mübtelası olan insanlar, her çesit hamiyet, seref, aile duygularını kaybeder, zevkinden baska bir sey düsünmez
hale gelir, aileler, milletler kendiliğinden söner” derler.
Yine Toynbee ırk dağılımının Batıda yamalı bohça seklinde istikrar bulduğunu, Doğu milletlerinde ise, din esas alındığı, ırk ayrımı
olmadığı için ırkî dağılımın yanar-döner bir kumas manzarası arzettiğini, birbirlerini tâkip eden evlerde, coğrafî bakımdan birbirine karısmıs olarak
yasadıklarını belirtir. Bunları ırka dayalı millî devletlere dönüstürmenin barbarlık metodlarıyla yani vahset ve katliamlarla olacağını belirtir. (Daha
fazla bilgi ve kaynaklar için Peygamberimizin Hadislerinde Medeniyet, Kültür ve Teknik adlı kitabımızın görülmesi gerekir. [Cihan Yayınevi/Đstanbul
1984]).
Böylece mütefekkir ve âlimlerin önderliğinde, askerî ve siyasî baskılarla hareket eden Batı, Đslâm âlemi ve bütün dünyaya ırkçılık ve
içkiyi binbir dalavere ile sokarak, hâkimiyetlerine zemin hazırlamıslar ve halen devam etmektedirler. Bizim memleketimizde içkinin hangi muhitlerde
ilahlastırılıp kutsallastırıldığına, yükselmek, terfi etmek, yeni imkânlar iktisab edebilmek için imtihan vasıtası kılındığına dikkat edilmelidir. Kimler içki
yasağına veya kısıtlamasına karsı çıkıyor, çağdaslığın gereği olarak müdafaasını yapıyor? Đçki imalat ve pazarlanması Türkiye’de ne zaman
resmîlestirilmistir? Buraları arastırma, düsünme, bilme kisiye ciddî meselelerin anlasılmasında anahtar olacaktır. Kısacası bunlar Batı’nın icbarıyla
planıyla yürütülmektedir. Hal-i hazır idare samimiyetle istese de kaldırmaya gücü yetmez, Batı müsaade etmez.
Mevzumuza dönecek olursak, Batılı emsalleri gibi medeniyet meselelerine temas eden Bediüzzaman, onların hodgamlığına (egoizmine)
düsmez, iğrenç, iblisane dalavereler teklif etmez; insanlığın tamamına saadet getirecek esaslar teklif eder. Yer yüzünde en kıymetli varlığın insan
olduğu üzerinde durur. Đnsan sevgisi, insana hürmet, insana değer verme meselelerine yer verir. “Ey Müslümanlar!” diye Müslümanlara hitabettiği
gibi sık sık “Ey insan!” hitaplarına da yer verir.
Bediüzzaman’ın insanlığı kusatacak bir medeniyeti sıkça mevzubahis etmesini, onun gelecek hakkındaki inancıyla izah edebiliriz. Ona
göre, insanlık toptan Đslâma girecektir, istikbal semavatı ve Asya kıtası Đslâmın temiz, lekesiz eline teslim olacaktır. Resulullah’ın haber verdiği: “Hz.
Đsa’nın yer yüzüne inip Deccal’ı öldürmesi ve Mehdi’nin arkasında namaz kılması” hâdisesi Hıristiyanlık âleminin Đslâma girme hadisesidir. O günler
Bediüzzaman’a göre yakındır, kendisi de öyle bir istikbale zemin hazırlamaktadır. Su halde o, misyonunu sâdece Türkiye Müslümanları veya Đslâm
âlemiyle sınırlı görmüyor. Bütün insanlığa sâmil biliyor. Söz gelimi bir Tabiat Risalesi veya Ayetü’l-Kübra risalesi sâdece Müslümana hitabetmez, sulhu
umumiye muhtaç insanlığa hitabeder, gelecek insanlık medeniyetinin temel taslarından bir kaçını teskil eder.
____________________
******** Prof. Dr. İbrahim CANAN
Arastırmacı-yazar. 1940, Küçük Karapınar köyü/Konya doğumlu. Đlk öğrenimini memleketinde tamamladı. Konya Erkek Lisesi (1958)
mezunu. Kayseri (1962-64) ve Aksehir'de (1966-67) orta dereceli okullarda öğretmenlik yaptıktan sonra, Atatürk Üniversitesi İslami İlimler
Fakültesi'nde
1972'de basladığı öğretim üyeliği görevini aynı üniversiteye bağlı olarak kurulan Đlahiyat Fakültesi'nde sürdürdü. Makalelerini fakülte
dergileri yanı sıra Diyanet, Hakses, Đslam, Đslam Medeniyeti, Zafer, Sur, Đcmal, Kadın ve Aile, Altınoluk, Okul gibi dergilerde yayımladı. Resulullah'a
Göre Okul ve Ailede Çocuk Terbiyesi adlı eseriyle 1979'da Türkiye Milli Kültür Vakfı Ödülü'nü aldı.
19
Eserleri: Tarihçi Açısından Din (Arnold Toynbee'den çeviri,
1978), Seminer ve Tez Rehberi (1979), Resulullah'a Göre Okul ve Ailede Çocuk Terbiyesi (1988), Atatürk Üniversitesi Lojmanları ve
Taklitçiliğimizin Muhasebesi (1979), Đslamda Çocuk Hakları (1980), Đslamda Temel Eğitim Esasları (1980), Sulh Çizgisi (1980), Tebliğ Terbiye ve
Siyasi Taktik Açısından Hicret (1981), Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye (1981), Yeni Usul-i Hadis (Zafer Ahmed el-Osmani'den çeviri, 1982),
Kur'an ve Hadise Göre Fitne ve Anarsi (1981), Kur'an'da Çocuk (1984), Peygamberimizin Hadisleriyle Medeniyet Kültür ve Teknik (1984), Ahkâmu's-
Siğâr (Üstruseni'den çeviri, 1984), Peygamberimizin Okuma-Yazma Seferberliği ve Öğretim Siyaseti (1985), Đslâm'da Zaman Tanzimi (1985, 88),
Đslamda Çevre Sağlığı Kütüb-i Sitte Muhtasarı Serhi 1-5 (1988)
KAYNAKLAR
2. Kelime ile ilgili tahlîl için, Peygamberimizin Hadislerinde Medeniyet, Kültür ve Teknik (Cihan Yayınları, Đstanbul 1984, s.25-28) adlı
te’lifimiz ile, Cemil Meriç merhum’un Umrân’dan Uygarlığa (Ötüken Yayınevi, Đstanbul 1977, s. 93-99, keza s. 349’da 16 numaralı dipnot) adlı eseri
görülebilir.
3. Dinî Đlmî Yeni Ansiklopedi (Hekimoğlu Đsmail baskanlığında bir heyet tarafından hazırlanmıstır), Timas Yayınevi, Đstanbul, 1989,
2,771.
4. Toynbee, Arnold J.: La Religion Vue Par un Historien, Fransızcaya çeviren Marcelle Weill, Galimard, Paris, 1963, p. 152.
5. Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, Osman Yalçın Matbaası, Đstanbul, 1958, s. 184. Burada, 1984’te müsahede ettiğimiz bir hadise,
bizdeki farklı bir medeniyet anlayısını ortaya koyacak. Antalya’nın doğu garajında otobüsten inince, garajın hemen çıkısında kavsakta kırmızı ısığın
yanında trafiğe nezaret eden polise bir adres sormak için yaklastığımız sırada, kırmızı ısığa rağmen karsı tarafa geçen bir çift vardı. Bunlar biri kadın,
diğeri erkek iki kisi idiler. Yaz mevsimi olması sebebiyle deniz kıyafetiyle dolasıyorlardı. Yani üstlerinde giysi olarak sâdece mayo vardı. Polis onların
trafik kaidesini kale almadıklarını görünce: “Bir de medenî olacaksınız, kırmızı ısığa bile riâyet etmiyorsunuz!” diye söylendi. Polis haklıydı, çünkü
resmiyet nazarında medeniyet bu, medenî olmak da öyle hareket etmekti. Đslâmî kıyâfet tasımak 163’ten baslamak üzere pek çok riskleri tasıyan bir
gerilik alâmeti idi.
6. Malek Bennabi, Vocation de l’Đslâm, Seuil, Paris, 1954, s.21.
7. Bediüzzaman, Muhakemat, Sözler Yayınevi, Đstanbul, 1977, s.53.
8. Sözler, s. 132-133.
9. A.e.s. 132.
10. Bediüzzaman, Sualar, Çeltüt Matbaası, Đstanbul, 1959, s.379.
11. Sözler s. 714.
12. A.g.s. 714.
13. Bediüzzaman, Mektubat, s.489.
14. Mesnevi-i Nuriye, s. 141-142.
15. Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası II, Sinan Matbaası, Đstanbul, 1959, s.98.
16. Bediüzzaman, Asâr-ı Bediiyye, s. 321 (bazı sâdelestirmelerle).
17. Bediüzzaman, Sünühât, Gâye Matbaası, Ankara, 1976, s.57-60.
18. Bediüzzaman, Hutbe-i Sâmiye, Sinan Matbaası, Đstanbul, 1958, s.33
19. Tarihçe-i Hayat (Bediüzzaman, Said Nursî Hayatı-Mesleki, Tercüme-i Hâli adıyla nesredilmistir, bir heyetçe hazırlanmıstır), Sözler
Yayınevi, Đstanbul, 1976, s.116.
20. Hutbe-i Sâmiye, s.32.
21. A.e.s. 32.
22.....................?
23. A.e.s. 33.
24. Asar-ı Bediiyye, s. 350.
25. Divân-ı Harb-i Örfî, Đstanbul 1328 (Bediüzzaman’ın 31 Mart Vak’ası üzerine teskîl edilen Divân-ı Harb askerî mahkemesinde yaptığı
müdafaa olup Đki Mekteb-i Musîbetin Sehâdetnâmesi adını da tasır), s. 36, Tarihçe s. 74.
26. Tarihçe-i Hayat, s. 107-108.
20
27. Muhâkemat, s. 53.
28. Sözler, s. 254.
29. A.e.s. 252-267.
30. Yeni Ansiklopedi, 2,273.
31. Nur Âleminin Bir Anahtarı, Günyay Matbaası, Đstanbul, 1957, s.18.
32. Batılı Nazariyelerin özetlemesi diyoruz. Çünkü, bizzat kendisi Mektubât’da (29. Mektup, Yedinci isâret) Eski Said döneminde, diğer
mütefekkirler gibi Felsefe’nin düsturlarını esas alarak meselelere yaklastığını itiraf eder.
33. Sünühât, s.57-60.
34. Muhâkemat s.30-31.
35. Sünühât, s.62.
36. Hutbe-i Sâmiye, s.56.
37. A.e.s. 16-17.
38. Badıllı, Abdulkadir, Bediüzzaman Said Nursî, Timas, Đstanbul, 1990, 1,171.
39. A.e. 1,171.
40. Tarihçe-i Hayat, s.118.
41. Sözler s. 694.
42. Badıllı, a.g.e. 1,168.
43. Hutbe-i Sâmiye s.33.
44. Tarihçe-i Hayat s.77-78.
45. Badıllı, a.g.e. 1,679.
46. Hutbe-i Sâmiye s.29.
47. A.e.s. 24.
48. A.e.s. 34-35.
49. Sözler s. 254.
50. Badıllı, a.g.e. 1,167.
51. A.e. 1,171.
52. Asar-ı Bediiyye s.532.
53. Hutbe-i Sâmiye s. 60.
54. Tarihçe-i Hayat, s. 547.
55. Mesnevi-i Nuriye, s.148.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder